ŞEYH Bedreddin’in
torunu Hafız Halil tarafından yazılan Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’e göre, Orta Asya’dan
gelip Bağdat’a yerleşen Şeyh’in büyük dedesi, Moğolların Bağdat’ı istilâsı
sırasında şehit düşer. Bunun üzerine aile, Anadolu Selçuklu Devleti’nin
payitahtı olan Konya’ya iltica eder ve Bedreddin’in dedesi Abdülaziz, takriben
1250 yılı civarında Konya’da doğar.
Konya’da
bir derviş ve alp olarak yetiştiği anlaşılan Abdülaziz, gençliğinde Mevlâna’ya
mürit olmuş, onun ölümünden sonra da Hüsameddin Çelebi’ye bağlanmıştır.
Tekkedeki ilim irfan faaliyetleri yanında gazâlara da iştirak eden Abdülaziz,
Anadolu Selçuklularının tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Osmanlıların
hizmetine girmiş ve yüz yaşını geçmiş olduğu hâlde Dimetoka’nın fethine katılarak
bu savaşta şehit düşmüştür.
Şeyh
Bedreddin’in babası İsraîl, ilme ve özellikle fıkha özel ilgisi sebebiyle genç
yaşta fıkıh tahsili için Semerkand’a gitmiş ve meşhur fıkıh kitabı Hidâye’nin
yazarı Merginânî’nin torunlarının da içinde bulunduğu hocalardan fıkıh tahsil
ederek Anadolu’ya dönmüştür. İsraîl de babası gibi hem derviş, hem gazi
meşrebine sahip birisidir. Anadolu’ya döndükten sonra Rumeli fetihlerine
iştirak etmiş ve Simavna’yı bizzat fetheden komutan olması hasebiyle -ilmî
yetkinliği de göz önünde tutularak- fetihten sonra buraya kadı olarak
atanmıştır.
Kadı
İsraîl, fethedilen Simavna Kalesi’nin Bizanslı komutanının Müslüman olup “Melek”
adını alan kızıyla evlenir ve bu evlilikten 1358/59 yılında Şeyh Bedreddin
doğar.
Âlim
ve cengâver bir aile mirasına sahip olan Şeyh Bedreddin, babası ve dedesi gibi
ilim ve gazâyı beraber yürüttükleri anlayışın aksine sadece ilme odaklanmıştır.
Muhtemel temel eğitimini babasından tamamladıktan sonra, Mevlâna Şahidî’den
hafızlık icâzeti almış ve Molla Yusuf’tan da İslâmî ilimleri tahsil etmiştir. Bu esnada “Koca Efendi” namıyla bilinen Bursa
Kadısı Şeyh Mahmud’un Edirne’ye gelmesi üzerine Koca Efendi’nin oğlu olup
ileride Kadizade-yi Rumî diye şöhret bulacak olan Riyaziyeci Musa ile Koca
Efendi’den ders okurlar. Koca Efendi’nin tekrar Bursa’ya dönmesi üzerine
amcaoğlu Müeyyed ile Bursa’ya giderek bir yıl süreyle Koca Efendi’nin
derslerini takip ederler. Koca Efendi’nin tavsiyesi üzerine Konya’ya geçerek
Mevlâna Feyzullah’tan dört ay civarında mantık ve astronomi dersi alırlar.
Konya’daki
tahsillerini tamamlayınca ilim rotasını Mısır’a çeviren ikili, bu yolculuğun
güzergâhlarından Kudüs’e vardıklarında, burada ünlü hadis bilgini İbn
Askalanî’den altı ay boyunca hadis dersi alarak Sahîhayn’ı ikmâl ederler. İkili
Mısır’a ulaştığında, Bedreddin henüz 30 yaşına basmamıştır. Mısır’da Kahire
müderrislerinden Mübarekşah-ı Mantıkî’den ilâhiyat, mantık ve felsefe okuyan
ikili, hocalarıyla beraber Hacca giderler. Hac mevsiminden üç ay önce Mekke’ye
ulaşarak Şeyh Ebu Zeylaî’ye konuk olurlar. Menakıb, Şeyh Bedreddin’in
Zeylaî’den Hac mevsimine kadar fıkıh okuduğunu kaydeder. Hac dönüşünde Kudüs
Hac Emîri Keşmirî ile Kudüs’e gelen Bedreddin, Mısır’da Şeyhülislâm Ekmeleddin’in
Hidâye okutacağı haberini meşhur bilgin Seyyid Şerif Cürcanî’den haber alır ve hem Cürcanî, hem de meşhur Kitâb-ı Şifâ
müellifi Aydınlı Hacı Paşa ile birlikte Ekmeleddin’den Hidâye okurlar. Böylelikle
babasının Semerkand’da okuduğu bu kitabı, oğul ise Mısır’da tamamlar.
Mısır’da
kabiliyet ve zekâsıyla seçkin bir öğrenci olarak kendini gösteren Bedreddin, bu
kabiliyetinin bir sonucu olarak Memlük Sultanı Seyfeddin Berkuk’un oğlu
Ferec’in özel hocası olur. Birkaç yıl içinde Sultan Berkuk vefat edince, henüz
12 yaşında bir sabi olan Ferec, 1399 yılında Memlük tahtına geçer ve Bedreddin’in
özel hocalığı da bu münasebetle son bulur. Ancak Bedreddin’in özel hocalığı
münasebetiyle ilişkiye girdiği Memlük sarayı, ona hayat seyrini değiştirecek
bir mürşit/hoca armağan eder: Hüseyin-i Ahlatî…
Hüseyin-i
Ahlatî, çok renkli ve çok yönlü bir kişiliktir. Ahlat’tan önce Şam, ardından
Mısır’a gelmiş ve Sultan Berkuk’un özel iltifatına mazhar olmuş bir
şahsiyettir. Sultan’ın kendisine bir ev tahsisini ve maaş bağlama isteğini geri
çeviren bir mizaca sahiptir. Tıp ve kimya ilmine vâkıf, İslâmî ilimlerde yetkin
bir simadır. Bunların yanında tasavvuf sahasında veli olarak bilinen bir zat
olup Mevlâna’nın Mesnevî’sine şerh yazdığı da söylenmektedir.
Şeyh Bedreddin, kaynaklardan anlaşıldığına göre, Edirne’ye bağlı bir kazâ merkezi olan Simavna Kalesi’nde doğmuştur. Başlangıçta tasavvufa karşı bir duruşu olan ve semaı tenkit eden bir anlayışa sahip olan Bedreddin, Hüseyin-i Ahlatî’ye intisap ederek tasavvufî neşveden de hissedar olur. Hem mürşidi, hem de müridini çok seven Sultan Berkuk, sarayında iki kız kardeş olan Habeşli cariyelerinden Meryem’i Hüseyin-i Ahlatî’ye, Câzibe’yi de Şeyh Bedreddin’e nikâhlamak suretiyle onlar arasında bir de akrabalık ilişkisi tesis eder. Bedreddin’in bu evlilikten “İsmail” adlı bir oğlu olur.
Şahsiyeti
Mısır’daki
tahsil ve irşat sürecini tamamlayan Şeyh Bedreddin, geçirdiği ağır bir hastalığı
şeyhinin tıp ve otacılık bilgisi sayesinde atlatır. Bu hastalığın seyrine
Mısır’ın havası iyi gelmediği için, şeyhi Hüseyin-i Ahlatî tarafından hem irşat
faaliyetleri, hem de hava değişimi maksadıyla Tebriz’e gönderilir. Bedreddin, Tebriz’e,
Yıldırım Bayezid Han’ın Emir Timur’a mağlûp olduğu Çubuk Savaşı’ndan bir yıl
sonra yani 1403’te gelir. Bu yıl içinde Timur’un torunu Muhammet Sultan’ın
Tebriz’de ölmesi üzerine Şeyh Bedreddin, cenazenin Tebriz’den Timurluların
başkenti olan Kazvin Zencan arasındaki Sultaniye’ye taşınmasına refakat eder.
Bu hizmetinin neticesi olarak da 1403 yılı Mayıs ayında Emir Timur ile görüşme
fırsatı bulur. “Menakıbnâme” yazarı torun Hafız Halil, dedesinin bu görüşme
esnasında saf değiştirerek Timur saflarına geçen Osmanlı askerlerini azarladığını
ve onların da bu hıyanetten nadim olduklarını belirtir ki bu anekdot, Şeyh Bedreddin’in
duygusal bakımdan kendi ülkesine olan bağlılığının ve doğru bildiğini her
ortamda dile getirme yönündeki cesaretinin açık bir göstergesidir.
Şeyh
Bedreddin Tebriz’deyken Şemseddin-i Cezerî tarafından Timur’un da hazır
bulunduğu bir mecliste ilmî bir tartışmaya davet edilir. Cizreli olan Şemseddin
Cezerî, Şam kadısı iken Şam emîri ile arası açılınca 1396 yılı civarında Bursa’ya
gelir ve Yıldırım Bayezid tarafından kendisine bir medrese tahsis edilir. Çubuk
Savaşı’ndan sonra Bursa’ya giren Timur tarafından ilminden yararlanmak üzere
Semerkand’a götürülür. Kıraat ilminde üstat olan Cezerî, hadis ve fıkıh
sahalarında da tanınmış bir zattır. Adı geçen mecliste âlimlerin çözümünde
zorlandıkları bir mesele üzerine yapılan tartışmada Şeyh Bedreddin’in meselenin
hâlline ilişkin verdiği cevaplar tatmin edici olunca, Timur, Şeyh Bedreddin’e
hürmet ve iltifat ettiği gibi, ona bizzat hizmetinde çalışma teklifi yapar. Ancak
Bedreddin, hem şeyhi Ahlatî’nin verdiği görevin yarım kalmaması, hem de Osmanlı
ülkesine olan bağlılığı gibi nedenlerle bu teklifi reddederek bir anlamda mukadder
akıbetine doğru yürür.
Şeyh
Bedreddin, Tebriz’deki görevini tamamlayıp muhtemelen 1403 yılı yaz sonunda
şeyhinin memleketi Ahlat hattı üzerinden tekrar Mısır’a döner. Bu dönüşü
izleyen günler içinde de ona, Şeyh Bedreddin kimliğini veren ve kendisinin
şahsiyetini tamamlayan şeyhi Ahlatî, Hakk’a yürür. Mevlâna’nın hayatında Şems
neyse, Şeyh Bedreddin’in hayatında da Ahlatî tam odur! Aklî, naklî ve tasavvufî
ilimlerde özgün bir terkibe ulaşmış bir şahsiyet olan Ahlatî, muhtemelen Mevlevîlik usulünce sema ve zikir
yapan biridir. Oysa Bedreddin, dedesinin Mevlâna müridi olmasına rağmen semaı
inkâr eden ve tasavvufu beyhude gören bir anlayış sahibidir.
Ancak
Mesnevî’ye şerh yazan ve Mevlâna’ya büyük sevgisi olan Ahlatî’nin sohbeti
esnasında öyle bir cezbeye kapılır ki o şevkle gidip İmam Şafii’nin türbesinde
uzlete çekilmekle kalmaz, yanından eksik etmediği kitaplarını da o coşku
sürecinde Nil nehrine atar.
Bu
dönüşümden sonra Bedreddin’de öyle ifrat bir uzlet neşvesi oluşur ki tatmini
mümkün değil. Meselâ Tebriz dönüşünde şeyhinin ölümünden önce kendi beyanına
göre yedi kez çile çıkarır. İşte ilim ve irfanıyla Mısır’ın yegânelerinden biri
olan Ahlatî ölüm döşeğindeyken, Bedreddin ile beraber ileri gelen müritleri de başucundadır.
Şeyh, ölüm ânındayken birden Yûnus Emre’nin şu matla ile başlayan gazelini
okumaya başlar: “Bir dürr-i yetîmem ki görmedi beni ummân/ Bir katreyem illâ ki
ummâna benem ummân.”
Bunun
üzerine Ahlatî’nin müritlerinden güzel sesli biri, bu gazeli bir ilâhi formunda
okumaya başlar ve Ahlatî, fani hayata bu Yûnus Emre gazelinin refakatinde veda
eder.
Ahlatî’nin
vasiyeti, kendi mâkâmına Bedreddin’in geçmesini salık verdiği için, o mâkâma Bedreddin
geçer. Ancak o mâkâmda gözü olanlar, şeyhlerinin mâkâmına sonradan gelen
birinin geçmesini pek içlerine sindiremezler. Bu muhalefet içten içe büyüyerek
altı ay içinde yönetilemez bir hoşnutsuzluğa dönüşmeye başlayınca, Şeyh Bedreddin,
ailesiyle beraber Kahire’yi terk ederek önce eski dostu Kudüs Hac Emîri Keşmirî’nin
bulunduğu Kudüs’e gider. Keşmirî’nin ölümünü öğrenince oradan Halep’e geçer.
Halep
Türkmenlerinin Bedreddin’i bağırlarına basmaları ve adına bir dergâh tesis edip
kendilerine şeyhlik yapmaları ısrarına rağmen orada da durmayarak Anadolu’ya
geçer. Bedreddin’in o dönemde istikrarsız bir sosyal doku gösteren Halep’te
durmaması son derece normaldir. Tasavvufî açıdan pek çok inanç ve meşrebin
odağı hâline gelen Halep’te muhtemelen Seyyid Nesimi etkisiyle Hurufîler
çoğunluktaydı. Halep, Nesimi’nin idamı
sonrasında bir büyük boşluk ve arayış içinde istikrarsız bir yapı arz ediyordu.
Menakıb yazarının ifadesine göre, Bedreddin’e mürit olmak isteyenler arasında
Nesimi’nin idamına fetva veren Malikî kadısının bile yer alması manidardır.
Anadolu’da…
Şeyh
Bedreddin’in Anadolu’daki ilk durağı, eski tahsil mekânı Konya olur. Konya’da
hüküm süren Karamanoğullarının beyini kendine mürit yapan Bedreddin, yine onun
Konya’da kalmasını ve emrine bir tekke vereceği vaadine rağmen Konya’da kalmaz.
Bedreddin Konya’da iken onun Konya’da olduğunu öğrenen Somuncu Baba namıyla
maruf Hamîd-i Aksarayî, Konya’ya gelerek Şeyh Bedreddin ile görüşür. Hatta Menakıbnâme’ye
göre birlikte halvete girerler.
Bedreddin’in
Konya’da kalmayacağını anlayan Karamanoğlu beyi, emrine asker vererek onu Ilgın
istikametine yolcu eder ve Somuncu Baba da Aksaray’a döner.
Şeyh
Bedreddin’in Karaman diyarından ayrılıp memleketi Edirne Simavna’ya gitmek için
Osmanlı’nın tam da fetret devrine denk gelen bir tarih diliminde izlediği bu
zorunlu güzergâh, onun hayatını ileride tamamen değiştirecek bir oluşumun
işaretleriyle doludur. Karaman diyarından Germiyanoğulları Beyliği topraklarına
giren Bedreddin, Germiyanoğlu İkinci Yakup ve annesi tarafından saygı ve
sevgiyle karşılanır. Germiyanoğulları sahasından Aydınoğulları sahasına geçen Bedreddin,
uğradığı menzillerde müritler edinerek Tire’ye ulaşır.
Tire’de
“Dede Sultan” diye meşhur olan Börklüce Mustafa ile tanışır ve ileride kendi
adına çıkarılan isyanda mühim bir rol oynayacak olan bu şahsı kendine bağlar.
Tirede
iken Aydınoğullarından Cüneyd’in davetine icabet ederek İzmir’e doğru yola
çıkar. İzmir’de Aydınoğulları Beyi Cüneyd’in kendine intisabıyla bir anlamda
beyliğin manevî önderi konumuna yükselen Bedreddin, İzmir’de ikâmeti esnasında
Sakız adasına geçerek oradaki Hıristiyan ahali arasında da irşat faaliyeti
yürütür ve kimi papazların Müslüman olmalarına vesile olur.
Tire
hattından denizyoluyla Gelibolu’ya, oradan da Edirne’ye geçmeye çalışan Bedreddin,
deniz yolunun beylikler arası savaş sebebiyle Saruhanoğulları tarafından
tutulması durumu üzerine tekrar Kütahya’ya dönerek oradan Domaniç güzergâhını
takip eder. Bu zorunlu güzergâhta yine ilerideki hayatının önemli figürlerinden
olacak bir grup Torlak ile karşılaşır. Kalenderîlikten ayrılma bir kol olan Torlaklar,
10’uncu yüzyılda ortaya çıkıp 12’nci asırda Cemaleddin-i Sâvî tarafından
yeniden örgütlenirler. Torlaklar Anadolu’da 13’üncü asırdan itibaren ortaya
çıkarlar ve Orhan Bey zamanında şeriat edebine aykırı hareketlerinden dolayı
Bursa’dan sürgün edilirler. Saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kazıtıp, mahrem
yerlerini koyun ve keçi postuyla örtüp yarı üryan gezen bu tayfa, zaman zaman
haramilik yapmakta ve devlete karşı girişilen isyan hareketlerine de
tereddütsüz katılmaktadır.
Bedreddin’in
bu Torlakları müritliğe kabul etmesi, ileride başına açılacak işlerin dibacesi
gibidir. Zira burada müritliğe kabul ettiği Torlakların başında bulunan ve kimi
kaynakların Yahudi mühtedisi olarak andıkları Torlak Hu Kemâl, tekin bir insan
değildir.
Kütahya,
Bursa ve Gelibolu üzerinden muhtemelen 1407 yılı civarında Edirne’ye gelen Şeyh
Bedreddin, böylelikle takriben 1388/89 yılında ayrıldığı baba evine 18/19 yıl
sonra bir eş ve üç çocukla tekrar dönüş yapar. Döndüğünde anne ve babasını sağ
olarak bulan Bedreddin, aynı yıl içinde eşini kaybeder. Eşinin ölümünün kederi
ve kendisinde halktan el çekme isteğinin galebe çalması üzerine 1407 yılında,
yedi yıl niyetiyle inzivaya çekilir. Ancak kader, ona başka bir hayat sunmak
üzere devinmektedir.
1411
yılında Yıldırım Bayezid’in şehzadelerinden Edirne tahtının sahibi Süleyman
Çelebi ile kardeşi Musa Çelebi arasında çıkan savaşta, Musa Çelebi galip
gelerek Edirne’yi ele geçirir ve başkent olması hasebiyle de tahta oturur. İşte
Musa Çelebi’nin bu zaferi, Simavna’daki baba ocağında yedi yıl kastıyla
inzivaya çekilen Bedreddin’in inzivasının dördüncü yılında son bulmasına yol
açar. Zira Musa Çelebi, Şeyh’i ilmiye sınıfının en yüksek mâkâmı olan
kazaskerliğe getirmek istemektedir. İnzivadaki Şeyh bu teklife ilk başlarda
sıcak bakmasa da ikna edilerek kazasker olarak Musa Çelebi’nin hizmetine girer.
Şeyh
Bedreddin’in yaklaşık üç yıl süren kazaskerlik vazifesinde gösterdiği liyakat
ve üretkenlik, kendisini bu mâkâma uygun gören Musa Çelebi’nin insan seçmekteki
ferasetine bir örnektir. Bedreddin bu mâkâmda iken on ay gibi kısa bir sürede,
hacimli bir fıkıh eseri olan “Câmiü’l- Fusileyn”i yazar. Ayrıca Mısır’da iken
yazdığı “Letâifü’l-İşârât” adlı eseri üzerine de “Teshîl” adıyla bir şerh
yazmaya başlar. Şeyh’in icraatlarının adalet üzere oluşu, tımar vermekteki
cömertliği, yaşayışının sadelik ve derinliği, ona Rumeli bölgesinde geniş bir
nüfuz ve ün kazandırır.
Musa
Çelebi’nin 1413 yılında Çelebi Mehmed’e yenilmesi üzerine Musa Çelebi’nin
hizmetinde bulunan devlet adamlarıyla beraber tutuklanan Şeyh, temsil ettiği
ilim mâkâmına hürmeten ayda bin akça maaş bağlanarak iki oğlu ve bir kızıyla beraber
İznik’e sürgün edilerek burada göz hapsinde tutulur. Ancak bu süreç; sıkı bir
göz hapsi olmayıp Şeyh’in İznik’te serbestçe yaşadığı, kitaplarını telif ettiği
ve gelen ziyaretçileriyle görüştüğü bir süreçtir.
Şeyh’in
hayatı dıştan böyle görünse de, içinde bulunduğu şartların kendi ruhundaki
yansıması bize bu durumun aksini göstermektedir. 1415 yılında tamamladığı Teshîl’in
sonunda, bu durum karşısında hissettiği şeyleri şöyle kaleme alır: “Bu kitabı tamamladığım şu sırada İznik’te
hapis belâsı, gurbet ve sürekli üzüntü ve keder sebebiyle musibet ve sıkıntıya
düşmüştüm. Yüreğimde yanan ve izleri günden güne ortaya çıkan ateşin öyle
kavurucu bir alevi vardı ki ben ve kalbim demirden olsaydık bile yine de
erirdik. Allah bizi ve sıkıntı ve belâda olan diğer Müslümanları kurtarsın. Ey
gizli iyiliklerin Efendisi! Bizi korktuklarımızdan kurtar.”
Şeyhin Teshîl’e yazdığı bu son cümle, bir önsezidir âdeta. O korktuklarından kurtulmayı umarken, olayların eli ise farklı bir şekilde harekete geçer ve Şeyh’i bulunduğu yerde bir korku ve kaygı dalgasıyla kuşatır. (Devam edecek…)