Şeyh Bedreddin ve Vâridât (1)

Ahlatî’nin vasiyeti, kendi mâkâmına Bedreddin’in geçmesini salık verdiği için, o mâkâma Bedreddin geçer. Ancak o mâkâmda gözü olanlar, şeyhlerinin mâkâmına sonradan gelen birinin geçmesini pek içlerine sindiremezler. Bu muhalefet içten içe büyüyerek altı ay içinde yönetilemez bir hoşnutsuzluğa dönüşmeye başlayınca, Şeyh Bedreddin, ailesiyle beraber Kahire’yi terk ederek önce eski dostu Kudüs Hac Emîri Keşmirî’nin bulunduğu Kudüs’e gider. Keşmirî’nin ölümünü öğrenince oradan Halep’e geçer.

ŞEYH Bedreddin’in torunu Hafız Halil tarafından yazılan Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin’e göre, Orta Asya’dan gelip Bağdat’a yerleşen Şeyh’in büyük dedesi, Moğolların Bağdat’ı istilâsı sırasında şehit düşer. Bunun üzerine aile, Anadolu Selçuklu Devleti’nin payitahtı olan Konya’ya iltica eder ve Bedreddin’in dedesi Abdülaziz, takriben 1250 yılı civarında Konya’da doğar.

Konya’da bir derviş ve alp olarak yetiştiği anlaşılan Abdülaziz, gençliğinde Mevlâna’ya mürit olmuş, onun ölümünden sonra da Hüsameddin Çelebi’ye bağlanmıştır. Tekkedeki ilim irfan faaliyetleri yanında gazâlara da iştirak eden Abdülaziz, Anadolu Selçuklularının tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Osmanlıların hizmetine girmiş ve yüz yaşını geçmiş olduğu hâlde Dimetoka’nın fethine katılarak bu savaşta şehit düşmüştür.

Şeyh Bedreddin’in babası İsraîl, ilme ve özellikle fıkha özel ilgisi sebebiyle genç yaşta fıkıh tahsili için Semerkand’a gitmiş ve meşhur fıkıh kitabı Hidâye’nin yazarı Merginânî’nin torunlarının da içinde bulunduğu hocalardan fıkıh tahsil ederek Anadolu’ya dönmüştür. İsraîl de babası gibi hem derviş, hem gazi meşrebine sahip birisidir. Anadolu’ya döndükten sonra Rumeli fetihlerine iştirak etmiş ve Simavna’yı bizzat fetheden komutan olması hasebiyle -ilmî yetkinliği de göz önünde tutularak- fetihten sonra buraya kadı olarak atanmıştır.

Kadı İsraîl, fethedilen Simavna Kalesi’nin Bizanslı komutanının Müslüman olup “Melek” adını alan kızıyla evlenir ve bu evlilikten 1358/59 yılında Şeyh Bedreddin doğar.

Âlim ve cengâver bir aile mirasına sahip olan Şeyh Bedreddin, babası ve dedesi gibi ilim ve gazâyı beraber yürüttükleri anlayışın aksine sadece ilme odaklanmıştır. Muhtemel temel eğitimini babasından tamamladıktan sonra, Mevlâna Şahidî’den hafızlık icâzeti almış ve Molla Yusuf’tan da İslâmî ilimleri tahsil etmiştir.  Bu esnada “Koca Efendi” namıyla bilinen Bursa Kadısı Şeyh Mahmud’un Edirne’ye gelmesi üzerine Koca Efendi’nin oğlu olup ileride Kadizade-yi Rumî diye şöhret bulacak olan Riyaziyeci Musa ile Koca Efendi’den ders okurlar. Koca Efendi’nin tekrar Bursa’ya dönmesi üzerine amcaoğlu Müeyyed ile Bursa’ya giderek bir yıl süreyle Koca Efendi’nin derslerini takip ederler. Koca Efendi’nin tavsiyesi üzerine Konya’ya geçerek Mevlâna Feyzullah’tan dört ay civarında mantık ve astronomi dersi alırlar.

Konya’daki tahsillerini tamamlayınca ilim rotasını Mısır’a çeviren ikili, bu yolculuğun güzergâhlarından Kudüs’e vardıklarında, burada ünlü hadis bilgini İbn Askalanî’den altı ay boyunca hadis dersi alarak Sahîhayn’ı ikmâl ederler. İkili Mısır’a ulaştığında, Bedreddin henüz 30 yaşına basmamıştır. Mısır’da Kahire müderrislerinden Mübarekşah-ı Mantıkî’den ilâhiyat, mantık ve felsefe okuyan ikili, hocalarıyla beraber Hacca giderler. Hac mevsiminden üç ay önce Mekke’ye ulaşarak Şeyh Ebu Zeylaî’ye konuk olurlar. Menakıb, Şeyh Bedreddin’in Zeylaî’den Hac mevsimine kadar fıkıh okuduğunu kaydeder. Hac dönüşünde Kudüs Hac Emîri Keşmirî ile Kudüs’e gelen Bedreddin, Mısır’da Şeyhülislâm Ekmeleddin’in Hidâye okutacağı haberini meşhur bilgin Seyyid Şerif Cürcanî’den haber alır  ve hem Cürcanî, hem de meşhur Kitâb-ı Şifâ müellifi Aydınlı Hacı Paşa ile birlikte Ekmeleddin’den Hidâye okurlar. Böylelikle babasının Semerkand’da okuduğu bu kitabı, oğul ise Mısır’da tamamlar.

Mısır’da kabiliyet ve zekâsıyla seçkin bir öğrenci olarak kendini gösteren Bedreddin, bu kabiliyetinin bir sonucu olarak Memlük Sultanı Seyfeddin Berkuk’un oğlu Ferec’in özel hocası olur. Birkaç yıl içinde Sultan Berkuk vefat edince, henüz 12 yaşında bir sabi olan Ferec, 1399 yılında Memlük tahtına geçer ve Bedreddin’in özel hocalığı da bu münasebetle son bulur. Ancak Bedreddin’in özel hocalığı münasebetiyle ilişkiye girdiği Memlük sarayı, ona hayat seyrini değiştirecek bir mürşit/hoca armağan eder: Hüseyin-i Ahlatî…

Hüseyin-i Ahlatî, çok renkli ve çok yönlü bir kişiliktir. Ahlat’tan önce Şam, ardından Mısır’a gelmiş ve Sultan Berkuk’un özel iltifatına mazhar olmuş bir şahsiyettir. Sultan’ın kendisine bir ev tahsisini ve maaş bağlama isteğini geri çeviren bir mizaca sahiptir. Tıp ve kimya ilmine vâkıf, İslâmî ilimlerde yetkin bir simadır. Bunların yanında tasavvuf sahasında veli olarak bilinen bir zat olup Mevlâna’nın Mesnevî’sine şerh yazdığı da söylenmektedir.       

Şeyh Bedreddin, kaynaklardan anlaşıldığına göre, Edirne’ye bağlı bir kazâ merkezi olan Simavna Kalesi’nde doğmuştur. Başlangıçta tasavvufa karşı bir duruşu olan ve semaı tenkit eden bir anlayışa sahip olan Bedreddin, Hüseyin-i Ahlatî’ye intisap ederek tasavvufî neşveden de hissedar olur. Hem mürşidi, hem de müridini çok seven Sultan Berkuk, sarayında iki kız kardeş olan Habeşli cariyelerinden Meryem’i Hüseyin-i Ahlatî’ye, Câzibe’yi de Şeyh Bedreddin’e nikâhlamak suretiyle onlar arasında bir de akrabalık ilişkisi tesis eder. Bedreddin’in bu evlilikten “İsmail” adlı bir oğlu olur.


Şahsiyeti

Mısır’daki tahsil ve irşat sürecini tamamlayan Şeyh Bedreddin, geçirdiği ağır bir hastalığı şeyhinin tıp ve otacılık bilgisi sayesinde atlatır. Bu hastalığın seyrine Mısır’ın havası iyi gelmediği için, şeyhi Hüseyin-i Ahlatî tarafından hem irşat faaliyetleri, hem de hava değişimi maksadıyla Tebriz’e gönderilir. Bedreddin, Tebriz’e, Yıldırım Bayezid Han’ın Emir Timur’a mağlûp olduğu Çubuk Savaşı’ndan bir yıl sonra yani 1403’te gelir. Bu yıl içinde Timur’un torunu Muhammet Sultan’ın Tebriz’de ölmesi üzerine Şeyh Bedreddin, cenazenin Tebriz’den Timurluların başkenti olan Kazvin Zencan arasındaki Sultaniye’ye taşınmasına refakat eder. Bu hizmetinin neticesi olarak da 1403 yılı Mayıs ayında Emir Timur ile görüşme fırsatı bulur. “Menakıbnâme” yazarı torun Hafız Halil, dedesinin bu görüşme esnasında saf değiştirerek Timur saflarına geçen Osmanlı askerlerini azarladığını ve onların da bu hıyanetten nadim olduklarını belirtir ki bu anekdot, Şeyh Bedreddin’in duygusal bakımdan kendi ülkesine olan bağlılığının ve doğru bildiğini her ortamda dile getirme yönündeki cesaretinin açık bir göstergesidir.   

Şeyh Bedreddin Tebriz’deyken Şemseddin-i Cezerî tarafından Timur’un da hazır bulunduğu bir mecliste ilmî bir tartışmaya davet edilir. Cizreli olan Şemseddin Cezerî, Şam kadısı iken Şam emîri ile arası açılınca 1396 yılı civarında Bursa’ya gelir ve Yıldırım Bayezid tarafından kendisine bir medrese tahsis edilir. Çubuk Savaşı’ndan sonra Bursa’ya giren Timur tarafından ilminden yararlanmak üzere Semerkand’a götürülür. Kıraat ilminde üstat olan Cezerî, hadis ve fıkıh sahalarında da tanınmış bir zattır. Adı geçen mecliste âlimlerin çözümünde zorlandıkları bir mesele üzerine yapılan tartışmada Şeyh Bedreddin’in meselenin hâlline ilişkin verdiği cevaplar tatmin edici olunca, Timur, Şeyh Bedreddin’e hürmet ve iltifat ettiği gibi, ona bizzat hizmetinde çalışma teklifi yapar. Ancak Bedreddin, hem şeyhi Ahlatî’nin verdiği görevin yarım kalmaması, hem de Osmanlı ülkesine olan bağlılığı gibi nedenlerle bu teklifi reddederek bir anlamda mukadder akıbetine doğru yürür.

Şeyh Bedreddin, Tebriz’deki görevini tamamlayıp muhtemelen 1403 yılı yaz sonunda şeyhinin memleketi Ahlat hattı üzerinden tekrar Mısır’a döner. Bu dönüşü izleyen günler içinde de ona, Şeyh Bedreddin kimliğini veren ve kendisinin şahsiyetini tamamlayan şeyhi Ahlatî, Hakk’a yürür. Mevlâna’nın hayatında Şems neyse, Şeyh Bedreddin’in hayatında da Ahlatî tam odur! Aklî, naklî ve tasavvufî ilimlerde özgün bir terkibe ulaşmış bir şahsiyet olan Ahlatî,  muhtemelen Mevlevîlik usulünce sema ve zikir yapan biridir. Oysa Bedreddin, dedesinin Mevlâna müridi olmasına rağmen semaı inkâr eden ve tasavvufu beyhude gören bir anlayış sahibidir.

Ancak Mesnevî’ye şerh yazan ve Mevlâna’ya büyük sevgisi olan Ahlatî’nin sohbeti esnasında öyle bir cezbeye kapılır ki o şevkle gidip İmam Şafii’nin türbesinde uzlete çekilmekle kalmaz, yanından eksik etmediği kitaplarını da o coşku sürecinde Nil nehrine atar.

Bu dönüşümden sonra Bedreddin’de öyle ifrat bir uzlet neşvesi oluşur ki tatmini mümkün değil. Meselâ Tebriz dönüşünde şeyhinin ölümünden önce kendi beyanına göre yedi kez çile çıkarır. İşte ilim ve irfanıyla Mısır’ın yegânelerinden biri olan Ahlatî ölüm döşeğindeyken, Bedreddin ile beraber ileri gelen müritleri de başucundadır. Şeyh, ölüm ânındayken birden Yûnus Emre’nin şu matla ile başlayan gazelini okumaya başlar: “Bir dürr-i yetîmem ki görmedi beni ummân/ Bir katreyem illâ ki ummâna benem ummân.”

Bunun üzerine Ahlatî’nin müritlerinden güzel sesli biri, bu gazeli bir ilâhi formunda okumaya başlar ve Ahlatî, fani hayata bu Yûnus Emre gazelinin refakatinde veda eder.

Ahlatî’nin vasiyeti, kendi mâkâmına Bedreddin’in geçmesini salık verdiği için, o mâkâma Bedreddin geçer. Ancak o mâkâmda gözü olanlar, şeyhlerinin mâkâmına sonradan gelen birinin geçmesini pek içlerine sindiremezler. Bu muhalefet içten içe büyüyerek altı ay içinde yönetilemez bir hoşnutsuzluğa dönüşmeye başlayınca, Şeyh Bedreddin, ailesiyle beraber Kahire’yi terk ederek önce eski dostu Kudüs Hac Emîri Keşmirî’nin bulunduğu Kudüs’e gider. Keşmirî’nin ölümünü öğrenince oradan Halep’e geçer.

Halep Türkmenlerinin Bedreddin’i bağırlarına basmaları ve adına bir dergâh tesis edip kendilerine şeyhlik yapmaları ısrarına rağmen orada da durmayarak Anadolu’ya geçer. Bedreddin’in o dönemde istikrarsız bir sosyal doku gösteren Halep’te durmaması son derece normaldir. Tasavvufî açıdan pek çok inanç ve meşrebin odağı hâline gelen Halep’te muhtemelen Seyyid Nesimi etkisiyle Hurufîler çoğunluktaydı. Halep,  Nesimi’nin idamı sonrasında bir büyük boşluk ve arayış içinde istikrarsız bir yapı arz ediyordu. Menakıb yazarının ifadesine göre, Bedreddin’e mürit olmak isteyenler arasında Nesimi’nin idamına fetva veren Malikî kadısının bile yer alması manidardır.

Anadolu’da…

Şeyh Bedreddin’in Anadolu’daki ilk durağı, eski tahsil mekânı Konya olur. Konya’da hüküm süren Karamanoğullarının beyini kendine mürit yapan Bedreddin, yine onun Konya’da kalmasını ve emrine bir tekke vereceği vaadine rağmen Konya’da kalmaz. Bedreddin Konya’da iken onun Konya’da olduğunu öğrenen Somuncu Baba namıyla maruf Hamîd-i Aksarayî, Konya’ya gelerek Şeyh Bedreddin ile görüşür. Hatta Menakıbnâme’ye göre birlikte halvete girerler.

Bedreddin’in Konya’da kalmayacağını anlayan Karamanoğlu beyi, emrine asker vererek onu Ilgın istikametine yolcu eder ve Somuncu Baba da Aksaray’a döner.

Şeyh Bedreddin’in Karaman diyarından ayrılıp memleketi Edirne Simavna’ya gitmek için Osmanlı’nın tam da fetret devrine denk gelen bir tarih diliminde izlediği bu zorunlu güzergâh, onun hayatını ileride tamamen değiştirecek bir oluşumun işaretleriyle doludur. Karaman diyarından Germiyanoğulları Beyliği topraklarına giren Bedreddin, Germiyanoğlu İkinci Yakup ve annesi tarafından saygı ve sevgiyle karşılanır. Germiyanoğulları sahasından Aydınoğulları sahasına geçen Bedreddin, uğradığı menzillerde müritler edinerek Tire’ye ulaşır.

Tire’de “Dede Sultan” diye meşhur olan Börklüce Mustafa ile tanışır ve ileride kendi adına çıkarılan isyanda mühim bir rol oynayacak olan bu şahsı kendine bağlar.

Tirede iken Aydınoğullarından Cüneyd’in davetine icabet ederek İzmir’e doğru yola çıkar. İzmir’de Aydınoğulları Beyi Cüneyd’in kendine intisabıyla bir anlamda beyliğin manevî önderi konumuna yükselen Bedreddin, İzmir’de ikâmeti esnasında Sakız adasına geçerek oradaki Hıristiyan ahali arasında da irşat faaliyeti yürütür ve kimi papazların Müslüman olmalarına vesile olur.

Tire hattından denizyoluyla Gelibolu’ya, oradan da Edirne’ye geçmeye çalışan Bedreddin, deniz yolunun beylikler arası savaş sebebiyle Saruhanoğulları tarafından tutulması durumu üzerine tekrar Kütahya’ya dönerek oradan Domaniç güzergâhını takip eder. Bu zorunlu güzergâhta yine ilerideki hayatının önemli figürlerinden olacak bir grup Torlak ile karşılaşır. Kalenderîlikten ayrılma bir kol olan Torlaklar, 10’uncu yüzyılda ortaya çıkıp 12’nci asırda Cemaleddin-i Sâvî tarafından yeniden örgütlenirler. Torlaklar Anadolu’da 13’üncü asırdan itibaren ortaya çıkarlar ve Orhan Bey zamanında şeriat edebine aykırı hareketlerinden dolayı Bursa’dan sürgün edilirler. Saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kazıtıp, mahrem yerlerini koyun ve keçi postuyla örtüp yarı üryan gezen bu tayfa, zaman zaman haramilik yapmakta ve devlete karşı girişilen isyan hareketlerine de tereddütsüz katılmaktadır.

Bedreddin’in bu Torlakları müritliğe kabul etmesi, ileride başına açılacak işlerin dibacesi gibidir. Zira burada müritliğe kabul ettiği Torlakların başında bulunan ve kimi kaynakların Yahudi mühtedisi olarak andıkları Torlak Hu Kemâl, tekin bir insan değildir.

Kütahya, Bursa ve Gelibolu üzerinden muhtemelen 1407 yılı civarında Edirne’ye gelen Şeyh Bedreddin, böylelikle takriben 1388/89 yılında ayrıldığı baba evine 18/19 yıl sonra bir eş ve üç çocukla tekrar dönüş yapar. Döndüğünde anne ve babasını sağ olarak bulan Bedreddin, aynı yıl içinde eşini kaybeder. Eşinin ölümünün kederi ve kendisinde halktan el çekme isteğinin galebe çalması üzerine 1407 yılında, yedi yıl niyetiyle inzivaya çekilir. Ancak kader, ona başka bir hayat sunmak üzere devinmektedir.

1411 yılında Yıldırım Bayezid’in şehzadelerinden Edirne tahtının sahibi Süleyman Çelebi ile kardeşi Musa Çelebi arasında çıkan savaşta, Musa Çelebi galip gelerek Edirne’yi ele geçirir ve başkent olması hasebiyle de tahta oturur. İşte Musa Çelebi’nin bu zaferi, Simavna’daki baba ocağında yedi yıl kastıyla inzivaya çekilen Bedreddin’in inzivasının dördüncü yılında son bulmasına yol açar. Zira Musa Çelebi, Şeyh’i ilmiye sınıfının en yüksek mâkâmı olan kazaskerliğe getirmek istemektedir. İnzivadaki Şeyh bu teklife ilk başlarda sıcak bakmasa da ikna edilerek kazasker olarak Musa Çelebi’nin hizmetine girer.

Şeyh Bedreddin’in yaklaşık üç yıl süren kazaskerlik vazifesinde gösterdiği liyakat ve üretkenlik, kendisini bu mâkâma uygun gören Musa Çelebi’nin insan seçmekteki ferasetine bir örnektir. Bedreddin bu mâkâmda iken on ay gibi kısa bir sürede, hacimli bir fıkıh eseri olan “Câmiü’l- Fusileyn”i yazar. Ayrıca Mısır’da iken yazdığı “Letâifü’l-İşârât” adlı eseri üzerine de “Teshîl” adıyla bir şerh yazmaya başlar. Şeyh’in icraatlarının adalet üzere oluşu, tımar vermekteki cömertliği, yaşayışının sadelik ve derinliği, ona Rumeli bölgesinde geniş bir nüfuz ve ün kazandırır. 

Musa Çelebi’nin 1413 yılında Çelebi Mehmed’e yenilmesi üzerine Musa Çelebi’nin hizmetinde bulunan devlet adamlarıyla beraber tutuklanan Şeyh, temsil ettiği ilim mâkâmına hürmeten ayda bin akça maaş bağlanarak iki oğlu ve bir kızıyla beraber İznik’e sürgün edilerek burada göz hapsinde tutulur. Ancak bu süreç; sıkı bir göz hapsi olmayıp Şeyh’in İznik’te serbestçe yaşadığı, kitaplarını telif ettiği ve gelen ziyaretçileriyle görüştüğü bir süreçtir.

Şeyh’in hayatı dıştan böyle görünse de, içinde bulunduğu şartların kendi ruhundaki yansıması bize bu durumun aksini göstermektedir. 1415 yılında tamamladığı Teshîl’in sonunda, bu durum karşısında hissettiği şeyleri şöyle kaleme alır: “Bu kitabı tamamladığım şu sırada İznik’te hapis belâsı, gurbet ve sürekli üzüntü ve keder sebebiyle musibet ve sıkıntıya düşmüştüm. Yüreğimde yanan ve izleri günden güne ortaya çıkan ateşin öyle kavurucu bir alevi vardı ki ben ve kalbim demirden olsaydık bile yine de erirdik. Allah bizi ve sıkıntı ve belâda olan diğer Müslümanları kurtarsın. Ey gizli iyiliklerin Efendisi! Bizi korktuklarımızdan kurtar.”   

Şeyhin Teshîl’e yazdığı bu son cümle, bir önsezidir âdeta. O korktuklarından kurtulmayı umarken, olayların eli ise farklı bir şekilde harekete geçer ve Şeyh’i bulunduğu yerde bir korku ve kaygı dalgasıyla kuşatır. (Devam edecek…)