
Girizgâh
“TERAKKİ”, TDK’ye göre “ilerleme, gelişme ve
yükselme” demekmiş. Ancak bu söz, daha çok Fransız Şarkiyatçısı ve teolog olan
Ernest Renan’ın “İslâm terakkiye mânidir” sözünü çağrıştırıyor her nedense. Namık
Kemal’den Mehmed Akif’e ve hatta günümüze kadar İslâmî hassasiyete sahip ve eli
kalem tutan birçok münevver bu söze reddiyeler yazmış, ama onların yazdıkları
onca reddiye ve makale unutulmuş, bu bir cümle ise hâlâ söylendiği günden bugüne
kadar her fırsatta ağızlarda adi bir sakız gibi çiğnenmekte ve yine her
fırsatta şımarık bir eda ile şişirilip patlatılmakta.
Bu adi sakız
ağızdan ağza alınıp yıllardır çiğnene çiğnene çürük çaputa dönse de, elden önce
bizdeki sözde aydın geçinen lümpenler el artığı bu sakızı çiğnemeye can atarken,
yeni nesilleri de bu sözlerle zehirlemeyi bir marifet sanıyorlar.
Uzun uzun tarih
anlatmak istemiyorum. Ama tarihin tozlu sayfalarını karıştırıp üst başlıkları,
bazı dipnotlarını ve kıyıda köşede kalmış bir iki hakikati dile getirmek de
gerekiyor. İslâm, son İlâhî din olarak 600’lü yıllarda Hazreti Muhammed
aracılığı ile tüm insanlığa gönderildi. Kur’ân-ı Kerîm de bu İlâhî dinin
kitabıdır. İslâm, yeryüzünde neşet etmesiyle beraber kadim dinler olan
Yahudilik ve Hıristiyanlık ile bunun yanında putperestlik gibi pagan anlayışlar
ile mücadeleye girişti. İslâm, tevhid esaslı bir din olduğundan tapılmaya ve
ibadet edilmeye lâyık olan tek varlığın Allah olduğunu, O’nun doğmadığı,
doğurulmadığı, yaratılmış hiçbir şeye benzemediği, evlât edinmediği, oğlu-kızı
olmadığı gibi inanç esasları yanında ahlâkî meseleler, muamelat konuları ve
ibadete dair umdeleri içeriyordu. Bu durum diğerlerinin işine gelmiyordu. Birilerinin
kurmuş olduğu yalancı dinî saltanat sorgulanmaya başlandı.
Baskıcı ve yalancı
siyâsî düzenler, İslâm’ın hak ve hakikatperver ışıkları altında yavaş yavaş
erimeye başladı. Çölün ortasında yaşayan ve bedevî bilinen bir topluluk, kısa
bir sürede bu din ile birlikte yepyeni bir medeniyet inşâ ediverdi. Bir anda bu
medeniyetin ışıkları dünyanın dört bir yanına ulaştı. O ışığın ulaştığı her yer
karanlıktan sıyrıldı, huzur buldu, hürriyet buldu. Bu huzur ve hürriyet ortamı
ilimde, bilimde ve sanatta döneminin en ilerisiydi. Bu medeniyet, uygarlık
anlayışının aksine, merkeze insanı ve hayatı alan bir anlayışı taşıyordu. Sınırları
İlâhî vahyin emir ve yasaklarıyla çizilen bu medeniyet, her türlü sömürü, gasp,
haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk ve zulme karşıydı.
Batı terakkisinin önemli metotları
Batı, Doğu
karşısındaki ezikliğini gidermek için titreyip kendine gelerek düşünmeye
başladı. Evet, bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Antik Yunan felsefesini
yeniden hatmedip sular seller gibi ezberlediler. Günlerce düşündüler. Yazdılar,
çizdiler, olmadı; sildiler, yeniden yazdılar ve sonunda kestirmeden bir terakki
için bazı metotlar keşfettiler ve bu metotları harfiyen icra ettiler. Batı’nın
üstün aklı ve dahi tavizsiz disiplini, sonunda başarıyı beraberinde getirdi.
İşte bu metotlardan bazıları!
Haçlı sürüsü, İznik’e geldiklerinde işgal ettikleri köylerde yakaladıkları Müslüman çocuklarını parçalayıp etlerini şişlere geçirerek ateşte kızartmış ve yemiştir.
Yamyamlık
ve yağmacılık
“Batı” dediğimiz
Avrupa, Müslümanların aydınlanma,
kendilerinin de karanlıklarda boğuştuğu Orta Çağ’da Kilise’nin Engizisyon zulmü
altında inim inim inliyordu. Her yerde hak gaspları, huzursuzluk, hırsızlık, yolsuzluk
ve cinayetler almış başını gidiyordu. Bu yüzden bu çağa kendileri “Karanlık Çağ”
adını koydular.
Oysa Müslümanlar
bu çağda aydınlık, refah ve zenginlik içinde yaşıyorlardı. İşte bu çağda
derebeylerin ve Kilise’nin tahakkümü altında inleyen Batı dünyası, Doğu’nun
zenginliğini, huzurunu ve refahını Haçlı Seferleri ile birebir görmüş, tanımış
ve onu çalarak, çırparak kendi memleketine götürmeye kalkmıştı. Bu amaçla
düzenlenen Haçlı Seferleri, 1096’da başlamış ve tam iki yüz yıl sürerek 1296
yılında sona ermiştir. Ama bu zihniyet sürekli canlı kalarak günümüze kadar
gelmiştir. Terakkinin ilk adımlarının atıldığı bu savaşlarda yaşananlar o kadar
ileri seviyelerdedir ki böyle bir terakkiye erişmek, Müslüman Doğu için
imkânsızdır. İşte Renan’ın da iddia ettiği bu terakkiyi Müslümanlar, dinleri
yüzünden asla ve asla yakalayamazdı.
Örneğin ilk Haçlı
seferinin düzenlendiği 1096 yılında Anadolu topraklarına giren Haçlı sürüsü,
bir anda insaniyet vasıflarındaki üstün terakki ile vahşi hayvanlar seviyesini
geçmeyi başarabilmiştir. İznik’e geldiklerinde işgal ettikleri köylerde
yakaladıkları Müslüman çocuklarını parçalayıp etlerini şişlere geçirerek ateşte
kızartmış ve yemişlerdir. Aynı ruh ve şuurla Antakya’ya ulaşan Haçlı sürüsü,
pardon, ordusu, başlarında bulunan ve büyük bir terakki adamı olan Papaz Pierre
I’Ermit’in ısrarıyla, savaşta şehit edilen Türklerin cesetlerini birer birer toplamışlar,
etlerini parçalamışlar ve yetişkinleri küplerde, çocukları da şişlere takıp pişirerek
yemişlerdir.[i]
Hatta ulaştıkları
bu terakki seviyesinin sır olarak kalmaması ve bizim bir türlü terakki edememiş
Müslüman barbarların da öğrenebilmesi için ahaliyi zincire vurup yaptıkları bu
terakkisel eylemlerini onların gözleri önünde icra etmişlerdi. Ama boşuna bir
uğraştı bu; zira bir türlü bizim barbarlar terakki edemediler. Çünkü Haçlılar
Kudüs’ü istilâ ederken, öldürdükleri
Müslümanlardan ehramlar dikip yakıyorlar, böylece insanlığı aydınlatıyorlar,
sokaklarda ayak bileği hizasında akan kanları ile de terakkinin
yollarını suluyorlardı.
İşgal edilen köyler, şehirler, ülkeler itina ile yağmalanıyor, elde edilen ganimetler de yine terakki yolunda sarf ediliyordu. Bu yağmacılık da tekâmülden nasiplenerek ilerleyen yüzyıllarda tüm yeraltı ve yerüstü kaynakların yağmalanması şeklini alacaktı. Demokrasi karşılığında petrole, kömüre, elmasa, suya, periyodik sistemde bulunan bilumum elementlerden ne bulunursa yağmalanacaktı. Hatta tabiî güzellikleri ile göz kamaştıran adalardaki ibtidaî yerli halkların soyları kurutulacak ve buralara Batılı asilzadeler yerleştirilecekti. Buralar terakki ettirilerek birer tatil, kumar ve seks merkezine dönüştürülecekti ve öyle de oldu.
İnsan
(köle) ticareti
Ezik Batı, Haçlı
Seferlerinde bayağı bir mesafe kat edip kendine gelince Rönesans ve Reform
hareketlerini başlattı. Büyük mücadeleler sonunda bu hareketler de başarıya ulaştı.
Artık Sanayi Devrimi de gerçekleşmişti. Buharlı gemiler icat edilmişti. Barutlu
silahlar ve toplarda büyük mesafeler kat edilmişti. Kendine gelen Batı, artık
Müslümanların elinde bulunan İpek ve Baharat Yollarını kullanmak istemiyordu.
Ticaretin yönü de, kendi de, rengi de değişmeliydi. Bunun için coğrafî keşifler
yapmaları gerekiyordu. Uzak Asya’nın ipek ve baharatına daha kısa yoldan
ulaşmaları gerekiyordu. Madem karayolu Müslümanların elindeydi, o zaman denizden
yeni rotalar bulunmalıydı. Bunun için de denizlerde dolaşmak gerekiyordu. Öyle
ya, onlar da biliyorlardı ki, arayanlar her zaman bulamasa da bulanlar hep
arayanlardı.
Avrupa’dan kalkan
gemiler önce Afrika kıtasının Atlantik kıyılarını keşfetti. Bu keşifler
Avrupalının merakını cezbetmiş olacak ki kıtanın iç kısımlarını da kolaçan
ettiler. Bir de baktılar ki, buralarda gerçekten ibtidaî hayat süren Siyahiler
yaşıyor ve bunlar, tıpkı derileri gibi büyük bir karanlık içindeler. Avrupa’nın
beyaz tenli, terakki için yemin etmiş aydın insanlarının hizmetlerini görmeleri
için bu Siyahiler onlara götürülmeliydi. İşte bu amaçla bu savunmasız insanlar
yurtlarından toplanılıp gemilerle Avrupa’ya götürüldü. Tabiî ki bu mesarifli
bir işti ve bir bedeli olmalıydı. Bu amaçla Portekizliler tarafından 15’inci
yüzyılda “Parayı veren, Siyahı alır” şeklinde bir motto ile Atlantik köle ticareti
resmen başlamış oldu.
Terakki engel
tanımıyordu. Karalar barbarların elinde ise, uzak denizler bu aydın Beyazların
elindeydi. İnsanlık tarihine en büyük hizmet (!) olan Siyahların aydınlanması (!)
işine İspanya, Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Danimarka ve Hollanda gibi
terakkiperver (!) ülkeler de katıldı. Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya
İmparatorluğu, terakki liginin zirvesini kimseye kaptırmayı istemiyordu. Hemen
alelacele denizcilikte büyük bir terakki sağlanarak köle ticaretinde de lider
konumuna gelindi. 17’nci yüzyılda Bristol ve Liverpool bu ticaretin merkezi
hâline getirildi. Öyle ki, Liverpool’dan Atlantik’e doğru yola çıkan her dört
gemiden biri, kendisini bu terakki dâvâsına adamış köle ticareti
gemisiydi. İngiltere terakkiperverlikte zirve mücadelesi yaptığı için köle
taşıyan korsan gemilerine saldırıyor ve el koydukları yükleri ve Zenci köleleri
Virginia ya da Antiller’de satıyordu.
Köle ticareti
yapan gemilerde erkek köleler ya birbirlerine ya da güverteye zincirleniyordu.
Çünkü bu insanlar çok barbarlardı ve her an aydınlanmaya karşı ayaklanabilirlerdi(!).
Yolculuk esnasında da bu barbarların taşıdıkları salgın hastalıklar başa belâydı.
Salgın hastalıklarla mücadelede en kesin çözüm, hastaların öldürülüp denize
atılmasıydı. Bu gayet ileri bir teknikti. (Korona ile mücadelede bugün bile bu
seviyeye gelinemedi!) Buna denizlerde kopan fırtınalarda yaşanan batma ve boğulma
olayları da eklenince, Afrika’dan yola çıkan Siyahilerin ancak yüzde 50’si
terakki ile tanışabilme şansına sahip oluyordu. Diğerleri ise maalesef
havasızlıktan, boğulma ve salgın hastalıklar yüzünden yolda ölüyorlardı.
Bu insanlığın
derisini ağartma işinin seyr-ü seferinin de çetelesi tutulmuştu. Buna göre
1768’de Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60 bin, Fransızlar 23 bin,
Hollandalılar 11 bin, Portekizler bin 700 köle götürmüş, o yılda toplam satılan
köle sayısı 97 bin 500’ü bulmuştu. 1787 yılında bu sayı 100 bin Zenci köleye
ulaşmıştı. 1681 yılında Amerika’nın Virjinya eyaletinde 2 bin Zenci köle varken,
1850’lerde bu sayı 4 milyonu aşmıştı. 16’ncı yüzyıl ile 19’uncu yüzyılın
ortalarına kadar sadece Brezilya’ya getirilen Zenci köle sayısı 3 buçuk milyonu
bulmuştu.
Bu arada yeni
keşfedilen Amerika kıtasının yeniden inşâsı için toplam 15 milyon Zenci
köleleştirilerek götürülmüştü. Kölelerin can kayıpları da düşünüldüğünde
Afrika’dan koparılan ve gemilere yüklenen Zenci sayısı 25 milyonu buluyordu. Bu
iş 19’uncu yüzyıla kadar sürdü. Bu sayede hem ticaret gelişti, hem de ucuz iş
gücü ile Sanayi Devrimi’nde fabrikatörler köşeyi dönerek büyük bir terakki
sağlandı.
Adamlar tam 300
yıl boyunca 25 milyon insanı terakki ile buluşturmak ve onları çağdaşlaştırmak
için canla başla mücadele etmişlerdi(!). Maalesef bu mücadeleyi bir türlü
anlayamayan barbar Cezayir’in ilk Cumhurbaşkanı olan Ahmet Bin Bella, “1492
ile 1800 yılları arasında 100 milyon Afrikalı öldürüldü. Bu tarihlerde İngiltere’nin
nüfusu 3 milyon, İspanya’nın nüfusu ise 11 milyondu” diyerek olayı başka
yönlere çekmeye çalışmıştı![ii]
1681 yılında Amerika’nın Virjinya eyaletinde 2 bin Zenci köle varken, 1850’lerde bu sayı 4 milyonu aşmıştı. 16’ncı yüzyıl ile 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar sadece Brezilya’ya getirilen Zenci köle sayısı 3 buçuk milyonu bulmuştu.
Terakkinin bedeli: Endüljans
Terakkiye giden
yol çetin ve masraflıdır. Terakki demek, fatura demektir. Bu faturanın da
başkaları tarafından ödenmesi şarttır. İşte Orta Çağ Avrupa’sındaki Katolik
kilisesi de bu meselede bayağı bir düşünmüş, o güne kadar yazılmış tüm felsefî,
iktisadî ve ictimâî ne kadar kitap, dergi, risale, tablet, parşömen varsa
hatmetmiş ve yeni bir şey keşfetmişti: İnsanoğlu günah işliyordu. Böylece
Tanrı’nın emrini çiğnemiş, dolayısıyla ondan yüz çevirmiş, herhangi bir şeyi
Tanrı’ya tercih etmiş oluyordu. Ayrıca işlenen günah, hem günah işleyene, hem
de mensubu bulunduğu topluma da zarar veriyordu. Bu işe el atılmalıydı. Bu
sayede hem Kilise’nin terakki yolundaki masrafları karşılanacak, hem de
insanlık günah psikolojisinden kurtulmuş olacaktı. Papanın emriyle derhâl işe
el atıldı ve adına “Endüljans” denilen bir af belgesi ve akabinde Cennet’ten de
arsa tapusu satışları başladı.
Bu kârlı satışlar
Reform hareketlerine kadar sürdü. Ama bu uygulama eski popülerliği ve kârlılığı
olmasa da günümüzde bile devam ediyor. Bu konudaki son düzenleme de Papa
Altıncı Pavlus tarafından 1 Ocak 1967’de ilân edilen, “Endüljans, Tanrı
tarafından affedilen suçların dünyevî cezalarının Kilise tarafından
bağışlanmasıdır. Endüljans kısmî veya küllî olabilir, ölüler için de
kullanılabilir” şeklindeki bir düzenleme ile Kilise Kanunu’nda da yer aldı.
İşte terakki yolunda bu kadar önemli olan bir kaynağı, o zamandan bu zamana dek
Müslümanlar keşfedememişti. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de, “Günahları Allah’tan başka
kim affedebilir ki?” (Âl-i İmrân, 135) diye bir de ayet vardı.
Terakki bedel ister!
Coğrafî ve
teknolojik keşiflerin yanı sıra sömürgeciliği de keşfeden Batı aklı, hızlı bir
şekilde terakki etmeye devam ediyordu. Ancak ısrarla söylediğimiz gibi bu iş
bedelsiz olamıyordu. İnsanlığın ihyası ve yeni dünya düzeninin inşâsı için
bedava hammadde, iş gücü ve enerjiye ihtiyaç vardı. Bir de üretilen malların
satılacağı pazarlar lâzımdı. Bu pazarlar, bu hammaddelerin temin edildiği
ibtidaî hayat süren ülkelerden başlanarak semt pazarlarına kadar geniş bir
alanı kapsıyordu. Lâkin bazen sömürgelerdeki ibtidaî kafalar isyan çıkarıyordu.
Tabiî ki bu cezasız kalmıyordu. Ucu soykırımlara kadar varan bu etnik temizleme
hareketi ile terakki yolundaki dikenler de temizlenmiş oluyordu.
Efendim, bu çetin
mücadeleye de hızlıca bir göz atalım isterseniz…
Dünya terakki
tarihinin en önemli aktörelerinden olan İngiltere, 1788-1938 tarihleri arasında
sömürgeleştirdiği Avustralya’da terakki karşıtı olan yerli halk Aborijinlerin
aralarına salgın hastalıklar yaymak ve su kaynaklarına ve yemeklerine zehir
katmak suretiyle 700 binin üzerinde yerliyi yok etti. Geride sadece 31 bin kişi
sağ kalabildi. İngiliz kuvvetleri 1950’li yıllarda Kenya’da Mau Mau
ayaklanmasını bastırırken, 310 bin insanı toplama kamplarına kapattı, 1
milyondan fazla insanı da çevrilen köylerde tuttu. Olaylar sırasında 100 bin
insan canavarca yöntemlerle öldürüldü. Tutuklulara hadım etmekten göz ve kulak
oymaya kadar medenîce (!) işkenceler yapıldı.
İkinci Dünya
Savaşı’nda İngiltere ve ABD Hava Kuvvetleri tarafından Almanya’nın Dresden
şehrine yağdırılan bombalar sonucu 500 bin terakki karşıtı insan hayatını
kaybetmişti. Bu katliam emrini veren terakkiperver Churchill’e terakkiperver
İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth tarafından 1953 yılında terakkiperver
Kraliyet Nişanı verildi.
“Dünyanın terakki
adına borçlu olduğu milletlerin başında Amerika gelir” desem abartmış olmam(!).
İnsanlık terakki adına Amerikalılara çok şey borçlu. Onlar olmasa bugün
yeryüzünde demokrasinin “D”si bile olamazdı. Meselâ adamlar tâ yerlerinden,
okyanus ötesinden kalkıp bizim Orta Doğu’nun kıyısına köşesine demokrasi ve
terakki getirdiler. Şu anda demokrasi gitmeyen bir tek ortası kaldı.
Dünyanın terakki
jandarması sıfatıyla girmedikleri bir delik kalmayan Amerika, İkinci Dünya Savaşı’nda
terakki adına yanlış işler yapan Japonların kulağını çekerek onları hizaya
sokmayı da başarmıştı. ABD Başkanı Truman’ın emri ile 6 Ağustos 1945’te atılan
atom bombasıyla Hiroşima’da ilk anda 70 bin kişi, bombadan kaynaklanan
radyasyon sebebiyle Hiroşima’nın ilk beş yıl içerisindeki bilânçosuna göre 150
bin kişi öldü. Nagazaki’ye de atom bombası atılmasıyla burada da ilk anda 74
bin kişi öldü, şehirdeki binaların yüzde 36’sı tamamen yok oldu. Daha sonra ölü
sayısı 143 bin 124’e ulaştı.
Suriye, Irak ve
Afganistan başta olmak üzere dünyanın her tarafında terakkiperver hizmetler
yapan Amerika’nın icraat raporları henüz tam olarak yayınlanmadığı için
şimdilik bir rakam veremiyoruz.
Bir diğer
terakkiperver millet olan Almanlar, 1890’larda hammadde ve iş gücü ihtiyacını
karşılamak için bugünkü Namibya’da bulunan Herero ve Namaları sömürgesi hâline
getirdi. Bu iki ırk, 1904 yılında ayaklandı. Herero ırkının yüzde 80’i, Nama
ırkının ise yarısı katledildi. İsyan öncesi 132 bin olarak bilinen yerli
nüfustan bir yıl içinde geriye sadece 15 bin kişi hayatta kaldı. Pek çok yerli kadın, Alman
askerlerine seks kölesi olarak hizmet vererek terakki tarihine isimlerini altın
harflerle yazdırdı(!). Yine Almanlar 1933-1945 yılları arasında terakkiperver
saf bir Alman ırkı yaratmak için, aralarında Yahudilerin de bulunduğu diğer
milletlerden ve etnik gruplardan 21 milyon insanı topluca kurşuna dizerek,
toplama kamplarında, fırınlarda yakarak, gaz odalarında zehirleyerek yok etti.
Bu kampanya uyarınca Çingenelerin yüzde 94’ü kısırlaştırıldı.
Terakki yolunda mücadele eden bir diğer millet olan Fransa, 1917’de ise Çad’da, ülkenin her yerinden terakki karşıtı 400 İslâm âlimini, konferans verme bahanesiyle davet ederek katletmekle insanlığı büyük hizmetlerde bulundu(!). Yine Fransa, 1830’da sömürge olarak işgal ettiği Cezayir’e 5 Ağustos 1945’te saldırdı ve bir günde 45 bin kişi öldürüldü. 1 Kasım 1954-19 Mart 1962 arasında 8 bin köy yok edildi ve öldürülen insan sayısı 1 buçuk milyonu buldu. O sırada Cezayir nüfusu 8-10 milyon civarındaydı. Fransa böylece terakki adına ülke nüfusunun yüzde 15’ini yok etmiş oldu. 2 buçuk milyon Cezayirli de zorunlu tehcire tâbi tutuldu. 1994 yılında Ruanda’da yine Fransızlar, Belçika’nın da desteğiyle Hutuları silahlandırıp yüz binlerce terakki karşıtı Tutsi’yi yok ettirdi.
Bir diğer medeniyet
beşiği ülke olan terakkiperver Belçika, sömürgeleştirdiği Kongo’da 1890-1905 arasında Kral İkinci
Leopold’ün emriyle 10 milyon insanı öldürdü. Köle olmak istemeyen çocukların
elleri ve ayakları kesildi. Belçika askerleri, yaptıkları bu ileri medenî (!) işin
torunlarına kalacak bir hatırası olsun diye kesilmiş çocuk ellerinden
koleksiyonlar yapıyordu. 20 milyon olan Kongo nüfusu 8 milyona kadar düştü.
Bir diğer terakkiperver
efsane olan İspanya Diktatörü Francisco Franco da ülkesinde 30 bin muhalifini
öldürtmüştü. Yine İspanyollar, Amerikalılarla birlikte terakki karşıtı
milyonlarca vahşi (!) Kızılderiliyi yok etmişti.
Sanki, “Ya İtalya?”
dediğinizi duydum. Efendim, bu hizmette İtalyan sosu olmazsa olmaz elbette.
İtalya da Libya’da 1911’den 1940’lı yıllara kadar uyguladığı imha operasyonları
ve çölün ortasına kurduğu toplama kamplarında yüz binlerce vahşi ve bedevi (!)
Afrikalı Müslümanı yok etti. Tarihlerinin en terakkici devlet adamı olan
Mussolini yönetimindeki İtalyanlar, 3 Ekim 1935 tarihinde Etiyopya’yı
(Habeşistan) işgal ettiler. İtalyanlar, 1941 yılında Habeşistan’dan çekilene
kadar 760 bin terakki karşıtını yok ettiler. Ama maalesef(!), İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Habeşistan’a tazminat olarak “25 milyon dolar” ödediler. Bu
para kimseyi geri getirmedi tabiî, boşa ödemiş oldular(!).
Hollanda’nın da
terakkiperver hizmetlerini sayıp bu bahsi kapatalım… Hollandalılar, ilk olarak
1615’te gittikleri Kuzey Amerika’daki terakki karşıtı Kızılderilileri
katletmişlerdi. 1700’lü yıllarda yine Hollanda, Doğu Hint adalarını terakki
adına işgal etmişti. Yerli halk, Doğu Hint adalarının yeniden inşâsında
çalıştırıldı. İş imkânının artmasıyla bölgeye Çinlilerin göçü oldu. Bölgedeki
Çinli sayısı 10 bini bulunca tedbir almak şart oldu ve Çinliler sürgüne
zorlandı. 1740’da Hollandalı koloni askerleri, bugün Jakarta’da bulunan Batavia
sahil şehrinde, şehri terk etmeyen 10 binden fazla yerli Çinliyi 10-12 gün gibi
çok kısa bir sürede katletti. Katliamlar bölgede 500’den az Çinli kalana kadar
sürdü. İkinci Dünya Savaşı boyunca yaklaşık 102 bin Hollandalı Yahudi öldürüldü.
Bu Yahudilerin birçoğu, yerel Nazi taraftarlarınca Nazi subaylarına teslim
edildi. Kamplara taşınan bu Yahudilerin yüzde 90’ı yaşamlarını yitirdi.
Hollanda bu sebeple Yahudilere 180 milyon dolar tazminat ödedi. Ancak konuyla
ilgili özür dilemedi.
1945’te Hollanda,
sömürü altındaki Endonezya’nın bağımsızlık talebine katliamla karşılık verdi.
Terakkiperver Hollanda sömürge güçleri, 1945-1949 yılları arasında, kadın ve
çocuklar da dâhil olmak üzere yaklaşık 150 bin Endonezyalıyı katletti. 1947’de
Hollanda askerleri Endonezya’nın Jawa adasında, bir günde 430 kişiyi katletti.
BM bu durumu 1948’de “Kastî ve acımasız!” diye niteledi. 1995’te BM,
Srebrenitsa’yı “güvenli bölge” ilân edip bölgeyi Hollandalı askerlerin
denetimine bırakmıştı. Medenî (!) Sırp ordusu, terakkiperver Hollanda
askerilerinin gözünün önünde Srebrenitsa’da 5 gün içinde 8 binden fazla terakki
karşıtı Bosnalı Müslümanı öldürdü.[iii]
Trajikomik terakki telâkkisi
Şimdi gelelim
sadede!
Renan demiş ki, “İslâm
terakkiye manidir”. Efendim, adam doğru söylemiş! İslâm, adam öldürmeye karşı,
gaspa karşı, yağmaya karşı, savaşta sivillerin öldürülmesine karşı, kadınların
nikâhsız tutulmasına karşı, tecavüze ve tacize karşı, sömürüye karşı, kitle
imha silahlarını üretmeye karşı… O zaman bu terakki nereden sağlanacak, değil mi
ya?
Gideceksin, nerede
petrol, doğalgaz, toryum, altın, uranyum ve su kaynağı var, oraya çökeceksin.
Halkı bu madenlerde karın tokluğuna çalıştıracaksın. Çaptan düşenleri ve sana
isyan edenleri -kadın bile olsa- öldüreceksin. Sonra Dünya Kadınlar Günü, İşçi
Bayramı, Emekçiler Günü gibi bir iki gün icat edip yaptığın katliamları
unutturacaksın.
Ürettiğin malları
zorla fahiş fiyatlara satacaksın. Ülkelerin yönetimlerini dahi yöneteceksin.
İşine gelmeyen bir durum olduğunda darbe yapacaksın. Bir lokma ekmeğe muhtaç
insanların ellerine ürettiğin son model silahları vereceksin. İnsanları birbirlerine
kırdıracaksın. İç savaş çıkarıp, sonra “terörle mücadele” adı altında olaya el
koyacaksın. Onlar vahşi olacak, sen medenî...
Ülkeleri işgal edip
önce taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayacaksın. Her yeri yakıp
yıkacaksın. Sonra müteahhitlerini sokacak, o şehirleri yeniden inşâ edeceksin.
Ülke kaynaklarına çökeceksin. Olmadı, borçlandıracak ve yüksek faizli krediler
açacaksın. Küresel tefecilik yapıp faizin faiziyle hazinelerin anasını
ağlatacaksın.
Okyanuslarda ayin yapar
gibi balina katliamları düzenleyeceksin. Suyu tüketmesinler diye develeri yok
edeceksin. Ama sen hep hayvan hakları savunucusu olacaksın. Diğer ülkelerin
turizmini baltalamak için ormanları yaktıracak ama sen doğa dostu olacaksın.
Kendi ülkende üretimi yasak olan ilâçları üçüncü dünya ülkelerinde ürettirecek,
fabrika atıkların çevreyi kirletecek, ama sen hep çevreci olacaksın. Bilimsel
araştırmalar adına virüsler ve salgın hastalıklar icat edecek, onu dünyaya
yayacak ve sen yine insanlığın kurtarıcısı olarak, aşıydı, ilâçtı, tedaviydi derken
bir sürü şey satacaksın. Ekonomiler felç olacak, kitlesel ölümler başlayacak,
ama senin kasana milyon dolarlar akacak. Basını, medyayı ve sosyal ağları elinde
tutacak ve sadece kendi istediklerini söyleteceksin. Bak bakalım, terakki nasıl
ortaya çıkıyor! Mars da senin, Ay da senin...
Yahu sevsinler
sizin terakki telâkkinizi! Bu dünyanın üstü olduğu gibi bir de altı var be altı!