Sevsinler sizin terakki telâkkinizi!

Avrupa’nın beyaz tenli, terakki için yemin etmiş aydın insanlarının hizmetlerini görmeleri için Siyahiler onlara götürülmeliydi. İşte bu amaçla bu savunmasız insanlar yurtlarından toplanılıp gemilerle Avrupa’ya götürüldü. Tabiî ki bu mesarifli bir işti ve bir bedeli olmalıydı. Bu amaçla Portekizliler tarafından 15’inci yüzyılda “Parayı veren, Siyahı alır” şeklinde bir motto ile Atlantik köle ticareti resmen başlamış oldu.

Girizgâh

“TERAKKİ”, TDK’ye göre “ilerleme, gelişme ve yükselme” demekmiş. Ancak bu söz, daha çok Fransız Şarkiyatçısı ve teolog olan Ernest Renan’ın “İslâm terakkiye mânidir” sözünü çağrıştırıyor her nedense. Namık Kemal’den Mehmed Akif’e ve hatta günümüze kadar İslâmî hassasiyete sahip ve eli kalem tutan birçok münevver bu söze reddiyeler yazmış, ama onların yazdıkları onca reddiye ve makale unutulmuş, bu bir cümle ise hâlâ söylendiği günden bugüne kadar her fırsatta ağızlarda adi bir sakız gibi çiğnenmekte ve yine her fırsatta şımarık bir eda ile şişirilip patlatılmakta.

Bu adi sakız ağızdan ağza alınıp yıllardır çiğnene çiğnene çürük çaputa dönse de, elden önce bizdeki sözde aydın geçinen lümpenler el artığı bu sakızı çiğnemeye can atarken, yeni nesilleri de bu sözlerle zehirlemeyi bir marifet sanıyorlar.

Uzun uzun tarih anlatmak istemiyorum. Ama tarihin tozlu sayfalarını karıştırıp üst başlıkları, bazı dipnotlarını ve kıyıda köşede kalmış bir iki hakikati dile getirmek de gerekiyor. İslâm, son İlâhî din olarak 600’lü yıllarda Hazreti Muhammed aracılığı ile tüm insanlığa gönderildi. Kur’ân-ı Kerîm de bu İlâhî dinin kitabıdır. İslâm, yeryüzünde neşet etmesiyle beraber kadim dinler olan Yahudilik ve Hıristiyanlık ile bunun yanında putperestlik gibi pagan anlayışlar ile mücadeleye girişti. İslâm, tevhid esaslı bir din olduğundan tapılmaya ve ibadet edilmeye lâyık olan tek varlığın Allah olduğunu, O’nun doğmadığı, doğurulmadığı, yaratılmış hiçbir şeye benzemediği, evlât edinmediği, oğlu-kızı olmadığı gibi inanç esasları yanında ahlâkî meseleler, muamelat konuları ve ibadete dair umdeleri içeriyordu. Bu durum diğerlerinin işine gelmiyordu. Birilerinin kurmuş olduğu yalancı dinî saltanat sorgulanmaya başlandı.

Baskıcı ve yalancı siyâsî düzenler, İslâm’ın hak ve hakikatperver ışıkları altında yavaş yavaş erimeye başladı. Çölün ortasında yaşayan ve bedevî bilinen bir topluluk, kısa bir sürede bu din ile birlikte yepyeni bir medeniyet inşâ ediverdi. Bir anda bu medeniyetin ışıkları dünyanın dört bir yanına ulaştı. O ışığın ulaştığı her yer karanlıktan sıyrıldı, huzur buldu, hürriyet buldu. Bu huzur ve hürriyet ortamı ilimde, bilimde ve sanatta döneminin en ilerisiydi. Bu medeniyet, uygarlık anlayışının aksine, merkeze insanı ve hayatı alan bir anlayışı taşıyordu. Sınırları İlâhî vahyin emir ve yasaklarıyla çizilen bu medeniyet, her türlü sömürü, gasp, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk ve zulme karşıydı.

Batı terakkisinin önemli metotları

Batı, Doğu karşısındaki ezikliğini gidermek için titreyip kendine gelerek düşünmeye başladı. Evet, bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Antik Yunan felsefesini yeniden hatmedip sular seller gibi ezberlediler. Günlerce düşündüler. Yazdılar, çizdiler, olmadı; sildiler, yeniden yazdılar ve sonunda kestirmeden bir terakki için bazı metotlar keşfettiler ve bu metotları harfiyen icra ettiler. Batı’nın üstün aklı ve dahi tavizsiz disiplini, sonunda başarıyı beraberinde getirdi.

İşte bu metotlardan bazıları!

Haçlı sürüsü, İznik’e geldiklerinde işgal ettikleri köylerde yakaladıkları Müslüman çocuklarını parçalayıp etlerini şişlere geçirerek ateşte kızartmış ve yemiştir. 

Yamyamlık ve yağmacılık

“Batı” dediğimiz Avrupa,  Müslümanların aydınlanma, kendilerinin de karanlıklarda boğuştuğu Orta Çağ’da Kilise’nin Engizisyon zulmü altında inim inim inliyordu. Her yerde hak gaspları, huzursuzluk, hırsızlık, yolsuzluk ve cinayetler almış başını gidiyordu. Bu yüzden bu çağa kendileri “Karanlık Çağ” adını koydular.

Oysa Müslümanlar bu çağda aydınlık, refah ve zenginlik içinde yaşıyorlardı. İşte bu çağda derebeylerin ve Kilise’nin tahakkümü altında inleyen Batı dünyası, Doğu’nun zenginliğini, huzurunu ve refahını Haçlı Seferleri ile birebir görmüş, tanımış ve onu çalarak, çırparak kendi memleketine götürmeye kalkmıştı. Bu amaçla düzenlenen Haçlı Seferleri, 1096’da başlamış ve tam iki yüz yıl sürerek 1296 yılında sona ermiştir. Ama bu zihniyet sürekli canlı kalarak günümüze kadar gelmiştir. Terakkinin ilk adımlarının atıldığı bu savaşlarda yaşananlar o kadar ileri seviyelerdedir ki böyle bir terakkiye erişmek, Müslüman Doğu için imkânsızdır. İşte Renan’ın da iddia ettiği bu terakkiyi Müslümanlar, dinleri yüzünden asla ve asla yakalayamazdı.

Örneğin ilk Haçlı seferinin düzenlendiği 1096 yılında Anadolu topraklarına giren Haçlı sürüsü, bir anda insaniyet vasıflarındaki üstün terakki ile vahşi hayvanlar seviyesini geçmeyi başarabilmiştir. İznik’e geldiklerinde işgal ettikleri köylerde yakaladıkları Müslüman çocuklarını parçalayıp etlerini şişlere geçirerek ateşte kızartmış ve yemişlerdir. Aynı ruh ve şuurla Antakya’ya ulaşan Haçlı sürüsü, pardon, ordusu, başlarında bulunan ve büyük bir terakki adamı olan Papaz Pierre I’Ermit’in ısrarıyla, savaşta şehit edilen Türklerin cesetlerini birer birer toplamışlar, etlerini parçalamışlar ve yetişkinleri küplerde, çocukları da şişlere takıp pişirerek yemişlerdir.[i]

Hatta ulaştıkları bu terakki seviyesinin sır olarak kalmaması ve bizim bir türlü terakki edememiş Müslüman barbarların da öğrenebilmesi için ahaliyi zincire vurup yaptıkları bu terakkisel eylemlerini onların gözleri önünde icra etmişlerdi. Ama boşuna bir uğraştı bu; zira bir türlü bizim barbarlar terakki edemediler. Çünkü Haçlılar Kudüs’ü istilâ ederken, öldürdükleri Müslümanlardan ehramlar dikip yakıyorlar, böylece insanlığı aydınlatıyorlar, sokaklarda ayak bileği hizasında akan kanları ile de terakkinin yollarını suluyorlardı.

İşgal edilen köyler, şehirler, ülkeler itina ile yağmalanıyor, elde edilen ganimetler de yine terakki yolunda sarf ediliyordu. Bu yağmacılık da tekâmülden nasiplenerek ilerleyen yüzyıllarda tüm yeraltı ve yerüstü kaynakların yağmalanması şeklini alacaktı. Demokrasi karşılığında petrole, kömüre, elmasa, suya, periyodik sistemde bulunan bilumum elementlerden ne bulunursa yağmalanacaktı. Hatta tabiî güzellikleri ile göz kamaştıran adalardaki ibtidaî yerli halkların soyları kurutulacak ve buralara Batılı asilzadeler yerleştirilecekti. Buralar terakki ettirilerek birer tatil, kumar ve seks merkezine dönüştürülecekti ve öyle de oldu.


İnsan (köle) ticareti

Ezik Batı, Haçlı Seferlerinde bayağı bir mesafe kat edip kendine gelince Rönesans ve Reform hareketlerini başlattı. Büyük mücadeleler sonunda bu hareketler de başarıya ulaştı. Artık Sanayi Devrimi de gerçekleşmişti. Buharlı gemiler icat edilmişti. Barutlu silahlar ve toplarda büyük mesafeler kat edilmişti. Kendine gelen Batı, artık Müslümanların elinde bulunan İpek ve Baharat Yollarını kullanmak istemiyordu. Ticaretin yönü de, kendi de, rengi de değişmeliydi. Bunun için coğrafî keşifler yapmaları gerekiyordu. Uzak Asya’nın ipek ve baharatına daha kısa yoldan ulaşmaları gerekiyordu. Madem karayolu Müslümanların elindeydi, o zaman denizden yeni rotalar bulunmalıydı. Bunun için de denizlerde dolaşmak gerekiyordu. Öyle ya, onlar da biliyorlardı ki, arayanlar her zaman bulamasa da bulanlar hep arayanlardı.

Avrupa’dan kalkan gemiler önce Afrika kıtasının Atlantik kıyılarını keşfetti. Bu keşifler Avrupalının merakını cezbetmiş olacak ki kıtanın iç kısımlarını da kolaçan ettiler. Bir de baktılar ki, buralarda gerçekten ibtidaî hayat süren Siyahiler yaşıyor ve bunlar, tıpkı derileri gibi büyük bir karanlık içindeler. Avrupa’nın beyaz tenli, terakki için yemin etmiş aydın insanlarının hizmetlerini görmeleri için bu Siyahiler onlara götürülmeliydi. İşte bu amaçla bu savunmasız insanlar yurtlarından toplanılıp gemilerle Avrupa’ya götürüldü. Tabiî ki bu mesarifli bir işti ve bir bedeli olmalıydı. Bu amaçla Portekizliler tarafından 15’inci yüzyılda “Parayı veren, Siyahı alır” şeklinde bir motto ile Atlantik köle ticareti resmen başlamış oldu.

Terakki engel tanımıyordu. Karalar barbarların elinde ise, uzak denizler bu aydın Beyazların elindeydi. İnsanlık tarihine en büyük hizmet (!) olan Siyahların aydınlanması (!) işine İspanya, Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Danimarka ve Hollanda gibi terakkiperver (!) ülkeler de katıldı. Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu, terakki liginin zirvesini kimseye kaptırmayı istemiyordu. Hemen alelacele denizcilikte büyük bir terakki sağlanarak köle ticaretinde de lider konumuna gelindi. 17’nci yüzyılda Bristol ve Liverpool bu ticaretin merkezi hâline getirildi. Öyle ki, Liverpool’dan Atlantik’e doğru yola çıkan her dört gemiden biri, kendisini bu terakki dâvâsına adamış köle ticareti gemisiydi. İngiltere terakkiperverlikte zirve mücadelesi yaptığı için köle taşıyan korsan gemilerine saldırıyor ve el koydukları yükleri ve Zenci köleleri Virginia ya da Antiller’de satıyordu. 

Köle ticareti yapan gemilerde erkek köleler ya birbirlerine ya da güverteye zincirleniyordu. Çünkü bu insanlar çok barbarlardı ve her an aydınlanmaya karşı ayaklanabilirlerdi(!). Yolculuk esnasında da bu barbarların taşıdıkları salgın hastalıklar başa belâydı. Salgın hastalıklarla mücadelede en kesin çözüm, hastaların öldürülüp denize atılmasıydı. Bu gayet ileri bir teknikti. (Korona ile mücadelede bugün bile bu seviyeye gelinemedi!) Buna denizlerde kopan fırtınalarda yaşanan batma ve boğulma olayları da eklenince, Afrika’dan yola çıkan Siyahilerin ancak yüzde 50’si terakki ile tanışabilme şansına sahip oluyordu. Diğerleri ise maalesef havasızlıktan, boğulma ve salgın hastalıklar yüzünden yolda ölüyorlardı.

Bu insanlığın derisini ağartma işinin seyr-ü seferinin de çetelesi tutulmuştu. Buna göre 1768’de Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60 bin, Fransızlar 23 bin, Hollandalılar 11 bin, Portekizler bin 700 köle götürmüş, o yılda toplam satılan köle sayısı 97 bin 500’ü bulmuştu. 1787 yılında bu sayı 100 bin Zenci köleye ulaşmıştı. 1681 yılında Amerika’nın Virjinya eyaletinde 2 bin Zenci köle varken, 1850’lerde bu sayı 4 milyonu aşmıştı. 16’ncı yüzyıl ile 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar sadece Brezilya’ya getirilen Zenci köle sayısı 3 buçuk milyonu bulmuştu.

Bu arada yeni keşfedilen Amerika kıtasının yeniden inşâsı için toplam 15 milyon Zenci köleleştirilerek götürülmüştü. Kölelerin can kayıpları da düşünüldüğünde Afrika’dan koparılan ve gemilere yüklenen Zenci sayısı 25 milyonu buluyordu. Bu iş 19’uncu yüzyıla kadar sürdü. Bu sayede hem ticaret gelişti, hem de ucuz iş gücü ile Sanayi Devrimi’nde fabrikatörler köşeyi dönerek büyük bir terakki sağlandı.

Adamlar tam 300 yıl boyunca 25 milyon insanı terakki ile buluşturmak ve onları çağdaşlaştırmak için canla başla mücadele etmişlerdi(!). Maalesef bu mücadeleyi bir türlü anlayamayan barbar Cezayir’in ilk Cumhurbaşkanı olan Ahmet Bin Bella, “1492 ile 1800 yılları arasında 100 milyon Afrikalı öldürüldü. Bu tarihlerde İngiltere’nin nüfusu 3 milyon, İspanya’nın nüfusu ise 11 milyondu” diyerek olayı başka yönlere çekmeye çalışmıştı![ii]

1681 yılında Amerika’nın Virjinya eyaletinde 2 bin Zenci köle varken, 1850’lerde bu sayı 4 milyonu aşmıştı. 16’ncı yüzyıl ile 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar sadece Brezilya’ya getirilen Zenci köle sayısı 3 buçuk milyonu bulmuştu. 

Terakkinin bedeli: Endüljans

Terakkiye giden yol çetin ve masraflıdır. Terakki demek, fatura demektir. Bu faturanın da başkaları tarafından ödenmesi şarttır. İşte Orta Çağ Avrupa’sındaki Katolik kilisesi de bu meselede bayağı bir düşünmüş, o güne kadar yazılmış tüm felsefî, iktisadî ve ictimâî ne kadar kitap, dergi, risale, tablet, parşömen varsa hatmetmiş ve yeni bir şey keşfetmişti: İnsanoğlu günah işliyordu. Böylece Tanrı’nın emrini çiğnemiş, dolayısıyla ondan yüz çevirmiş, herhangi bir şeyi Tanrı’ya tercih etmiş oluyordu. Ayrıca işlenen günah, hem günah işleyene, hem de mensubu bulunduğu topluma da zarar veriyordu. Bu işe el atılmalıydı. Bu sayede hem Kilise’nin terakki yolundaki masrafları karşılanacak, hem de insanlık günah psikolojisinden kurtulmuş olacaktı. Papanın emriyle derhâl işe el atıldı ve adına “Endüljans” denilen bir af belgesi ve akabinde Cennet’ten de arsa tapusu satışları başladı.

Bu kârlı satışlar Reform hareketlerine kadar sürdü. Ama bu uygulama eski popülerliği ve kârlılığı olmasa da günümüzde bile devam ediyor. Bu konudaki son düzenleme de Papa Altıncı Pavlus tarafından 1 Ocak 1967’de ilân edilen, “Endüljans, Tanrı tarafından affedilen suçların dünyevî cezalarının Kilise tarafından bağışlanmasıdır. Endüljans kısmî veya küllî olabilir, ölüler için de kullanılabilir” şeklindeki bir düzenleme ile Kilise Kanunu’nda da yer aldı. İşte terakki yolunda bu kadar önemli olan bir kaynağı, o zamandan bu zamana dek Müslümanlar keşfedememişti. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de, “Günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki?” (Âl-i İmrân, 135) diye bir de ayet vardı.

Terakki bedel ister!

Coğrafî ve teknolojik keşiflerin yanı sıra sömürgeciliği de keşfeden Batı aklı, hızlı bir şekilde terakki etmeye devam ediyordu. Ancak ısrarla söylediğimiz gibi bu iş bedelsiz olamıyordu. İnsanlığın ihyası ve yeni dünya düzeninin inşâsı için bedava hammadde, iş gücü ve enerjiye ihtiyaç vardı. Bir de üretilen malların satılacağı pazarlar lâzımdı. Bu pazarlar, bu hammaddelerin temin edildiği ibtidaî hayat süren ülkelerden başlanarak semt pazarlarına kadar geniş bir alanı kapsıyordu. Lâkin bazen sömürgelerdeki ibtidaî kafalar isyan çıkarıyordu. Tabiî ki bu cezasız kalmıyordu. Ucu soykırımlara kadar varan bu etnik temizleme hareketi ile terakki yolundaki dikenler de temizlenmiş oluyordu.

Efendim, bu çetin mücadeleye de hızlıca bir göz atalım isterseniz…

Dünya terakki tarihinin en önemli aktörelerinden olan İngiltere, 1788-1938 tarihleri arasında sömürgeleştirdiği Avustralya’da terakki karşıtı olan yerli halk Aborijinlerin aralarına salgın hastalıklar yaymak ve su kaynaklarına ve yemeklerine zehir katmak suretiyle 700 binin üzerinde yerliyi yok etti. Geride sadece 31 bin kişi sağ kalabildi. İngiliz kuvvetleri 1950’li yıllarda Kenya’da Mau Mau ayaklanmasını bastırırken, 310 bin insanı toplama kamplarına kapattı, 1 milyondan fazla insanı da çevrilen köylerde tuttu. Olaylar sırasında 100 bin insan canavarca yöntemlerle öldürüldü. Tutuklulara hadım etmekten göz ve kulak oymaya kadar medenîce (!) işkenceler yapıldı.

İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere ve ABD Hava Kuvvetleri tarafından Almanya’nın Dresden şehrine yağdırılan bombalar sonucu 500 bin terakki karşıtı insan hayatını kaybetmişti. Bu katliam emrini veren terakkiperver Churchill’e terakkiperver İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth tarafından 1953 yılında terakkiperver Kraliyet Nişanı verildi.

“Dünyanın terakki adına borçlu olduğu milletlerin başında Amerika gelir” desem abartmış olmam(!). İnsanlık terakki adına Amerikalılara çok şey borçlu. Onlar olmasa bugün yeryüzünde demokrasinin “D”si bile olamazdı. Meselâ adamlar tâ yerlerinden, okyanus ötesinden kalkıp bizim Orta Doğu’nun kıyısına köşesine demokrasi ve terakki getirdiler. Şu anda demokrasi gitmeyen bir tek ortası kaldı.

Dünyanın terakki jandarması sıfatıyla girmedikleri bir delik kalmayan Amerika, İkinci Dünya Savaşı’nda terakki adına yanlış işler yapan Japonların kulağını çekerek onları hizaya sokmayı da başarmıştı. ABD Başkanı Truman’ın emri ile 6 Ağustos 1945’te atılan atom bombasıyla Hiroşima’da ilk anda 70 bin kişi, bombadan kaynaklanan radyasyon sebebiyle Hiroşima’nın ilk beş yıl içerisindeki bilânçosuna göre 150 bin kişi öldü. Nagazaki’ye de atom bombası atılmasıyla burada da ilk anda 74 bin kişi öldü, şehirdeki binaların yüzde 36’sı tamamen yok oldu. Daha sonra ölü sayısı 143 bin 124’e ulaştı.

Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere dünyanın her tarafında terakkiperver hizmetler yapan Amerika’nın icraat raporları henüz tam olarak yayınlanmadığı için şimdilik bir rakam veremiyoruz.

Bir diğer terakkiperver millet olan Almanlar, 1890’larda hammadde ve iş gücü ihtiyacını karşılamak için bugünkü Namibya’da bulunan Herero ve Namaları sömürgesi hâline getirdi. Bu iki ırk, 1904 yılında ayaklandı. Herero ırkının yüzde 80’i, Nama ırkının ise yarısı katledildi. İsyan öncesi 132 bin olarak bilinen yerli nüfustan bir yıl içinde geriye sadece 15 bin kişi hayatta kaldı. Pek çok yerli kadın, Alman askerlerine seks kölesi olarak hizmet vererek terakki tarihine isimlerini altın harflerle yazdırdı(!). Yine Almanlar 1933-1945 yılları arasında terakkiperver saf bir Alman ırkı yaratmak için, aralarında Yahudilerin de bulunduğu diğer milletlerden ve etnik gruplardan 21 milyon insanı topluca kurşuna dizerek, toplama kamplarında, fırınlarda yakarak, gaz odalarında zehirleyerek yok etti. Bu kampanya uyarınca Çingenelerin yüzde 94’ü kısırlaştırıldı.

Terakki yolunda mücadele eden bir diğer millet olan Fransa, 1917’de ise Çad’da, ülkenin her yerinden terakki karşıtı 400 İslâm âlimini, konferans verme bahanesiyle davet ederek katletmekle insanlığı büyük hizmetlerde bulundu(!). Yine Fransa, 1830’da sömürge olarak işgal ettiği Cezayir’e 5 Ağustos 1945’te saldırdı ve bir günde 45 bin kişi öldürüldü. 1 Kasım 1954-19 Mart 1962 arasında 8 bin köy yok edildi ve öldürülen insan sayısı 1 buçuk milyonu buldu. O sırada Cezayir nüfusu 8-10 milyon civarındaydı. Fransa böylece terakki adına ülke nüfusunun yüzde 15’ini yok etmiş oldu. 2 buçuk milyon Cezayirli de zorunlu tehcire tâbi tutuldu. 1994 yılında Ruanda’da yine Fransızlar, Belçika’nın da desteğiyle Hutuları silahlandırıp yüz binlerce terakki karşıtı Tutsi’yi yok ettirdi.


Bir diğer medeniyet beşiği ülke olan terakkiperver Belçika, sömürgeleştirdiği Kongo’da 1890-1905 arasında Kral İkinci Leopold’ün emriyle 10 milyon insanı öldürdü. Köle olmak istemeyen çocukların elleri ve ayakları kesildi. Belçika askerleri, yaptıkları bu ileri medenî (!) işin torunlarına kalacak bir hatırası olsun diye kesilmiş çocuk ellerinden koleksiyonlar yapıyordu. 20 milyon olan Kongo nüfusu 8 milyona kadar düştü.

Bir diğer terakkiperver efsane olan İspanya Diktatörü Francisco Franco da ülkesinde 30 bin muhalifini öldürtmüştü. Yine İspanyollar, Amerikalılarla birlikte terakki karşıtı milyonlarca vahşi (!) Kızılderiliyi yok etmişti.

Sanki, “Ya İtalya?” dediğinizi duydum. Efendim, bu hizmette İtalyan sosu olmazsa olmaz elbette. İtalya da Libya’da 1911’den 1940’lı yıllara kadar uyguladığı imha operasyonları ve çölün ortasına kurduğu toplama kamplarında yüz binlerce vahşi ve bedevi (!) Afrikalı Müslümanı yok etti. Tarihlerinin en terakkici devlet adamı olan Mussolini yönetimindeki İtalyanlar, 3 Ekim 1935 tarihinde Etiyopya’yı (Habeşistan) işgal ettiler. İtalyanlar, 1941 yılında Habeşistan’dan çekilene kadar 760 bin terakki karşıtını yok ettiler. Ama maalesef(!), İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Habeşistan’a tazminat olarak “25 milyon dolar” ödediler. Bu para kimseyi geri getirmedi tabiî, boşa ödemiş oldular(!).

Hollanda’nın da terakkiperver hizmetlerini sayıp bu bahsi kapatalım… Hollandalılar, ilk olarak 1615’te gittikleri Kuzey Amerika’daki terakki karşıtı Kızılderilileri katletmişlerdi. 1700’lü yıllarda yine Hollanda, Doğu Hint adalarını terakki adına işgal etmişti. Yerli halk, Doğu Hint adalarının yeniden inşâsında çalıştırıldı. İş imkânının artmasıyla bölgeye Çinlilerin göçü oldu. Bölgedeki Çinli sayısı 10 bini bulunca tedbir almak şart oldu ve Çinliler sürgüne zorlandı. 1740’da Hollandalı koloni askerleri, bugün Jakarta’da bulunan Batavia sahil şehrinde, şehri terk etmeyen 10 binden fazla yerli Çinliyi 10-12 gün gibi çok kısa bir sürede katletti. Katliamlar bölgede 500’den az Çinli kalana kadar sürdü. İkinci Dünya Savaşı boyunca yaklaşık 102 bin Hollandalı Yahudi öldürüldü. Bu Yahudilerin birçoğu, yerel Nazi taraftarlarınca Nazi subaylarına teslim edildi. Kamplara taşınan bu Yahudilerin yüzde 90’ı yaşamlarını yitirdi. Hollanda bu sebeple Yahudilere 180 milyon dolar tazminat ödedi. Ancak konuyla ilgili özür dilemedi.

1945’te Hollanda, sömürü altındaki Endonezya’nın bağımsızlık talebine katliamla karşılık verdi. Terakkiperver Hollanda sömürge güçleri, 1945-1949 yılları arasında, kadın ve çocuklar da dâhil olmak üzere yaklaşık 150 bin Endonezyalıyı katletti. 1947’de Hollanda askerleri Endonezya’nın Jawa adasında, bir günde 430 kişiyi katletti. BM bu durumu 1948’de “Kastî ve acımasız!” diye niteledi. 1995’te BM, Srebrenitsa’yı “güvenli bölge” ilân edip bölgeyi Hollandalı askerlerin denetimine bırakmıştı. Medenî (!) Sırp ordusu, terakkiperver Hollanda askerilerinin gözünün önünde Srebrenitsa’da 5 gün içinde 8 binden fazla terakki karşıtı Bosnalı Müslümanı öldürdü.[iii]


Trajikomik terakki telâkkisi

Şimdi gelelim sadede!

Renan demiş ki, “İslâm terakkiye manidir”. Efendim, adam doğru söylemiş! İslâm, adam öldürmeye karşı, gaspa karşı, yağmaya karşı, savaşta sivillerin öldürülmesine karşı, kadınların nikâhsız tutulmasına karşı, tecavüze ve tacize karşı, sömürüye karşı, kitle imha silahlarını üretmeye karşı… O zaman bu terakki nereden sağlanacak, değil mi ya?

Gideceksin, nerede petrol, doğalgaz, toryum, altın, uranyum ve su kaynağı var, oraya çökeceksin. Halkı bu madenlerde karın tokluğuna çalıştıracaksın. Çaptan düşenleri ve sana isyan edenleri -kadın bile olsa- öldüreceksin. Sonra Dünya Kadınlar Günü, İşçi Bayramı, Emekçiler Günü gibi bir iki gün icat edip yaptığın katliamları unutturacaksın.

Ürettiğin malları zorla fahiş fiyatlara satacaksın. Ülkelerin yönetimlerini dahi yöneteceksin. İşine gelmeyen bir durum olduğunda darbe yapacaksın. Bir lokma ekmeğe muhtaç insanların ellerine ürettiğin son model silahları vereceksin. İnsanları birbirlerine kırdıracaksın. İç savaş çıkarıp, sonra “terörle mücadele” adı altında olaya el koyacaksın. Onlar vahşi olacak, sen medenî...

Ülkeleri işgal edip önce taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayacaksın. Her yeri yakıp yıkacaksın. Sonra müteahhitlerini sokacak, o şehirleri yeniden inşâ edeceksin. Ülke kaynaklarına çökeceksin. Olmadı, borçlandıracak ve yüksek faizli krediler açacaksın. Küresel tefecilik yapıp faizin faiziyle hazinelerin anasını ağlatacaksın.

Okyanuslarda ayin yapar gibi balina katliamları düzenleyeceksin. Suyu tüketmesinler diye develeri yok edeceksin. Ama sen hep hayvan hakları savunucusu olacaksın. Diğer ülkelerin turizmini baltalamak için ormanları yaktıracak ama sen doğa dostu olacaksın. Kendi ülkende üretimi yasak olan ilâçları üçüncü dünya ülkelerinde ürettirecek, fabrika atıkların çevreyi kirletecek, ama sen hep çevreci olacaksın. Bilimsel araştırmalar adına virüsler ve salgın hastalıklar icat edecek, onu dünyaya yayacak ve sen yine insanlığın kurtarıcısı olarak, aşıydı, ilâçtı, tedaviydi derken bir sürü şey satacaksın. Ekonomiler felç olacak, kitlesel ölümler başlayacak, ama senin kasana milyon dolarlar akacak. Basını, medyayı ve sosyal ağları elinde tutacak ve sadece kendi istediklerini söyleteceksin. Bak bakalım, terakki nasıl ortaya çıkıyor! Mars da senin, Ay da senin...

Yahu sevsinler sizin terakki telâkkinizi! Bu dünyanın üstü olduğu gibi bir de altı var be altı!

 


[i] Ralph of Caen, The Gesta Tancredi of Ralph of Caen. A History of the Normans on the First Crusade, trans. Bernard S. Bachrach and David S. Bachrach, Aldershot, 2005, s. 116

[ii] https://www.tonbil.com/batinin-katliam-tarihi/

[iii] https://zafersen.com/avrupanin-gizlenen-soykirim-karnesi/