Sevmekten kim usanır?

Hülâsa, gönüller sâhibinin yıllar sonra çok ötelerden çağırıp durduğu, yolunu sevgiyle sarpa sardığı nice kullar vardır bu dünyada. Belki de kapıya kadar gelmiş, herkesten çok yaklaşmıştır sevginin otağına. Yaklaşıp durdukları yer, gökkuşağına gömülü kendi sırlarıdır. Kimseye göstermedikleri ve kimsenin de görmemesi gereken sırları…

BİR yürekten içeri girdiğinde ne hisseder insan? Bir mezrada gezdiğinde? Yol kıyısında yalnız bir mezar gördüğünde? Kurumuş bir dalda bir kuş öterken? Geniş bir dere yatağında cılız su akarken? Ormanın derinliğinde yalnız biriyle gezerken? Ulu bir dağın zirvesinde rüzgâra saz çalarken ve avazı çıktığınca haykırırken? Hastane koridorunda umutsuzca beklerken? Gözyaşıyla yıkadığı hayâllerini her sabah sevda kuşunun kanadına yüklerken? Ya da bir günaha koştuğunda, günahı işlediğinde? Sonra dönüp secdede nedamet gözyaşı döktüğünde ne hisseder insan? Ne görmek ister insan gönül aynasına bakarken? Neden sorar kendine “Ben kimim, kimim ben?” diye? Ya da “Beni bu yolda mecâlsiz bırakan hiçbir bilginin kifayet etmediği bu gönül yazgısı nedir?” diye?

İnsan neyi arar ki bu dünyada? Yalnızca iş, ev, itibar, şöhret, para ve konforlu bir hayat mı? Neyi arar dev adam karınca yuvasında veya cüce adam uzay arenasında? Çok mu huzurludur gönlü, ruhu incinmişken vuslat yolunda? Hangi araç onu sevdiğine götürebilir ki? Ya da hangi şehrin hangi sokaklarına sığdırabilir devleşmiş yüreğini? Ya da insan mutlu mudur sevda aracının gaz pedalına umarsızca basarken?

Peki, ya sevdanın zindanında tutsak olanlar? Vuslat yolculuğunda yolları karla kaplı olanlar? Gündüz kalabalığında kendini kimsesiz hissedenler? Kurumuş dudaklarına gözyaşını pınar ederek dua ederken en fakir ve bin taksir ile en geriden titrek bir gölge gibi yürüyenler?

İnsan nasıl hisseder ayetleri hayatın tam ortasında yaşarken? Nasıl yaşar yüreğinde hiç açılamayan kapağa ve içindeki aşk buyruklarına rağmen? İnsan buna rağmen nasıl ölür? Aşkı duymadan, anlamadan nasıl ölebilir? Tırnaklarıyla toprağı kaza kaza tohumlamak istemez mi yeniden? İnsan yaşayamaz mı her şeye rağmen? Çünkü hiçbir şey yokken sevgi vardı. Sevgiyle yaratılan âlemler vardı ve sevgiden başka hiçbir rüzgâr esmiyordu âlemlerde. İnsan bir âlem... Sevgi yoksa bu âlemde anlamı olan ne?

Ne hisseder ki insan dilinde onca şiir, onca hitap, gönlünde hasret, mültecilik, uzayan yollar varken? Ne hisseder ki insan yine de hep “Bilmem ki, bilmem ki” derken? Tabularından gönlüne koleksiyon oluşturmuş bir insan için elbette ciddî bir sorundur sevmek. Bütün tutkuları peşine takacak kadar çok seviliyor ve yüceltiliyorsa ne hisseder ki insan?

Ne ağırdır insanın sevgi hâli ve seyri. Başı göklerde, taşlarda, çamurlarda ruhu sere serpe uzanmış yatarken bile yüreği hep bir seyirdedir ve seyredilir. Sevgi, merhamet, incelik, kabalık, kibarlık, merhamet, hüzün, hicran, ihanet; bu hâlleri insanlar mı bulup kendilerine giydirdiler? Acaba ölünce elbisesi soyulur da tenindeki bu huylar yine bırakmaz mı onları ötelerde? Bütün bu hâller insan fıtratının özünü mü yansıtır? Bunların bilgisine bürünmüş bir insan ne hisseder? Bu hâller, en güzel ve en çirkin hâlleriyle eşyada, insanda ve bütün âlemlerde görülmez mi? Ve bu sebepten seslenmek gerekir mi idraklere, vicdanlara, iradelere?

Gerçekten sevebiliyor mu insan sevdiğini? Dost olabiliyorlar mı gerçekten? Kaşıkla verip kepçeyle mi alıyorlar? Yoksa kepçeyle verip bakıyorlar mı? Gerçekten güzelliği bozmayan, yıkmayan var mı? İnsanlar birbirlerinin yaralarını gerçekten önemsiyor mu? Yoksa zamanını aynalarda yetim kalmış bir sırra mı harcıyor ve onu mu izliyor bir yaşam boyu? Ya da iyileşmesinden umut kesilmiş bir hastaya bakar gibi mi bakıyor aynaya? Belki de şimdiye dek sevgiye dair öğrenilen bütün doğrulara veda etmiş gibi... Sevebilir mi insan?

Neye yarar sevgi yoksa geçmişte yaşananlar ve gelecekte yaşanacak olanlar? Sevgi yoksa ne faydası var ki dünyanın kaygılarına yapışıp kalan her şeyin? Sevgi yoksa kimin gidecek bir yeri var ki? Sevgi yoksa bir anlamı var mı bunca çabanın? İsmi var ve cismi yoksa, niceliği var ve niteliği yoksa her şeyin, ne hisseder ki insan?

Sevgi gerçekten yok mu? Yoksa dönmemek üzere terk mi etti âlemi? Belki de bu yüzden düzenli bir hayatı yok bunca hayatların. Belki de bu yüzden yok sonu sevgilerin, dostlukların, vefanın, vuslatın... Belki de bu yüzden sıradan ve çok yavan sohbetleri yapıyor herkes birbiriyle. Belki de hep bu yüzden kim nereden aşağı çekiliyorsa, elini uzatanı da oradan aşağı çekmeye çalışıyor. Belki de sevgisizlikten birbirini çekiştiriyor, kuyusunu kazıyor dost bilinenler. Sanki gidecekleri bir yerleri kalmamış insanların. Kendi kirleriyle birlikte kirlensin istiyorlar bütün âlem de.


Nasıl bir his?

İnsan meleklerin diliyle konuşsa ama sevgi hissetmese, ses çıkaran metalden, çınlayan zilden, çölde esen rüzgârdan veya çölde öten kuştan farkı olur mu? Bütün zorluklara göğüs gerse, bütün sırları bilse, tüm rüyaları tabir etse, her bilgiye sahip olsa, dağları yerinden oynatacak kadar güçlü olsa ama sevgisi olmasa, insan kendini nasıl hisseder? Varını yoğunu sadaka olarak dağıtsa, bedenini yakılmak üzere teslim etse ama yüreğinde sevgi olmasa, yol arkadaşı kendini nasıl hisseder? Ve bütün bu pozitif hasletlerin gönül âlemine bir yararı olur mu?

Sevgi sabırdır, sevgi şefkattir, sevgi güçtür, sevgi istektir, sevgi anlayıştır! Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez! Sevgi asla kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez, ihmâllerin hesabını ise hiç tutmaz! Sevgi haksızlığa sevinmez, gerçek olanla sevinir. Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye dayanır. Ya bu şekilde sevilen biri kendini nasıl hisseder?

İnsanın insanca sevgisi saman alevi değildir ve asla son bulmaz. Sevgi ortadan kalkacak olursa mutluluklar sonlanır, özlem hissi kaybolur ve bitkisel bir yaşam kaçınılmaz olur. Yan yana büyüyen ve savrulan otlar, birbirlerini nasıl koruyamaz iseler, sevgisiz insanlar da gönül dünyalarında aynıdırlar. Çünkü onların her biri kendilerine göre çok özeldir. Sevgisizlik hissindeki insan, hem güç, hem de bilgi bakımından sınırlıdır. Yüreğe aşk hâkim olduğunda, insan, akıl zaviyesinde yetkin olacak ve sınırlı olan her şey ortadan kalkacaktır. Lisan aşk ile konuşur, aşk ile gezer ayaklar, gözler aşk ile bakar ve aşk ile düşünür akıl. Aşk olgun hâlin en yüce sınırıdır ve aşk, insana bireysel davranışları terk ettiren yegânedir. Aynada silik görünen her şey sevgiyle ışıldar. Yürekler en yüksek hissiyat makamına yükselir ve birbirlerini görüyormuş gibi yaşam başlar. Sınırlı bilgiye sahip olan insan, sevgiyle aydınlanınca ne hisseder?

Sevgiyi yüreğinde hissedip onunla hemhâl olanlar, yeryüzünde bahane arayıcısı değil, yer altında berzah âşığı, gökte yıldız ve aydır. Bakışlarda kimi zaman velilik, kimi zaman delilik, kimi zaman kâfirlik, çoğu zaman hicran yansır. Aşkın hâlleri böyledir; içselliğin ve huzurun kaybolmaması elzemdir.

Sevginin mayası yaratılış fıtratında. Yaşamın ve hipnoza angaje olmuş dünyasından sıkılınca, insanın yegâne sığınağı ve yegâne sohbet evidir sevgi. Sevgi dili iyi okunursa, insan içinde kurduğu tüm kaygılardan arınır. Kim olduğu çok da önemli değil. Kendi kendini çok özel tanımlamak, sadece sevgi alanını daraltır, bunaltır, mutsuz kılar. İnsan içindeki ışığın kendisine göz kırptığı demlerde, ezeldeki çağrıya ruhunun kanatlanışını öyle güzel hisseder ki kendini o akıntıya bırakır. Çünkü yürekteki ışıktır insanı esas var kılan ve anlamlı yapan. Birçok insan, içindeki bu ışığı söndürmemek için büyük bir mücadele verir hem kendisi, hem de çevresiyle. Bunun adını “sorumluluk” koymakta. Çünkü farkında; içindeki o ışık sönerse, kaybolup yitecek yaşadığı o şehrin renksiz kaldırımlarında.

Bu yüzden mi insan sımsıkı kapanır kendine? Bu yüzden mi “Bir gün o ışık sönerse kaybolurum” diye korkar acaba? Kilitli bir sandık gibi kapandığı içinde, anlamını çözemediği bir eksikliği yaşamış gibi mi hisseder kendini? Çünkü bu hayat, yeryüzünün her gün yeniden şekillenişidir. Mücadeleler, adanmışlıklar, lisanlar, özveriler, rujlu yalanlar, sevgisiz düzenler, içsel savaşlar, haksızlıklar, her şey ama her şey, onu içindeki o dipsiz sandığa kilitlemiş; yüreğini gömdüğü o sandık, belki de seveninin gönül dergâhında, bir gülistanın rengârenk bahçesinde, bir dağ ceylanının saklandığı kayalıklarda belki de… Belki de bu yüzden kalbini o yüreğin önünde türbedar kılar. Bir sevgiden kopuşun, bir dostu kaybedişin derin hüznüyle kapanış demleridir o sandığa saklandığı zamanlar.

Sevgi bir ipliği âdeta hayatın. Uzaklardan kalkıp gelerek, yüreğin aşk medeniyeti içinde yoğrulmuş peteğini sevdiğine ikram ettiren bir hissiyat... Öyle ki, kimi gün kendini unutarak kendine bir Osmanlı tokadı atmaktan çekinmeyen bir külhanbeyi, kimi gün sevgisinden kör ve vuslata karşı bir çelebi. Hangi hâlde olursa olsun, sevginin inşâ ettiği yeni bir yürektir o.

Birçok ortama girip çıkan, renkten renge giren bir kelebek, en sonunda öğrenir kendi seyri içinde genlerinden kodlarına savruluşun sırrını ve böylece teslim olur yüreğindeki ışığa. Anlar bu dünyanın sevgiyle sevgisizliğin bir savaş alanı olduğunu. Din ve üslup gözetmeden ruhların gözünden, dilinden, kulaklarından girip çıkanları görür ve hisseder.

Yürek kimi gün gecenin sessiz uğultusu içinde, yalnızca Rahmân’ın soluğunu hisseder gibi sevdiğini hisseder. Eş, dost, iş hep bahane… Hep bekler vuslata açılacak kapıyı. İçinde yazıp haykırdığı şiirlerin o nazlı sahibi açsın ister. Sevenler kendilerinin incitilemeyecek misafirler olduğu bilsin ister. Sevenlerin gönülleri öyle bir yer ki, orada sevgi pınarı sonsuz bir kaynaktan akar. Sırtını, hiç vazgeçmeyeceği sarayın sütunlarına dayar. Çünkü o gönül sarayının içi su dolu bir kristali gibidir ve orada bütün maskeler düşer. Çünkü sevgi dolu birinin kimseyle bir alıp veremediği olamaz. Seven anlar ki, Allah katında bir hamalın da, bir kralın da sevgi değeri eşit. Çünkü sevgisizlik Rahmân’ın Rahîm nefesinde eşsiz ve biricik bir yere sahip değildir.

Sevgiyi özümseyenler her durumda birbirlerini ince mıknatısların sesleri gibi duyar ve varlıklarını hissederler. Onlar birbirlerine bir mahşer sabahı uyanıp gelmiş gibidir. Çünkü vuslat zamanı herkesin varlığı ayrı bir gülistandır.

Bütün bunlar aklın ona inandırdığı bir efsane midir? Hepsi bu mudur, bu kadar mıdır? Bu kadar mıdır içindeki sonsuzluk aşkı? Akşamüstü veya gece sessiz sokakların kaldırımlarında ona vuslatın kapılarından yansıyan ses ondan ne istemiş, o ona ne vermiştir, kim bilir?

Sevgisiz olmayan insan, bakınca ismini ve mahiyetini anlayamadığı kimlikliklerde dahi saf ve temiz bir ipek görür; saray, has bahçe, incelik, asillik, sebil, özlem, nefes, hüzün ve sabır görür. İncitilmiş, ruhlar çöplüğünde buruşmuş, anlaşılamamış saf bir kişilik görür. Uzun yıllar sonra gelen kadim bir ulak, ebedî sürecek misafirlikte hâdim olarak, sanat ve hizmetle yoğrularak hep vermeye ayarlı bir yürek olur.

Sevgi, ruhu Ramazan itikâflarına çeker bir nevi. Kaderden kadere çekilen, kaderden kadere koşan, kaderden kadere nüfuz etmeye çalışan bir sevgi, bir konuk, bir konak... O konaktan seyredilir gönül âlemi ve “Neden bu hayat yetersiz?” diye göçmen kuşlara sorulur. Neden her şey gitgide korkunç bir sevgisizliğe, kaygıya, korkuya bürünür?

Hâlbuki gitgide daralan yeryüzü, inatla kâinat ile bütünleşir. Sevginin varlığı algılandığında biter bu dünyadaki sürgünlük anlayışı ve anlaşılır sevginin kurtuluş olduğu. İnsan nasıl yakarırsa diner ruhundaki o ince ve saklı sızı?

Aşk, hâfızanın içten içe sessizce sevgiliyle konuşması, onu dinleyen nefsin birbirinden farklı ne kadar çok yüzü ve bu yüzlerin ne kadar çok dili olduğunu aşikâr eder. İnsanın kendi içindeki bütün o karmaşık seslerin her birinin dilini çözerek, onlara kendini anlatması ve onlarla konuşması gerekir. Onlar ancak aşk hissiyatıyla çözülürler. Bir gün aklın çatlaklarından sızacak olan o lahuti sesin tınısındaki tüm sırlar aşikâr olur. Yürek çatlaklarından sızan o gümüş renkli kan gözlere ulaştığında, sevenlere nasıl da garip bir varlık gibi bakıldığı görülür. O vakit, sevgi karşısında sevgisizliğin nasıl da ölçüsüz bir korkuya kapıldığı fark edilir. Anlaşılır ki, sevgiden sadece sevgisizler yorulur.

Aşk hâlini yaşayanlar, birçoğunun büründükleri yalan cesedinin şekli içinde gündüzleri terennüm ettikleri sahte bir sevgi duygusu yaratmaya çalışanları riyakâr bakışlardan tanır. Bu sahte sevgi duygusuyla kendilerine bütün vuslat kapılarını açık zannedenlerin üzerine asıl aşk kapılarının zincirli olduğu bilinir.

Hülâsa, gönüller sâhibinin yıllar sonra çok ötelerden çağırıp durduğu, yolunu sevgiyle sarpa sardığı nice kullar vardır bu dünyada. Belki de kapıya kadar gelmiş, herkesten çok yaklaşmıştır sevginin otağına. Yaklaşıp durdukları yer, gökkuşağına gömülü kendi sırlarıdır. Kimseye göstermedikleri ve kimsenin de görmemesi gereken sırları… Bunlar en bahtlılardan değil midir? Oturduğu yerden sevdiğini izlerken, susarak kendini saklamaya çalıştığı fark edilen için denebilir ki “Sevgiyi senin kalbine konuk eden Allah, her gece gizlice kuytularına gittiğin vuslat hâllerinle seni farklı buluyor ve seni özlediğini söylüyor”. Sevgiyi mahpus eden, neler hisseder?