UZUN zamandır elime kâğıt
kalem almadım. Güneşin battığı bir vakitte hayâl kurmadım sevgili günlüğüm.
Umut etmedim yarınlar için. Düşünmedim olan bitenin üzerinde; düşünmemek
kolaylaştırıyordu her şeyi, fakat maalesef yakayı kurtarmak anlamına gelmiyordu
bu. Hatta çoğu zaman daha çok zorlaştırdı yaşananları ama düşünmek için vaktim
yoktu.
Kendim
ve dünya için endişelenmedim, ne yazık! Aklımla dolaşıp durdum, aklımı kalbime
sormadım. Unuttum kendimden, iki yıldır hazırlandığım ve felâketim olan
sınavımdan, test kitaplarından başka şeyler konuşabilmeyi. Bahsetmek isterdim
örneğin… Ah, yapamam! Dedim ya, unuttum işte! Sınavdan ve geleceğimden başka
konuşulacak daha önemli ne vardı ki(!)…
Dikkat
dağınıklığım olduğunu sınav senemde öğrendim. Psikiyatriye gittim ve ilaç
kullanmaya başladım. Komik, çünkü ilaç kullanabilmem için doktora yaşadıklarımı
anlattığımda, kurduğum her hastalıklı cümlede “sınav” dedim. Gerçekten dikkatim
dağınık mıydı? Yoksa ben bir “sınav hastası” mıydım?
Maalesef
etkisi azaldığında öfke krizlerine sebep olan ilaçlar kullandım yok yere.
Acımasızca davrandım benliğime. Kendime hasta ve başarısız muamelesi yaptım.
Biliyor musun, güzel bir uyku bile çekmedim uzun zamandır günlüğüm. Hatta
normal bir şekilde bir uykuya dalamadım bile. Çünkü test kitapları ve
yetişmeyen konular döngüsünde kaybolurken, beş dakika önce çalışma masamda son
soruları çözüp yatağıma uyumak için gittiğimde fark ediyordum ki, yalnız
kaldığım, hayatı ve kendimi sorgulayabildiğim tek alan, başımı koyduğum
yastıktı.
Bu
sınırlı alan olan canım yastığım, yumuşaklığıyla uykumun konforunu arttıracağı
yerde, gözümde korkunç bir nesne hâline gelmeye başlamıştı. O kadar çok şey
“yapmıyordum” ki (yap-a-mıyordum), yapmadıklarımın hesabı kalbimde büyüyor, her
gün ince bir sızı ile başlayan ağrılarım artıyor ve ben, gün sonunda o yastıkta
yavaş yavaş azalıyordum.
Uykusuzlukla
baş edemezdim. Çareyi bir dizi veya film karşısında sızarak buldum. Sızmak,
uyuya kalmak...
Ey
sistem! Beni babaannemin uyku düzenine dâhil olmaya nasıl zorlarsın? Ben daha
19 yaşındayım, televizyon karşısında sızmak için henüz çok gencim!
19
sene demişken… Sahi günlüğüm, bu aralar 19 yaşında olduğum için üzülüyorum.
Hatta çoğu zaman yaşımı unutuyorum. Sorsalar, “1 Temmuz 2018, saat 13:00'da 17
yaşıma yeni bastım” diyeceğim. Sana söylediğim şu tarih, YKS’nin ikinci oturumundan
çıktığım tarihtir, bilesin!
Tüm
bu söylediklerimden sonra yanlış anlama beni, durumu ajite etmek değil niyetim.
Yalnız olmadığımı ve büyük bir gerçeklikle tazecik beyinlerin bu karmaşanın
içinde harap olduğunun farkındayım. Bu böyle geldi, böyle geçiyor. Büyüklerim
de bunları yaşadı, ben de yaşadım. Yani bireysel söylemler değil bunlar. Toplu
bir sitem…
Sitemim
çok taze; çünkü yeni yeni kendimi toparlayabilmek için çabalıyorum. “Eskiden
neleri yapmaktan zevk alırdım?” diye soruyorum kendime bugünlerde. Okuyacağım
kitap listelerini hazırlıyorum. Yapmak istediklerimi, hayâllerimi gözden
geçiriyorum. Çayımı yudumlarken, yemeğimi yerken vakitlerimden çalmamaya özen
gösteriyorum. Uzun bir süre yavaş yaşamak, duyulmayanları duymak,
görülmeyenleri görmek istiyorum. Güzel şeyler bunlar...
A!
Tabiî bir de en çok, dağa taşa güzelce bağırmak istiyorum…
Anladım
sevgili günlük, dünya ne demekmiş. Elim kolum bağlıyken, yapacak tek eylemim
ders çalışmakken, soğuk, menfaatperest ve uzak yarınlar için hayâl kuranlar ile
aynı yolda kesişmekti canımı sıkan. Bir miktar geç kalınmış bir anlamaktı
benimkisi. Eğer böyle bir tecrübe yaşamış olmasaydım anlayamayacaktım. Acının
hikmeti olsa gerek…
Ben
açtım, aç olanı anladım günlüğüm, bu kolay! Anladım Özdemir Asaf. Ya sen
sevgili günlük? Biliyorum, toksun. Öyleyse soruyorum: “Bir gerçeği erken, bir
açlığı tokken anladın mı?”*
Anla
lütfen, erkenler geç olmasın!
*Müzik: Marjan Farsad - Setareye Soheil