Sevda sınır tanımaz

Artık daha iyi anlıyorum Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’a olan aşkını kâğıda neden yazamadığını… O gün bugündür, aşka dair söylenmiş bütün şiirleri ve Müslümanların tüm duâlarını “Neo-Haçlılar”ın, Pentagon güçlerinin ve Budistlerin Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Bangladeş’te, Mısır’da günde 80 ton bomba kullanarak katlettiği mü’min kardeşlerime ithaf ediyorum…

SEVİNCE, beklentileri artıyor insanın. Yük olmaktan imtina edip sevdiğini kalbinde yücelttikçe, sevda, hırpalayan bir tufana dönüşüyor da içimizin şehirleri tarumar oluyor zaman zaman.

“Sevda” dedimse, “sevmek” dedimse, sadece bir kadının bir adama gönül vermesinden söz ediyor değilim.

Benim için, birini canıma dost bilmek, saf bakışlı bir çocuğun geleceğinden endişe etmek, yüzünü, sesini bilmediğim güçlü bir kalemin ifadelerinden beslenmek veya işini gücünü severek icra etmek, sevdalarımın bir parçası. Hatta hatırası olan eşyalar, şarkılar, türküler, şiirler de…

Yaşadım, gördüm ve bildim; gönül bağladığım nem varsa imtihanım. En çok kimi ve neyi sevmiş isem onlardan kedere yakalandım. En güvendiğim yanımdan yaralandım.

Bu tecrübemin ardından, “Ey Âlemlerin Rabbi Allah’ım! Ben dilemeden ömrüme ikram ettiğin her bir şey bana çok yakıştı. Annemi, babamı ben dilemedim, güzeller güzeli İstanbul’da yaşamayı ben seçmedim. Ancak ben ne diledim ise hep hırpalandım. Varmak istedim, uzak kaldım. Almak istedim, borçlandım. Tamam olmak diledim, yarım kaldım. Ey beni benden iyi bilen Allah’ım, beni benden esirge! Senden dilediklerimi katında merhametinle, lûtfunla süsleyip öyle ikram buyur ki hem ömrüme, hem kalbime yakışsın” diye sürüp giden duâlara durdum.

Sonra fâni sevdaların, heva ve heveslerin kalbimi yaralayıp kanattığından beridir sevdalarıma, evimden şehrime, şehrimden vatanıma, vatanımdan sınırlar ötesi coğrafyalara uzanan bir sınırsızlık belirledim. Kalbim şimdi daha kocaman. Acım, sızım çok ama insanlardan beklediğim vefadan daha yüce olan Rabbimin rızasına talibim şimdi.

Böylesi savruluşlarımın tesiriyle aşk şiirlerini de bir başka okur oldum.

İşte Sezai Karakoç’un “Mona Roza”sından birkaç dize…

Gözlerim “Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza” mısraına değdiğinde, sarı saçları, zarif yumruğu ile onlarca İsrail askerine meydan okuyan Filistinli genç kız Ahed Temimi karşımda duruyor. O büyüyor, ben küçülüyorum.

“Henüz dinlemedin benden türküler” dizesiyle zalimlere meydan okuyor kalbim. Müslüman olanı insandan saymayan zalimlerin Yahudi’sine, Hıristiyan’ına, bir gün yekvücut olup mü’minlerin besteleyeceği türkülerin ritmiyle kıyama kalkıyorum.

“Benim aşkım sığmaz öyle her saza” derken şair, ben dünyaya meydan okuyan Cumhurbaşkanımızın ümmet aşkına hayran kalıyorum.

Aşka dair güzel söylenmiş bu şiirin, “En güzel şarkıyı bir kurşun söyler” dizesini sık sık geçirip içimden, şehadeti umarak, 1 Şubat 2018 tarihinde Filistin topraklarına ayak basmıştım. İlk kıblemize vasıl olmanın heyecanıyla, uzak mescidin avlusunda kıyama durduğumda, “Varlığımı ümmet listesine yazar mısın Allah’ım?” diyerek içimin titrediğini dün gibi hatırlıyorum.

Tam da İsrail, hava saldırılarıyla binlerce Filistinlinin evlerini tarumar ediyorken, roketler sivilleri, kadınları, en çok da Filistinli yavruları hedef alıyorken oradaydım.

Kültür Ajanda dergimizin imtiyaz sahibi Yavuz Selim rehberliğinde karar almış, eşlerimiz, dostlarımız ve öğrencilerimizle düşmüştük yollara. Mescid-i Aksâ’nın kapıları katil İsrail askerleri tarafından tutulmuştu.

16 yaşındaki öğrencim, son sistem silahlarla kendini korumaya almış İsrailli askerin gözlerine gözünü kırpmadan bakınca, askerin, bakışlarını ürkekçe nasıl da kaçırıverdiğine şahit olmuştum.

Türklerden korkuyorlardı. Çocuklarımızın dik duruşundan rahatsız oluyor, zarif hareketlerle geçmemizi sağlıyorlardı. “Türk bayrağı var mı?” diye soruyorlardı. Ay yıldızlı al bayrağımızı açınca oluşan etkiden fersah fersah kaçınıyorlardı.

Küçük Ebrar’la tanıştım orada. 9 yaşında, çelimsiz olduğu kadar kocaman gülüşlü Filistinli bir güzel yavru… Arkadaşlarıyla mescidin avlusunda, silahların gölgesinde koşup oynuyor, Müslüman ablalarını, ağabeylerini görünce gözleri ışıldıyor, koşarak onların dizlerine sarılıyordu.

Bizi evine götürmüştü.

Bir göz odada sekiz Filistinli can… Yoksulluk diz boyu, tebessüm gani… İkram, izzet ve hürmette sınır olmayan bir ev…

İçinde nane yaprağının raks ettiği, her biri başka biçim ve renkte bardaklardan içtiğimiz çayın tadı unutulmaz!

Bir yudumluk çay miktarı hak boynumun borcudur hâlâ.

Evet, tüm vaktimizi Peygamber mâkâmlarını ziyarete, Aksâ Mescidi’nde secdeye ayırdığımız o bir hafta sonrasında değişmişti aşka dair yazılmış her şiirin kalbimdeki tınısı.  

“Lâmbada titreyen alev üşüyor” deyince, himayenizden, canınızdan, özgür göklerinizden koparılıp zulme duçar edilmiş Filistinli kardeşlerimizin içindeki inanç ateşine saydım alevi, işgali ise üşüten, savuran, allak bullak eden elim bir kasırgaya…

Ve artık daha iyi anlıyorum Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’a olan aşkını kâğıda neden yazamadığını…

O gün bugündür, aşka dair söylenmiş bütün şiirleri ve Müslümanların tüm duâlarını “Neo-Haçlılar”ın, Pentagon güçlerinin ve Budistlerin Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Bangladeş’te, Mısır’da günde 80 ton bomba kullanarak katlettiği mü’min kardeşlerime ithaf ediyorum.

2006 yılında hız arttırıp işgal alanlarını genişleten Siyonistlere güç yetiremediğimdendir ki, onları Allah’a havâle ediyorum. “O’nun gücü her şeye yeter!” diyorum…

2017 yılında, “nüfus seyreltme faaliyeti” olarak adlandırdıkları terör faaliyetleriyle 180 bin Müslümanı katlettiği hâlde insan haklarından söz eden, insanlığın yüz karası ABD ve Avrupa’nın modern Haçlı ordularını, İsrail’in Yahudilerini ve Budistleri yakacak cehennemin varlığına hamd ediyorum.

Doğuda ve batıda, kuzeyde ve güneyde, dünyanın herhangi bir köşesinde iman etmiş kardeşlerimizi, mezhep kavgalarından arınarak “Tek Yaratıcı, Tek Din (İslâm), Tek Peygamber, Tek Ümmet” birlikteliğine davet ediyorum.