Sessiz oturabilir miyiz seninle?

“Beni sessiz de sevebilir misin/ Yağmur almış toprağı/ Ve üşüyen kâinatı dinlerken/ Araya dünya sözleri karışmadan?”

ÇOĞU insan âşık olduğunda, herkes duysun, bilsin ister halini; avazı çıktığı kadar bağırmak ister sevdiğini ve yalnız sevdiği değil, herkes ama herkes bilsin, bunu duysun ister. Bu hal şundan mıdır yoksa? İnsan bu en güzel haline bütün kâinatın şahitlik etmesini istiyordur belki de… Öyle midir acep?

Oysa insan her zaman konuşarak, her zaman sözle anlatmaz anlatmak istediğini. Ve üstelik sözün kudreti de bir yere kadardır bazı halleri ifade etmeye. “Oysa âşığın feryadı susuşunda gizlidir. ‘Ancak söylenemeyen aşk, aşktır’ diye yazmıştı Blake. O, asırlar öncesinden seslenen Mevlana’yı yankılar gibiydi: ‘Dil, kelimeler pek çok şeyi açıklar, ama aşk, üzerine kelimeler düşmediğinde daha berraktır.’”[i]

Öyle midir gerçekten? Ya susmak başkalarına fırsat vermekse? Ya susmak salt için için yanmaksa? Ya derman aramamaksa derdine susmak? Seslendirilen, söze dökülen mi daha değerlidir, yoksa ahraz olunup susulan mı? Yani halden anlar mı her âdem olan? Hayy Hakk! Çıkıp karşısına haykırsa mı insan alabildiğine, yoksa hal diliyle mi arz etse derûnundakini?

“Göğün ve aşkın konuşmaya ihtiyacı yok, halden bilene ihtiyacı var, hali okuyabilene, halden anlayabilene... Oysa günümüz aşkları nasıl da bağırgan: ‘Beni sev! Beni sev!’ Gerçek aşk, sevilme ihtiyacının üstündedir, talep etmemeyi de bilmektir. Aşkın hakikati âşığın susuşundadır, çektiği çilede, düştüğü çöldedir. (…) Söylemek hep kelimelerle olmaz ya sevgili dost, hal de söyler. Gönülde olanı yere düşürme, sessizce sev, usulca, kâinatı telaşa vermeden, melekleri ürkütmeden…”[ii]

Hani sorar ya insan zaman zaman kendi kendine “Nedir bu hayat? Niye/niçin yaşıyoruz? Nedir bu hayatın anlamı?” diye, arayıştır esasında bu hayatın anlamı da, amacı da. Neyi aradığını bilmektedir asıl sır. Neyi aradığını bilmezse insan, bulduğunda anlamaz. Aramadan bulunmaz, buldunsa aranmaz. Bakmasını bilmekte bitiyor bir de her şey. Hayata, insanlara, olaylara, eşyaya nasıl bakıyorsunuz, nasıl davranıyorsunuz? Budur aslolan! Evvela bakmasını bilmeli insan, çünkü “Bakmayı öğrenmek, sevmeyi öğrenmektir. Aslında tersi de doğru… Sevmeyi öğrenmekle de bakmayı öğreniriz. Anlamak için sevmek gerek”[iii].


Selam ve mutluluk

Önce dünyayı sevmeli insan. Önce kendini sevmeli belki de... Önce etrafını, önce eşyayı, önce insanları sevmeli önyargısız, sorgusuz sualsiz. İnsan önce yaşamayı sevmeli; her günün kendine bir armağan olduğunu bilmeli, insanı da, hayvanı da, eşyayı da incitmemeli. Mutlu olmasını bilmeli insan. Mutluluğun bir yolu da diğer insanları mutlu etmekten geçer, inanın! Hiç tanımadığınız insanları selamlamakla başlayabilirsiniz buna, sonra bir gün bir yerde, hiç tanımadığınız bir insana çay ısmarlayabilirsiniz mesela.

Daha dündü, mutluluk verici, tebessüm ettirici bir olaya şahit oldum. İş yerimin önünde, aşağıda, kaldırıma biri motorunu park etmiş; hava biraz serin, kedinin biri gelip motorun koltuğuna yatıp uyumuş. E tabi adamın bir süre sonra gitmesi gerekiyor, kaskını taktı, üstünü başını giyindi, yavaşça kedinin yattığı yerin kenarına parmaklarıyla vurdu birkaç kez, bir iki denemeden sonra kedi uyandı ve uyuduğu yerden inip uzaklaştı. Dedim ki kendi kendime, “Evet, işte bu adam hayatı seviyor, canlıyı incitmekten korkuyor! Çok farklı da davranabilirdi”.

“Kendine iyilik yap, dünyaya iyilik yap. Dünya kötülere bırakılmayacak kadar güzel ve iyiler mağlubiyeti bu kadar kolay kabullenmemeli.”[iv]

Hani bu hayatın bir kelebek etkisi vardı ya, hani ne ettiyse insan iyisiyle kötüsüyle gelip yine kendini bulurdu ya, hani başıboş bırakılmamıştı ya insan… Düşünün, milyarlarca insan yaşıyor şu an dünyada ve daha nice milyarlar geçip gitti, toprak oldu, hani insan yalnız ânı yaşardı, hani tekrarı yoktu ya hiçbir ânın, işte insanı, canlıyı ve dahası eşyayı bile incitmekten kaçınmalı. Hepsi görünmez ipliklerle birbirine bağlıdır. Doğasıyla, vahşi yaşamıyla, şehirlisiyle, köylüsüyle, insanıyla, hayvanatıyla, eşyasıyla… Merhamet etmeli ki insan, merhamet bulsun. “Sadece insanlar arası ilişkilerde nezaketi kaim kılmaktan bahsetmiyorum dostum, insanın tabiat ve kâinata da hürmetkâr olabilmesinden bahsediyorum.”[v]

Önyargı ve saygı arasında

Önyargı, neredeyse her insanın en kötü yanı ve istese de kolay kolay terk edemiyor bu özelliğini. Ne ederiz, ne yaparız da söküp atabiliriz önyargılarımızı? Okumakla mı, çok okumakla mı, tefekkürle mi, gidip bir dergâha intisap etmekle mi yoksa? Empati yeteneğini nasıl geliştirebilir peki insan, farklı olanı kabullenebilmeyi nasıl öğrenir? Peki ya saygıyı?

“Sözün özü, muhatabımı yargılamadan, önyargı ve dedikodu bataklığına boğmadan, onu değiştirmeye, ona tahakküm etmeye çalışmadan birlikte var olmaya hazırım. Onu görüyor ve işitiyorum; bana anlatacaklarının önemli olabileceğini kabulleniyor, ruhumu ona açıyorum. Onun saygınlığını, onun benden istediği gibi tescil ediyor ve ona dünyamda yer veriyorum. Varlığı kimi zaman bana sıkıntı verse de buna tahammül ediyorum, o da bana tahammül ediyor. İkimiz de birbirimizden öğreneceğiz.”[vi]

Ve cömertlik… Nedir cömertlik? Ya da ne değildir? İhtiyacınız olmayanı verebilmek midir, yoksa ihtiyacınız olduğu halde “Onun daha çok ihtiyacı var” diyebilmek midir? “Mesele sevgili dost, her insanı Hızır bilmekte, onu gönül soframıza buyur edebilecek kadar cömert olmakta…”[vii]

Kemal Sayar, “Beni Sessiz de Sevebilir misin?” adlı kitabına sevmek duygusuyla başlamış; önce birine âşık olmaktan bahis açmış, sonrasındaysa kendini, insanları, canlıyı ve hayatı sevmekle devam etmiş. Hani o bilindik kişisel gelişim kitaplarına benzemiyor hiç, öyle fazla öznel örnekler vermemiş, özlü sözler, şiirler ve kısacık hikâyelerle renklendirmiş kitabını. Bunun yanı sıra, benim de hep hayalimdeki gibi yapmış ve sık sık gerek insan, gerek manzara, gerekse de bulut ve gökyüzü resimleriyle süslemiş eserini.

Kemal Sayar

M. Kemal Sayar, 26 Mayıs 1966, Ordu doğumlu. Psikiyatri hekimi Sayar, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunudur ve uzmanlığını Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda tamamlamıştır. Daha sonra sırayla Vakıf Gureba Eğitim Hastanesi ve Çorlu Asker Hastanesi'nde psikiyatri uzmanı olarak çalışmıştır.

28 Kasım 2000'de psikiyatri doçenti unvanını almıştır. 2000-2004 yılları arasında, Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olmuştur. 2002 yılında McGill Üniversitesi'nde TÜBİTAK araştırmacısı olarak ziyaretçi profesör unvanıyla bulunmuş ve transkültürel psikiyatri ve psikosomatik tıp alanında araştırmalar yapmıştır. 2008 yılında profesör olarak Fatih Üniversitesi'nde öğretim üyeliğine başlamış ve üç yıl sonra Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’na geçmiştir. 



[i] Beni Sessiz de Sevebilir misin? /Kemal Sayar

[ii] Beni Sessiz de Sevebilir misin? /Kemal Sayar

[iii] Beni Sessiz de Sevebilir misin? /Kemal Sayar

[iv] Beni Sessiz de Sevebilir misin? /Kemal Sayar

[v] Beni Sessiz de Sevebilir misin? /Kemal Sayar

[vi] Beni Sessiz de Sevebilir misin? /Kemal Sayar

[vii] Beni Sessiz de Sevebilir misin? /Kemal Sayar