KÜRESEL salgın sürecinde
herkes bir virüsün peşine takılmış giderken, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti,
Covid-19’un dünyanın sonu olmadığını, salgından sonraki sürece güçlü
girebilmenin devlet işlerini askıya almamaktan geçtiğini cümle âleme gösterdi.
Ekonomideki bütün felâket senaryolarına inat, hem önemli yatırımlara devam
edildi, hem güncel yatırımlara imza atıldı, hem de dış siyasetteki
kazanımlarımızın korunması sağlandı.
Geçtiğimiz
yıl Libya ile yapılan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Anlaşması, yurtiçinde
tepkiden çok övgü almış, İyi Parti, Saadet Partisi ve Gelecek Partisi ilk
ağızdan konunun destekçisi olmuşlardı. Devamında Libya’dan gelen asker talebi
ise Cumhur İttifakı dışında bir destek bulamadı, hatırlarsınız.
Asker
göndermek için Meclis’e gelen tezkereye CHP, İyi Parti ve HDP, beklendiği ve
önceden de deklare ettikleri gibi “Hayır” oyu kullanmışlardı. SP ise son
dakikaya kadar karşı çıkmadığı tezkereye “Hayır” oyu vererek kimin dümen
suyunda gittiğini bir kere daha ifşa etmişti.
Henüz
kırkı çıkmamış prematüre Gelecek Partisi de tezkereye kadar izlenen Libya
politikasına destek açıklaması yapmış, ancak Meclis görüşmelerinin olduğu gün “Asker gönderilmesini onaylamıyoruz!”
diyerek oy hakkı olmamasına rağmen rengini belli etmişti.
Sonbaharda
yapılan anlaşmayı destekledikleri hâlde tezkereye destek vermeyenler, bizi
Libya’nın içişlerine karışmakla suçladılar. Evet, bizim yapmak istediğimiz de
tam olarak buydu zaten; Libya’nın düzenini sağlamak.
Ancak
bu, muhalefetin iddia ettiği gibi sadece Libya’nın iç meselesi değil, Türkiye’nin
de haklarını koruması adına bir mecburiyetti. Libya’da bir seçim olsa ve biz
Türkiye olarak bir ismi finanse etsek, bu iddia daha kolay yerine oturabilirdi
belki (ki o durumda bile millî menfaatimiz birinin başarısına bağlı ise, bu
destek meşrû olur). Ama BM’nin tanıdığı meşru hükûmetin, darbe ve terör yoluyla
yönetime gelmeye çalışan bir grupla mücadelesine taraf ve destek olmakta ne
sakınca olabilirdi ki?
Üstelik
destek verdiğimiz Serrac değil de darbeci terörist Hafter başarılı olursa, o
beğenip destek verdiğiniz MEB anlaşması da yok sayılacaktı.
İşte
böyle bir sürecin parçası olan Libya’ya asker gönderme tezkeresine Akşener’in
karşı çıkması, CHP ve HDP ile yaptığı ittifakı korumak adına yapılmış bir
ihanet değilse, ancak devlet tecrübesi ve öngörüsüzlük olarak algılanabilir.
“Bilge Başkan”ın çark edişini analiz etmeye bile değer bulmuyorum.
Peki,
Davutoğlu onca zaman Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapmış devlet tecrübesi
olan biri olarak nasıl anlaşma ve tezkereyi farklı kategorilerde değerlendirip
birine iyi, birine kötü diyebildi ki?
Saflar
Libya konusunda netleşiyor
Netîcede
tezkere aynı gün Meclis’ten geçti, beş buçuk aydır yürürlükte ve yaklaşık beş
aydır fiilen Libya’dayız.
Libya
ile aramızdaki tarihî bağı, güncel politikalarımızdaki yeri ve geleceğimiz için
olmazsa olmazlarını 7 Ocak’taki “5 Asırlık Tarih, Vefâ ve Bekâ Sorunu
Perspektifinden Libya Tezkeresi” başlıklı yazımda anlatmaya çalışmıştım.
Hükûmet de Akdeniz politikamızın bir parçası hâline gelen Libya’da, millî
menfaatlerimizin gereği ne ise onu yaptı geçen sürede.
MEB
Anlaşması ile elde ettiğimiz kazanımların devamı için ilk şart, meşru Libya
Hükûmeti’nin darbeci Hafter ve destekçilerine karşı üstünlük sağlamasıydı.
Böylece aramızda yapılan anlaşmalar hayatta kalacak, biz de Akdeniz’de daha
fazla söz sahibi olmanın imkânlarını kullanacaktık.
Çok
özel bir strateji sonucu Libya ile birlikte Akdeniz’de kazandığımız statü,
bölgede taşları yerinden oynatmıştı. Son günlerde Libya’dan gelen zafer
haberleri ise o taşların bizim istediğimiz yerlere oturmaya başlayacağını
gösteriyor.
Başlangıçta
ufak tefek yaralar alınmış olsa da ilerleyen günlerde tam da istediğimiz gibi
yürüdü işler. Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti (UMH); Birleşik Arap Emirlikleri
(BAE) sermayesi, Rusya’nın silah gücü, Mısır’ın bölgesel siyasetteki etkisiyle
desteklenen lejyonerler ve darbeci terörist Hafter’in milislerine karşı
zaferler kazanmaya başladı. Gerek lojistik, gerekse eğitim desteğimiz sayesinde
UMH, Libya’nın büyük bölümünde hâkimiyeti sağladı.
Bu
süreç, paralı askerlerin sahayı terk etmesine, ABD’nin net olarak UMH tarafında
yer almasına ve sonunda Sisi’ye sığınan Hafter’in ateşkes çağrısı yapmasına
sebep oldu.
Evet,
tek başımıza destek olduğumuz meşrû hükûmet başarılı oldu ama Libya’da işimiz
bitmedi. Ülkenin tamamında otorite sağlanıncaya kadar orada olacağız. Hattâ o
bile yetmeyecek belki! Güçlü bir liderlik tesis edilene kadar Libya’nın iç
karışıklıklara gebe olacağı görülüyor. Bir darbe ya da iç savaşı daha bertaraf
etmekle uğraşmak yerine, bu ihtimâlin önüne geçebilmek için Libya’da
kalmalıyız.
Libya’da
elde edilen başarının dünyadaki yansımaları da değişti. Yunanistan farklı
farklı protokollerle önümüzü kesme gayretlerini arttırırken, Rusya’nın ilk
günlerdeki heyecanı ve ateşi düştü. Mısır, Hafter’e sığınak olurken,
Ayasofya’ya bile dil uzatma gafletine düştü. ABD ise Türkiye ile aynı safta yer
tuttu.
Menfaat
kaygısı olan her ülke, gelişmelerin ardından öyle ya da böyle konuya ilişkin tutumlarını
netleştirirken, bizim muhalefettense tık çıkmıyor. Hâlbuki Türkiye, Libya’da ve
Libya politikası üzerinden Akdeniz’de millî menfaatimizi koruma çabasında…
Ne mutlu ki, bizim
muhalefetimiz Rusya, Mısır, BAE, Yunanistan gibi ülkelerle aynı menfaatlerin
peşinde değillermiş. Zira son dönemde onların ağzı ile konuşmayı bıraktılar.
Ama sorun şu ki, aylardır Libya konusunu olumlu ya da olumsuz konuşmayı da
bıraktılar. Demek ki, bizimkilerin Türkiye’nin menfaatini düşündükleri ve
kazanımlarımızdan sevindikleri falan da yok. Davutoğlu hâriç…
Öyle
anlaşılıyor ki, Davutoğlu’nun bu tür tutarsızlıklarına alışmamız gerekecek.
Gündemde kalabilmek adına gerekli gereksiz her konuda konuşmaya çalışıyor Ahmet
Bey. “Çok konuşan çok yanılır” misâli
sık sık da kendiyle çelişmeye de devam ediyor. Libya konusunda da böyle oldu ve
bir sosyal medya paylaşımında, Türkiye’nin Libya halkının yanında olduğu ve
olmaya devam edeceği mesajını verdi.
Kendisine
de cevaben yazmıştım; artık kimsenin inkâr edemediği bir başarıyı desteklemek, “Bakın, Hükûmet iyi işler yapınca
destekliyoruz” demenin altyapısını hazırlamaktan başka bir anlam içermez.
Ancak göz kırptığı HDP ve vekilbank CHP’den bu konuda bir uyarı gelir mi
bilinmez…
Son
olarak şunu belirtmek isterim ki, Libya ve Suriye ayrı terazilerde tartılamaz.
Artık her ikisi de sınır komşumuz ve her ikisi de Akdeniz’deki varlığımızı
büyütecek topraklardır. Konumları ve sonuçları farklı olsa da, her ikisi de
Türkiye Cumhuriyeti’nin bekâ konusudur. Dolayısıyla her iki ülkedeki
pozisyonumuzu korumak ve gerekirse geliştirmek, menfaatlerimiz gereği ve
mecburîdir.