Şeriatsız tarikatın dayanılmaz hafifliği

Bir Müslüman (yahut herhangi bir insan), bir sahtekâra uymak üzere sadece cehâletle hareket etmez. Cehâlet bir yere kadardır da, o yerden sonra konuşan işaret, “işine gelme”, “tercih etme”, “çıkarına uyma” meselesidir.

İNSAN kendi iradesiyle yaratılmış bir imtihan adayıdır. Kendisine verilen bu irade, onun kendi tercihlerini kullanmakta özgür kılındığının işaretidir.

Ve insan, kullandığı tercihleri kendi çıkarı doğrultusunda seçmek ile hakkı seçmek arasında imtihandadır. Felsefî anlamda bu adaylık erdemliliğe erişmek, âhirete inananlar içinse hem erdemlilik, hem de Cennet işçiliğine aday olmak şeklindedir.

Bazen “Biz şöyle bir milletiz” diye başlayan cümleler kurarız; ancak bu bahse göre bu cümlenin hiçbir hakikati yoktur. Zira insan, her yerde aynı insandır. Durumlar, varlıklar ve olaylar karşısında hissettikleri aynıdır, sadece verdiği tepki tercihleri birbirinden farklılık gösterebilir. Bu tercih farklılıkları, onun erdemlilik eşiğine uzaklığıyla alâkalıdır.

Bu çerçevede dünyanın neresinde gezerseniz gezin, insanın, kendi çıkarlarına hitap eden kimsenin/grubun destekçisi olduğunu görürsünüz.

Örneğin, herhangi bir duruşmada hâkim, sizin size göre haklı savunmanızı dinlemesine rağmen karşınızdakinin lehinde karar verdi; o andan itibaren o hâkim değil, tüm devletin adâlet sisteminin bozuk olduğuna hükmedip konuyu kestirmeye bağlayabilirsiniz.

Yahut belediyenin yeni yaptıracağı imar plânında, mahallenizdeki bütün evler yıkılmak zorundayken size dokunulmayacaktır, “Diğerlerine niçin dokunuyorsunuz?” demeyebilirsiniz.

Veya liseyi kopya çekerek ancak tamamladığını bildiğiniz kişiyi büyük paralar kazanmış olarak görürsünüz de kendinizin ne çileler çektiğinizi kıyaslayabilirsiniz.

En büyük kul hakkını yediğinizin farkında olmadan size sunulan bir fırsatı derhâl değerlendirme yoluna gidebilir, fakat konunun karşı tarafında olunca o fırsatı kullananı hak yemekle suçlayabilirsiniz.

Yani mesele, konunun hangi tarafında olduğunuzla ilgilidir.

Kısaca insan, hukukun kendi iradesine ters düştüğü noktada işlemesini istemezken, kendi iradesiyle uyuştuğu paralelde müdahalede bulunana karşı çıkar.

İnanç tarihi bu minvâlde işler. Kralın zulmünden usanananlar bir devrim beklemekle geçirirler ömürlerini. Sonra o devrim de yeni bir devrimi beklemekle geçer. Sonra o da yeni bir devrim için hazırlanır. Yani insan, devirmekle meşgul olduğu süreçte inkılâbı unutur.

Modern çağda hakkında tezler hazırlanıp eğitim müfredatında kendisine yer bulan her konu, insanı yeni bir çağa taşıyan yeni bir inkılâptır.

Meselâ harp okullarında, çetin savaşların galip komutanları, o savaşı hangi hamleyle kazandıklarıyla değerlendirilirler. Zira o strateji, artık aynı çetin durumlar için bir inkılâptır.

Örneğin Osmanlı’nın vakıf anlayışı, Selçuklu’nun Ahi ve ikta anlayışı birer inkılâptır. O dönemden sonra aynı konuda yeni bir çözüm aramak yerine, o çözümün güncellenmesi yeterlidir.

Ancak devrimin inkılâbı yoktur. Haksızlığa karşı başkaldırı harekete dönüşür, ancak yeni lider kadro da haksızlık üzerine kendisini inşâ eder. Buradan çözüm çıkmaz. Tek çözüm, yeni bir devrimdir.

İnsan, kendi hayatını ancak inkılâplar ile düzenler. Devirmek, bir azgınlık budalalığıdır.

Her konuya kendi nefs perspektifinden yani kendi çıkarları çerçevesinden bakan insanın dine bakışı ve dinin kendisi için koyduğu kuralları yorumlaması da bu minvaldedir.

İnsan, çıkarı doğrultusunda inkılâp gibi zahmetli bir işle uğraşmak istemez. Onun isteği, bu dünyayı imtihanla değil, cennet olarak yaşamaktır. Yani imtihandan azâde…

Bu yörüngede Müslüman, kendi inkılâbını gerçekleştirmek üzere Kur’ân’ı ve Sünneti kılavuz edinir. Bu kaynakla arz edilen kurallar, Allah’ın Müslüman olan kuluyla arasında kurduğu akittir. Bu akitte Allah, kulunun da haklarını, Zâtının da haklarını sıralar. Karşılıklı şekilde sıralanan haklarla kurulur en nizâmî hukuk. Buna Kur’ân, “şeriat” diyor.

Kur’ân’ın muhkem ve müteşâbih âyetlerini değerlendirirken insan, karşısında okumak, sorgulamak, anlamak ve anlamdırmak zahmetine girmek yerine “Bunların her birini ben senin için yaptım, hiçbirini yapamana gerek yok, bana uyman yeter!” diyenleri bulabilir.

Bu çerçevede fikir beyân edip kitleleri kendi düşünceleriyle buluşturmaya ve hattâ başka düşünceleri beğenmeyerek onlardan caydırmaya çalışan her kimse, aynı çaba ve dolayısıyla aynı vebâl içindedir.

Sizi şimdilik çok da yormak istemem, buraya kadar geldiğimiz cümlelere nihâyet olarak sadedimizi kapatalım…

Bir Müslüman (yahut herhangi bir insan), bir sahtekâra uymak üzere sadece cehâletle hareket etmez. Cehâlet bir yere kadardır da, o yerden sonra konuşan işaret, “işine gelme”, “tercih etme”, “çıkarına uyma” meselesidir.

Tarikat, kurumsal anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde hâlen yasaklıdır. Ancak Devletimiz, kimseye herhangi bir sivil toplum alanında bulunması hususunda karışmaz. “Kendisine kastetme düşüncesi üzerine kurulu olanlar” dışında!..

Kendisi mânevî anlamda çok özel ve çok güzel hâdiseleri öz gözüyle görmüş biri olarak, şeriatın da, tarikatın da halk ağzında ezilmesine üzülüyorum. Celâleddin-i Rûmî’nin şu sözünü hatırlatmak istiyorum: Men bende-i Kur’ân’em eger candârem,

Men hak-i râh-ı Muhammed muhtârem…

Eger nakil koned coz in kes guftarem,

Bîzarem ezo ve zan sühan bîzarem!”

(Yaşadığım sürece Kur’ân’ın bendesi ve Hürmetli Muhammed’in -sav- toprağının tozuyum. Bu sözüme ters sözler nakleden olursa, ondan da, sözlerinden de şikâyetçiyim!)

Celâleddin-i Rûmî, bir inkılâp sahibi olduğu için hâlâ hatırlanıyor, seviliyor, anlaşılıyor.

Eğer Ali Kalkancı’yı hatırlayanlar olsaydı, F.N. gibi bir örneğe tutulmazlardı.

Şeriatsız tarikatın dayanılmaz hafifliği…

Evet, ben bu hafifliğe dayanamıyorum, iğreniyorum!

Daha söyleyeceklerim var. Şimdilik bu kadar…