Şeriat gelirse

Her zaman ve her yerde kendi görüşlerini açıklamayı, siyâsî kaygılardan uzak ve doğal bir hak olarak görenlerin sıra içinde şeriat vurgusunun yer aldığı görüşlere gelince bunları tehdit sayması, derhâl baskı ve zulümle yok edilmesi çağrıları, kendilerini ve görüşlerini ayrıcalıklı görmenin bir sonucudur. Herkes onların görüşlerini duymaya ve dinlemeye mecburdur onlara göre. Ancak sıra onların görüşlerinin reddine gelince bir suç işlenmiş gibi feryat etmeleri, özgürlük nedeni saydıkları lâikliğin doğrudan özgürlükler için bir tehdit olduğunun ispatı olmalıdır.

TÜRKİYE’de şeriat düşmanlığı, hâkim bir görüştür. Neredeyse bütün literatüre de hâkimdir. Aksi görüşte olanların akademi dünyasında yazma özgürlükleri yoktur. Tek parti diktatörlüğünün önemli miraslarından birisi de İslâm dini ile şeriatın başka başka şeyler olduğu iddiasıdır. Hemen hemen her çevrede “Müslümanım ama şeriata da karşıyım” diye höyküren akıl daneleri vardır.

Şeriat, Arapça “şe’r” (yasa) kökünden türemiş bir kelimedir. Kelimenin çoğul hâlidir. Yani “yasalar, kanunlar” demektir. Kitap kelimesi gibi düşünülebilir. Kitap, sözlükte herhangi bir kitaptır. Ancak bir Müslümana “kitapsız” demek, en ağır küfür gibidir; “dinsiz, imansız” demektir. Çünkü Müslüman zihni için kitap, herhangi bir kitap değil, doğrudan Kur’ân demektir. İşte bunun gibi, şe’r ya da çoğul hâliyle şeriat da herhangi bir kanun değil, doğrudan “İslâm kanunları” demektir.

Müslümanın zihninde bir işin uygunluğu, kabul edilebilirliği, hak ve hukuka uygunluğu da şeriata mutabık olmasıyla ölçülür. Bu yüzden yine “şe’r” kelimesinden türemiş olan “meşru” kelimesi kullanılır. Meşru, bir işin yasalara, hukuka uygunluğunu belirtmek için kullanılır. Böylesi işler meşru sayılır. Bu yüzden “Şeriatın kestiği parmak acımaz” gibi deyimlerde görüldüğü üzere şeriat, bir işi doğrudan meşru eden bir ölçü, bir ayar durumundadır. Aksi görüşteki yüzyıllık telkinlere rağmen Türkçede hâlâ bu tür deyimlerin canlılığını koruması, bu telkinlerin beyhude ve gelip geçici çabalar olduğunu göstermektedir.

Şeriat kavramı, “had ve mücazat” denilen ceza konularını kapsadığı gibi, “muamelat” (uygulamalar) denilen dünyalık işleri de kapsamaktadır. Yine şeriat; iman, ibadet ve haramlardan sakınma gibi konuları da içermektedir. Dolayısı ile şeriatı yalnızca ceza işleri olarak sınırlandırmak hem cehaletin, hem de kötü niyetin bir eseri olmalıdır.

Şeriatın kuralları açık olmakla birlikte, tarih boyunca içtihat konusu olmaya devam etmiştir. Çünkü ilmiye sınıfı cezaya yol açan işlerin nedenlerinin değişmesiyle birlikte uygulanacak cezaî sonuçların (yaptırımların) da değişeceğini bu yüzden içtihadın kaçınılmaz olduğunu savunanlar her zaman olmuştur. Tarihteki bu uygulamalara rağmen şeriat hakkında ileri geri konuşanlar, doğrudan Müslümanların inançlarını hedef almaktadırlar.

“Müslümanım” diyen birisi İslâm kanunlarına karşı ise neden Müslümandır? Müslümanlık herhangi bir kuralı, kanunu kapsamıyor mu? Hiçbir kural ve kanunu olmayan bir Müslümanlık ya da İslâm olabilir mi? Mümkün değil! Tarihte böyle bir Müslümanlık olmadığı gibi, bugün de yoktur. Çünkü Müslümanlığın temeli Kur’ân’dır. Ve “Kur’ân’da yüzlerce, binlerce kanun/kural var” demektir. Müslüman olduğunu söyleyen birisi, ister istemez, Kur’ân’ı ve onun kanunlarını kabul ediyor demektir. Tıpkı “Ben Hıristiyanım ama İncil’e, Kilise’ye ve haça karşıyım” diyen birinin Hıristiyan olamayacağı ve aksine İncil’i, Kilise’yi ve haçı kabul etmesi gibidir bu durum.

Müslüman ama şeriata karşı olanlar, lâikliğin faziletlerini yüzyıldan beri anlata anlata bitiremeyip lâikliğin din ve vicdan özgürlüğü demek olduğunu, din adına tahakkümün reddi olduğunu ifade eden daha pek çok iddiada bulundular. Oysa bu iddialar, Katolik Hıristiyanların katliam tehdidi altındaki Alman Fransız ve İspanyol Protestanları için ya da Vatikan’ın kararı ile yakılarak idam edilen Rönesans aydınları için bir anlam ifade edebilir.

Buna karşılık Türkiye’de lâiklik ne demektir? En çok 1923-1950 arasındaki uygulamalardır. Kur’ân öğrenmenin kanun ile yasaklandığı, akraba ve komşu çocuklarına Kur’ân öğreten yaşını başını almış ihtiyar dede ve ninelerin Jandarma tarafından köy ya da mahalle meydanında dövüldüğü, hapsedildiği, okullarda İslâm’la ilgili hiçbir dersin olmadığı, İslâm’ı anlatan gazete, dergi veya kitapların yayınlanamadığı, hacca gitmenin yasaklandığı, ezanın zorla Türkçe okutulduğu, İslâm’ın adının “irtica” yapıldığı ve pek çok Müslüman âlimin irtica (gericilik) suçlaması ile idam edildiği, İslâm’ı anlatmanın ceza kanununda “vatana ihanet, siyasete alet etmek” sayılarak idam cezası verildiği bir dönem demektir.

Şimdi bu dönemin zulümleri yok sayılarak ve milletin hafızası adeta silinerek lâiklik uygulamalarını övmek, o dönemde zulüm görenlere hakaret sayılmaz mı? “Aslında siz hapsedildiniz, idam edildiniz ama sizlere iyilik edilmişti” demekten başka bir anlama gelir mi?

“Tek parti döneminin zulümleri bitti. O zulümler hâlâ devam ediyormuş gibi lâiklik hakkında ileri geri konuşmak, İslâmiyet’in tek bir anlayışını/yorumunu hâkim kılmaya çalışmak doğru değildir” gibi sızlanmalar çoğalmaktadır. Türkiye’de yüzlerce üniversite vardır. Bu üniversitelerde binlerce tez hazırlanmakta ve akademik makaleler yayınlanmaktadır. Herhangi bir üniversitede doğrudan şeriatı savunan bir tek doktora tezi hazırlanabilmiş midir? Hayır, böyle bir örnek yoktur. Bunun yanı sıra üniversite yayınları arasında şeriatı savunan bir tek makale yayınlanabilmiş midir? Hayır, yayınlanamamıştır. Demek ki üniversiteler üzerinde tek parti döneminin despot anlayışı, tanzim edici olmaya devam etmektedir.

Tek parti döneminde komünist ya da şeriata dayalı bir düzen kurmak isteyen partilerin kurulması yasaklanmıştır. Oysa SSCB’nin yıkılmasından sonra Türkiye’de komünizme parti kurma ve seçimlere girme özgürlüğü çıkmış, böylece TKP genel ya da mahallî seçimlere girmeye başlamış, ancak şeriata dayalı bir düzen kurmak isteyenler için tek parti döneminin despot anlayışı ile yasaklamaları devam etmiştir, etmektedir.

Lâiklik ile birlikte Müslüman olmayanların hak ve özgürlüklerinin teslim edildiği iddiası, en hafif deyimle yersizdir. Aslı faslı yoktur. Çünkü bütün İslâm dünyasında kiliselerin varlığı, Hıristiyan, Budist, Yahudi azınlıkların yaşaması bu iddiaların kurgu olduğunu göstermiştir. Oysa Müslümanlara lâiklik dersi vermeye çalışan Hıristiyan sömürgecilerin hâkim oldukları yerlerde Müslümanlar adeta yerlerinden kazınarak yok edilmişlerdir. İspanya ve Balkanlarda bunun pek çok örnekleri bilinmektedir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Diyanet Akademi’sinin Aday Din Görevlileri Mezuniyet Töreni’nde yaptığı konuşmada, “Türkiye’de sayıları az da olsa kimi çevrelerde ‘şeriata’ yönelik sergilenen pervasızlıkların temelinde cehalet ve bilgisizlik hastalığı vardır. Şeriata düşmanlık, esasında dinin bizatihi kendisine husumettir” demiştir. Bu konuşmada şikâyet edilecek hususların varlığını ise Taha Akyol’dan öğreniyoruz:

“Erdoğan, 70 yıl geride kalmış tek parti devrindeki negatif uygulamalarından ikide bir bahsederek bunlar hâlâ devam ediyormuş gibi bir söylemle on yıldır siyaset yapıyor. Fakat şimdiye kadar ‘şeriat’ kavramından bahsetmemişti…” (Karar, 6 Şubat 2024)

Oysa üniversitelerin durumu, siyâsî partiler ve seçim kanunları tek parti dönemindeki negatif uygulamaların devam ettiğini açık seçik göstermektedir. Yüzde 52 oy alarak Cumhurbaşkanı seçilmiş olan Erdoğan’ın konuşması içinde “şeriat” kavramına yer vermesi bile bir itiraz, bir şikâyet konusu olmaktayken, memur olan herhangi bir vatandaş ya da akademisyenin şeriata olumlu anlamlar vererek yapacağı bir konuşma ya da yayınlayacağı bir makaleden sonra başına neler gelebileceğini tahmin etmek zor değildir.

Bütün bu örnekler, lâikliğin Türkiye’de bir özgürlük nedeni olmadığını, aksine baskı ve zulüm nedeni olduğunu göstermektedir.

Erdoğan’ın bu tür konuşmalarını yalnızca seçim sebebiyle açıklamaya heveslenmek, haksızlık sınırlarını bile aşmaktadır. Siyasetin şartları icabı seçim öncesinde Erdoğan’ın bu tür konuşmalara ihtiyaç duyduğu iddia edilse bile, bu, söylediklerinin doğruluğunu ortadan kaldırmaz. Doğru sözleri bir siyâsî liderin söylemiş olması, onları doğru olmaktan çıkarmaz. Kaldı ki, her şeyi siyâsî yarış ve seçim kazanma tutkusunun bir sonucu olarak görmek de apayrı bir ilkesizlik örneğidir. Aynı zamanda her zaman ve her yerde kendi görüşlerini açıklamayı, siyâsî kaygılardan uzak ve doğal bir hak olarak görenlerin sıra içinde şeriat vurgusunun yer aldığı görüşlere gelince bunları tehdit sayması, derhâl baskı ve zulümle yok edilmesi çağrıları, kendilerini ve görüşlerini ayrıcalıklı görmenin bir sonucudur. Herkes onların görüşlerini duymaya ve dinlemeye mecburdur onlara göre. Ancak sıra onların görüşlerinin reddine gelince bir suç işlenmiş gibi feryat etmeleri, özgürlük nedeni saydıkları lâikliğin doğrudan özgürlükler için bir tehdit olduğunun ispatı olmalıdır.

“İslâm’ın hukuk (şeriat) tarafının öne çıkarılması, bir Selefilik ve Talibanlık anlayışına zemin hazırlayabilir, hak ve özgürlükler için bir tehdit kaynağına dönüşebilir” gibi iddiaların toplumsal karşılığını bulmak zordur. Çünkü bu, kendilerinin bildiği, tartışılmaz, hatta kutsal saydığı lâiklik nedeniyle milletin üzerinde Selefiliği ve Talibanlığı aratmayan baskıları görmeyenlerin hayâlî korkularla milleti aldatmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.

 

1-İlhami Güler, “Din, İslam ve Şeriat; Aynilikler, Farklılıklar ve Tarihi Dönüşümler”   https://isamveri.org/pdfdrg/D01910/1998_4/1998_4_GULERI.pdf

2-Noah Feldman, “Hukukun Üstünlüğü Olarak Şeriat”

http://www.derindusunce.org/2009/05/14/hukukun-ustunlugu-olarak-seriat/