Serencam

Müstesna bir kelebek belirdi gökyüzünde. Koca bedeninin taşıyamadığı ruhunu yükledi o kelebeğin narin kanatlarına. Nihaî bir tebessüm yayıldı mavi bulutlar arasına. Yorgun bir beden daha kayıp gitti hayattan. Dünya güldü. Zaman durdu. Hayat el salladı ardından…

AĞIR adımlarla yürüyordu yaşlı kadın. Ayakları mı onu taşıyordu, o mu ayaklarını sürüklüyordu, belli değildi. Dar, taşlarla kaplı muallâk bir yoldu önündeki. Yolun iki tarafında intizam içinde bezenmiş lâleler, terennüm eden bülbüller eşlik ediyordu yorgun adımlarına. Büyük bir parkın içindeydi; belki de kendi küçülen dünyasında ona kocaman gelmişti bu park. Bahar gelmiş, kuru dallar rengârenk çiçeklerle şımartılmıştı. Güneş bugün daha nazlı, bulutlar hüzün yüklüydü. Rüzgâr incitmek istemiyor, yanağına buse konduruyordu sanki.

Kalabalık arasında, ıssız denizlerde yol alan yalnız bir gemi misali, durgun denizlerde akıp gitmekteydi ömrü. Suyla buluşan toprağın kokusunu içine çekerken efsunlanmış gibi etrafına baktı yaşlı kadın. İnsanlar hayata yetişmeye çalışırken zaman akıp gidiyordu ellerinden. Kadın toprağa sevdalı, insanlar dünyaya meftun, kader suskundu duymak istemeyene.

Hızlı yaşamaktan korkarcasına durdurmak istemişti zamanı, şimdi ise geçmek bilmiyordu. Ruhu dörtnala koşsa da ölüme teşne bedeni izin vermiyordu artık buna ve dar geliyordu bedeni ruhuna. Tek hedefi parkın ortasındaki büyük ağacın altındaki banka ulaşmaktı. Orayı kestirmişti gözüne. Yaşlı çınarın tek başına ayakta dimdik duruşu, kalabalık içerisinde yalnızlığına aldırmayışıydı onu etkileyen. Onun altında dinlenmeli, bir nebze olsun nefes almalıydı. Yol kısa, hedef uzaktı.

Banka ulaştığında nefes nefese kalmış, son bir hamleyle ortasına yerleştirivermişti kendini. Kıyıda köşede kalmak istemeyişindendi ortaya oturma isteği. Yaşlı çınar, gölgesiyle sarıp sarmalamıştı yaşlı bedenini. Hedefe ulaşmanın verdiği huzurla derin bir nefes aldı. Yalnızlık yangın misali sarmıştı ki etrafını, anıları su serpti kor gibi yüreğine.

Önce elinde rengârenk balonları, kucağında kedisiyle bir çocuk beliriverdi yanı başında. Ona umursamaz bir bakış attı fersiz gözleriyle. Bir kedisi, bir de o vardı sanki bu dünyada. İzole olmuştu etrafından minicik elleriyle kedisini severken. Dünyası renklendi, ruhu hafifledi bir anda kadının. Küçücük mutluluklarla kocaman gülücükler yerleştirdi dünyaya. Kedi kaçtı, balonlar uçtu. Çocukluğu da balonlarla birlikte kayboldu gökyüzünde.

Sonra genç kız, uçuş uçuş eteğiyle geçerken önünden, kucağında kırmızı güller, dudağında mahcup bir gülümseme taşıyordu. Hayâlleri, umutları ve pembe rüyalarıydı arkasından koşturan. Bir güllere, bir de parmağına baktı. Yaşlı kadının yüzüne bir gülücük yerleşti. Aslında geçen, gençliğiydi gözlerinin önünden. 

Genç kızın ardından bir kadın adımladı yolları. Bağrında en kıymetlisi, kalbinde sonsuz sevgisi… Bakışları dünyayı ısıttı, şefkatini toprak kıskandı. Zamanı o bakışa, o sevgiye hapsetmek istedi ama olmadı. O da kayıp gitti avuçlarından.

Derken, yağız bir delikanlı takıldı gözüne; takipte zorlandı yaşlı gözleri. “Bu acelen ne, neden bu telâşın? Zamanı yakalayamazsın. Hayat sana muteber davranırken bil kıymetini. Ruhuna işle, hücrelerine kadar yaşa ânı!” diyesi geldi, diyemedi. Kelimeler boğazında düğümlendi, sözcükler anlamını yitirdi. Adam koştu hayatın peşinden, kadın bakakaldı sevdiceğinin ardından. Ve her yaz mevsiminin sonu hazan, her doğumun sonu ölümdü, anladı. Hayat bir hiç, insansa hiçliğin resmiydi.

Zaman hep bir adım önde, zaman izafî, zaman acımasız ve zaman hep yetmeyendi. Can yoldaşı elini bıraktığından beri, saniyeler geçmeyendi.

Müstesna bir kelebek belirdi gökyüzünde. Koca bedeninin taşıyamadığı ruhunu yükledi o kelebeğin narin kanatlarına. Nihaî bir tebessüm yayıldı mavi bulutlar arasına. Yorgun bir beden daha kayıp gitti hayattan. Dünya güldü. Zaman durdu. Hayat el salladı ardından… O bahar sabahı, o parkta hazin bir serencam yazıldı.