AĞIR adımlarla
yürüyordu yaşlı kadın. Ayakları mı onu taşıyordu, o mu ayaklarını sürüklüyordu,
belli değildi. Dar, taşlarla kaplı muallâk bir yoldu önündeki. Yolun iki
tarafında intizam içinde bezenmiş lâleler, terennüm eden bülbüller eşlik
ediyordu yorgun adımlarına. Büyük bir parkın içindeydi; belki de kendi küçülen
dünyasında ona kocaman gelmişti bu park. Bahar gelmiş, kuru dallar rengârenk
çiçeklerle şımartılmıştı. Güneş bugün daha nazlı, bulutlar hüzün yüklüydü. Rüzgâr
incitmek istemiyor, yanağına buse konduruyordu sanki.
Kalabalık
arasında, ıssız denizlerde yol alan yalnız bir gemi misali, durgun denizlerde
akıp gitmekteydi
ömrü. Suyla buluşan toprağın kokusunu içine çekerken efsunlanmış gibi etrafına
baktı yaşlı kadın. İnsanlar hayata yetişmeye çalışırken zaman akıp gidiyordu
ellerinden. Kadın toprağa sevdalı, insanlar dünyaya meftun, kader suskundu
duymak istemeyene.
Hızlı
yaşamaktan korkarcasına durdurmak istemişti zamanı, şimdi ise geçmek
bilmiyordu. Ruhu dörtnala koşsa da ölüme teşne bedeni izin vermiyordu artık
buna ve dar geliyordu bedeni ruhuna. Tek hedefi parkın ortasındaki büyük ağacın
altındaki banka ulaşmaktı. Orayı kestirmişti gözüne. Yaşlı çınarın tek başına
ayakta dimdik duruşu, kalabalık içerisinde yalnızlığına aldırmayışıydı onu
etkileyen. Onun altında dinlenmeli, bir nebze olsun nefes almalıydı. Yol kısa,
hedef uzaktı.
Banka
ulaştığında nefes nefese kalmış, son bir hamleyle ortasına yerleştirivermişti
kendini. Kıyıda köşede kalmak istemeyişindendi ortaya oturma isteği. Yaşlı
çınar, gölgesiyle sarıp sarmalamıştı yaşlı bedenini. Hedefe ulaşmanın verdiği
huzurla derin bir nefes aldı. Yalnızlık yangın misali sarmıştı ki etrafını,
anıları su serpti kor gibi yüreğine.
Önce
elinde rengârenk balonları, kucağında kedisiyle bir çocuk beliriverdi yanı
başında. Ona umursamaz bir bakış attı fersiz gözleriyle. Bir kedisi, bir de o
vardı sanki bu dünyada. İzole olmuştu etrafından minicik elleriyle kedisini
severken. Dünyası renklendi, ruhu hafifledi bir anda kadının. Küçücük
mutluluklarla kocaman gülücükler yerleştirdi dünyaya. Kedi kaçtı, balonlar
uçtu. Çocukluğu da balonlarla birlikte kayboldu gökyüzünde.
Sonra genç kız, uçuş uçuş eteğiyle geçerken
önünden, kucağında kırmızı güller, dudağında mahcup bir gülümseme taşıyordu.
Hayâlleri, umutları ve pembe rüyalarıydı arkasından koşturan. Bir güllere, bir
de parmağına baktı. Yaşlı kadının yüzüne bir gülücük yerleşti. Aslında geçen,
gençliğiydi gözlerinin önünden.
Genç
kızın ardından bir kadın adımladı yolları. Bağrında en kıymetlisi, kalbinde
sonsuz sevgisi… Bakışları dünyayı ısıttı, şefkatini toprak kıskandı. Zamanı o
bakışa, o sevgiye hapsetmek istedi ama olmadı. O da kayıp gitti avuçlarından.
Derken,
yağız bir delikanlı takıldı gözüne; takipte zorlandı yaşlı gözleri. “Bu acelen
ne, neden bu telâşın? Zamanı yakalayamazsın. Hayat sana muteber davranırken bil
kıymetini. Ruhuna işle, hücrelerine kadar yaşa ânı!” diyesi geldi, diyemedi. Kelimeler
boğazında düğümlendi, sözcükler anlamını yitirdi. Adam koştu hayatın peşinden,
kadın bakakaldı sevdiceğinin ardından. Ve her yaz mevsiminin sonu hazan, her doğumun
sonu ölümdü, anladı. Hayat bir hiç, insansa hiçliğin
resmiydi.
Zaman
hep bir adım önde, zaman izafî, zaman acımasız ve zaman hep yetmeyendi. Can
yoldaşı elini bıraktığından beri, saniyeler geçmeyendi.
Müstesna bir kelebek belirdi gökyüzünde. Koca bedeninin taşıyamadığı ruhunu yükledi o kelebeğin narin kanatlarına. Nihaî bir tebessüm yayıldı mavi bulutlar arasına. Yorgun bir beden daha kayıp gitti hayattan. Dünya güldü. Zaman durdu. Hayat el salladı ardından… O bahar sabahı, o parkta hazin bir serencam yazıldı.