Serencam

Seherlere yön kırdı bedensiz ruhum, yıldızlı semanın serin karanlığında. Ruhumun yolculuğu bir fotoğraf albümünün sayfalarını çevirmek gibiydi, hiç unutulmayacak anlarda donmuş negatifler kalbimin gözü dokunduğunda can buluyor, unuttuğumu zannettiğim tüm detaylar seriliyor önüme. Süzülen ruhum karanlık gecelerden aydınlık sabahlara doğru uzanıyor.

“SOYUNDUM beden elbisemi astım bir yıldız dalına, özgür ruhumu saldım sonsuzluğa, seyreyledim âlemi daldım mazinin anılarına.”

Rahmetten zillete düştüğüm anı gördüm! Bir bahar gecesi anacığımın ilk nefesini duyana kadar çığlık attığım doğum anımda.

Cennetin kokusu sinesindeydi sanki, dokundu acıdan kasılmış dudakları tenime; bende sükûn, onda bahar oldu o öpücük, dokunmak neymiş orada bildim...

Kevser havuzundan ılık sütlerle doydum. Ete bürünmüş ruhumun iliklerine doymak nasılmış öyle anladım.

El ayak çekilince yanımızdan, sesi kulaklarımdan içime akarken serin sular gibi güveni belledim hiç unutmamacasına. Kirpiklerim aralandı bilmediğim bu âleme, gözüm gözüne kilitlendi ve yaşama sevincim ığıl ığıl yürüdü kalbimden damarlarıma, hayatı vadeden o gözlerin ışığına! Yaşamak niceymiş anda bildim. 

Ana kucağı cennet yatağı imiş, baba ocağı dünya yurdu imiş bilemezdim o zamanlar; çocukluğun o kaygısız, sınırsız umursamazlığından. İki koca yüreğin kotardığı, derleyip çattığı köyün kıyısındaki o tahta kulübenin gönlümün tek sarayı olduğunu bilmediğim gibi… 

Babam! O dev çınar, ulu dağım, anamın efendisi, benim kahramanım, emniyetim, ayağımın altındaki yer kadar kavi, başımı kaldırdığımda karşımda duran koca dağlar gibi güçlü, tutmuş elimden taşlı tozlu yollardan köyün yukarı başındaki okula gidiyoruz. İçim içime sığmıyor, okulun ilk günü… Öğretmenle babam konuşurken sıkı sıkı sarılmışım babamın dizlerine, bilinmezliğin heyecanından yüreğim çırpınıyor böğrümde, kanat açıp uçacak yavru kuş gibi...

Sonsuz âlemde süzülüyor ruhum maziye doğru, hangi zamana götürecek beni bilmiyorum. Yok yok aslında çok iyi biliyorum. Hayatımı ikiye bölen ruhumu darmadağın eden zamanı bilmezden, görmezden geliyorum. Hiç yaşanmamışçasına!

Bir! Hayır hayır iki tabutun üstünde iki elim çelimsiz yeni yetme bir genç, korkulu yüreği ve acıdan katılaşmış bedeniyle donmuş duruyor karşımda. Deli soğuk var dışarıda. Bedenimi donduran o soğuk değil, bedenim içimin ateşinden üşüyor, donuyor her uzvum. O iki tabut hep orada imiş. Ve sanki bugüne kadar o iki tabuta yürümüşüm de yol bitmiş, can yorulmuş gibi… Sessiz katı selviler var etrafta, kara selviler. Gövdesini şehadet parmağı gibi gökyüzüne uzatmış, soğuktan katılaşmış selviler. Şöyle diyorlar sanki, “Yokluk âleminin iki ölümlüsü varlık âlemine doğru yola çıkıyorlar, cıvıldaşmayın kuşlar, esme rüzgâr, yükünü yüklenmiş kara bulutlar, bekleyin, yağmayın yere, acılı oğlun son isteği bunlar”…

Toprak suskun, ağaçlar kıpırtısız, gök durgun, hepsi benim içime dolmuş da orada koparıyorlar fırtınaları. Güneş közünü içimde alevlendiriyor bugün. Rüzgâr delice esiyor ruhumun dipsiz kuyularında. Yağmurlar Nuh Tufanı olmuş akıyorlar içimden tâ içime. Ben kâinatın acı tohumuyum, patladı, patlayacak. Ve diliyorum, her zerrem bir tarafa saçılsın da yok olayım, hiç doğmamış, var olmamış gibi… 

Bedensiz ruhum acının içinden sıyrılıp kaçıyor, sonsuz âlemin labirentlerinden maziye doğru. Asker ocağındayım. Elime verdikleri tüfek anamın tabutu kadar soğuk, babamın tabutu kadar katı.

– “Ucunda hayat var,” dedi onbaşı gülerek.  İçim dedi ki ona – “Ama öbür ucunda ise ölüm”. Göz kırpıyor, gez, göz, arpacıktan gülümseyerek. Anamın ak sütünü emerken, babamın helâl aşını yerken, bana can akıtan ağzım şimdi içimi delen çivilerle dolu bir mühürlü teneke. Cevabım sadece yan bir sırıtış oldu, onbaşıya. Tam iki yıl 6 ay asker ocağının ekmeğini yiyip suyunu içtim. Vatanın namus olduğunu, kardeşliğin sadece kanda olmadığını öğrendim. Emre itaatin önemini gördüm. 

Babam, “İnsan, önce Allah’a, bize tüm hayatı ve imanı bahşeden Allah’a, sonra vatana, sonra ana-babaya sonra ekmek yediği tekneye nankör olmamalı” derdi, usul usul okşarken başımı ve içime işlerdi elinin sıcaklığı. Dilinden dökülen kelâmın efsunu büyülerdi her daim beni. “Din nasihattir oğlum” ve “…güzel ahlaktır” diye bitirirdi sözlerini. 

Dokunduğum ve ünsiyet kurduğum her şey böyle acı mı verecekti her zaman!? Oysa baharlar vardı anamın anlattığı masallarda. Babamın tekerlemeleri, meselleri, sevgiyle, iyilikle, iman ve gayretle doluydu. Dinlerken yüreğimi kanatlandıran. 

“Her zorluğun ardında bir kolaylık vardır. Mutlaka her zorluktan sonra bir kolaylık vardır! Gecenin ardı seherdir!” derdi babam. Seherlere yön kırdı bedensiz ruhum, yıldızlı semanın serin karanlığında. Ruhumun yolculuğu bir fotoğraf albümünün sayfalarını çevirmek gibiydi, hiç unutulmayacak anlarda donmuş negatifler kalbimin gözü dokunduğunda can buluyor, unuttuğumu zannettiğim tüm detaylar seriliyor önüme. Süzülen ruhum karanlık gecelerden aydınlık sabahlara doğru uzanıyor.

Saatime ayarlı ezan sesi, sabahı, felahı ve yeni bir günlük hayatı müjdelerken uyanıyorum derin uykumdan…