Şerbet

Gıyasettin Hoca cin görmüş gibi bir hâldeydi. İri ellerinin ikisini birden ileri doğru uzatarak itirazını sürdürdü: “İçmem efendim içmem! Görmez misiniz, şerbetin evveli ‘şer’, âhiri ise ‘bet’tir. Ondan ötürü asla ‘şer-bet’ içemem!”

HENÜZ Meşrutiyet ilân edilmemişti. O yıllarda İstanbul'da çeşitli huyları sebebiyle şöhret bulmuş bir hoca vardı. Bu hoca, Gıyasettin Efendi adında biriydi. Gıyasettin Efendi’nin ününün bir sebebi de çok evliliğiydi. Hoca Efendi, hanımlarını olur olmaz sebepler yüzünden hemencecik boşayabiliyordu.

Mesela birinci hanım… Hoca onu, komşunun horozuna yem yedirdiği için boşamıştı. İkinci hanım ise kasten oruç yediği için evden kovulmuştu. Hocanın karşısında çorapsız gezdiği için üçüncü hanıma da yol görünmüştü. Şimdi sırada dördüncü hanım vardı. Bakalım o hangi sudan nedenlerle boş olacaktı.

Hocanın bir başka şöhreti de bağnazlığıydı. Mesela asla helva yemezdi. “Helvanın içinde susam vardır” diye verirdi fetvayı, “Susam ise haşhaşgillerdendir, yani çiğneyene keyif verir. Bu nedenle keyif veren her şey gibi o da haramdır”.

Bunun gibi, Hoca Gıyasettin asla kolonya da sürünmezdi. Çünkü “Kolonyanın içinde alkol vardır” derdi. Karşılaştığı hiç kimsenin elini sıkmaz, “Namahremdir” ya da “Kötü niyetlidir, niyeti bana geçer” derdi.

Hoca Gıyasettin bir gün, devrin kibarlarından birinin konağına davet edilmişti. Mevsim yaz, hava da oldukça sıcaktı. Bu sebeple ev sahibi, Efendi’ye uygun bir ikramda bulunmak istiyordu. Altın tepsi ve billur bir bardak içinde şerbet getirerek misafirine sunmak istedi, “Bir şerbet buyurmaz mısınız?” diye sordu.

Gıyasettin Efendi, karşısında billur bardak içerisindeki şerbeti görünce kaşlarını çattı, “Yok! Ben şerbet içmem” diye cevap verdi. Ev sahibi şaşırmıştı. Oysa şimdiye kadar hiç kimse soğuk şerbet ikramını geri çevirmemiş ve böyle bir karşılık vermemişti. Yazın bu sıcağında şerbet içilmez miydi hiç? “Aman efendim, lütfen buyurunuz!” diye tekrar etti ev sahibi, “Kıştan kalan karlar soğutuldu, bu nedenle hararetinizi alırdı”.

Gıyasettin Hoca cin görmüş gibi bir hâldeydi. İri ellerinin ikisini birden ileri doğru uzatarak itirazını sürdürdü: “İçmem efendim içmem! Görmez misiniz, şerbetin evveli ‘şer’, âhiri ise ‘bet’tir. Ondan ötürü asla ‘şer-bet’ içemem!”

***

Altın bulan uşak

DENİLDİĞİNE göre Serezli Ataullah Efendi, devrinin sayılı cimrilerden biriymiş. Kuruşu kuruştan ayırmaz, kimseye bir ekmek kırıntısı dahi vermezmiş. Bir ara Ataullah Efendi'nin konağına yeni bir uşak kapılanmış. İşe henüz başladığı günlerin birinde bu uşak, ortalığa her nasılsa bırakılan bir kese altın bulmuş. Önünü sonunu düşünmeyen genç adam, bulduğu keseyi alıp kaçmış.

Altın kesesinin kaybolduğunu anlayan ev sahibi Ataullah, ne yapacağını şaşırmış bir hâlde can havliyle ağlıyormuş: “Dilerim Allah’ından bulasın! Ben de bir adam sanıp evime almıştım. Nereden bilebilirdim hırsızın teki olduğunu? Kahrolasıca adam!”

Bu sırada yakınlarından biri, Ataullah Efendi'nin söylediklerini işitince dayanamamış, “Efendi!” demiş, “Senin uşak Allah’ından bulacağını buldu. Yani tam bir kese altın! Daha ne bulması için dua ediyorsun ki?”.

***

Ağlayanlarla birlik

DEVİR, Kanunî Sultan Süleyman devri… Sadrazam Rüstem Paşa'nın sözü ile Padişah, bir babanın yapamayacağı en ağır şeyi yapmış ve oğlu Şehzade Mustafa'yı öldürtmüştü. Bu hüzünlü olayı o zaman duyan herkes üzülmüştü. Bunlardan biri de Taşlıcalı Yahya’ydı. Şâir bu hüzünlü olay için acıklı bir şiir yazmıştı. Ancak Yahya’nın yazdığı şiir, Sadrazam’ın  dikkatini çekmişti. Bu nedenle çok kızıp şâiri yanına çağırttı ve “Bre şâir! Sen kim oluyorsun da Padişahımızın yaptığı işleri beğenmiyorsun? Üstelik bu düşünceni fütursuz bir hâlde ahaliye ilân ediyorsun” diye azarladı.

Şâir bu sözle durumun daha kötüye gideceğini anlamıştı. Hemen araya girdi ve durumunu kurtaracak bir söz söyledi: “Efendim! Biz Şehzade’yi öldürenlerle beraber öldürdük, fakat ağlayanlarla da birlikte ağlıyoruz. İşte hepsi bu!”

***


“Hangi yazıyla?”

OSMANLI zamanında, Orta Anadolu’nun küçük ilçelerinden birinin mahkemesinde görevli olan Kadı Şerafettin Efendi’nin kötü bir huyu vardı. Davasını gördüğü adamlardan açıktan açığa rüşvet almaktan çekinmezdi. Onun bu huyunu çevredeki herkes bilir, mahkemeye düştüklerinde de yanlarında rüşveti hazır ederlerdi.

Bir gün ilçenin ileri gelenlerinden biri, yoksul bir adamı öldüresiye dövmüştü. Dövülen adam, gidip hasmını Kadı’ya şikâyet etti. Bunun üzerine Kadı, mübaşirini gönderdi ve döven adamı mahkemeye çağırdı. Ama adam işin kötüye varacağını anlamıştı. Cezadan kurtulmak için bir kâğıda on altın yapıştırıp koynuna koyarak gitti.

Kadı, karşısındaki iri yarı adamı süzdü. Sonra yanındaki yoksul ve mağdur adamı işaret etti: “Sen bu garibi dövmüşsün, hakkında şikâyet var. Üstelik bu adamı dövdüğüne dair şahitler de mevcut. Şimdi söyle bakalım, ne diyeceksin bu durumda?”

İri yarı adam davayı fazla uzatmak niyetinde değildi, “Evet, dövdüm!” diye karşılık verdi. Doğrusu Kadı böyle bir itiraf beklemiyordu, “Demek suçunu kabul ediyorsun?” diye sordu, “Peki, bu zavallıyı ne hakla dövdün?”.

Bu arada davalı adam, soruya cevap vereceği yerde koynundaki kâğıdı çıkarıp kadıya uzattı: “İşte bu hakla dövdüm!”

Kadı kâğıdı merakla açıp arasına baktı. Gördü ki kâğıtta pırıl pırıl altınlar yapışık, tekrar davalı adama döndü, “Hım! Peki, evladım senin hakkın tümüyle bu türden yazılarla mı yazılıdır?” diye sordu. Davalı adam rahat bir nefes alıp, “Evet efendim!” diye cevap verdi, “Tamamı bu yazıyla yazılıdır”.

Kadı, elindeki kâğıdı önce öpüp başına, sonra da îtina ile koynuna koyarak davacıya döndü ve kararını açıkladı: “Kusura kalma yavrum! Bu adamın elinde öyle bir delil varken seni de döver, beni de. Haydi bu davadan vazgeç, git işine!”

***

Minarenin kandili

OSMANLI nükte sanatının ustalarından biri de Yesarizade namıyla maruf İzzet Efendi idi. Devrinin İstanbul’unda dost toplantıları yapılan konakların aranan davetlisi olan İzzetEfendi, yaptığı şakalarla çevresindekileri kırar geçirirdi. Ayrıca mübalağayı, yani abartmayı da çok seven bir adamdı. Pireyi deve yapmasıyla ünlüydü. Bunu çevresindeki herkes bilir, İzzet Efendi’yi ona göre dinlerdi.

Yesarizade İzzet Efendi, her zaman olduğu gibi yine bir dost toplantısındaydı. Toplantıda bulunanlara başından geçen bir hatırayı naklediyordu. Bu, bir Ramazan akşamında, fırtınalı bir havada kalkıp Boğaziçi'nde bir iftar davetine nasıl gittiğinin hikâyesiydi: “Dostlar! O fırtına o kadar şiddetliydi ki, dalgalar bizim kayığı zaman zaman Cihangir Camii’nin hizasına kadar yükseltiyordu. Hatta caminin değil, minaresinin seviyesine kadar desem daha doğru olur. Hele bir seferinde o kadar yükseldik ki, minarenin âlemine ta tepeden baktım…”

Bu denli abartıya toplantıda bulunanlardan biri dayanamayarak, “İftar vakti yakın mıydı efendi?” diye sordu, “Camideki hazırlık ne âlemdeydi? İmam şerefeye çıkmış mıydı? Görebildin mi bari?”.

Yesarizade, adamın kendisiyle alay ettiğini anlamış olmalıydı, ancak anlamamış gibi davrandı. Ona abartılı bir cevap verdi: “Evet azizim! O an vakit dolmuş olmalıydı, top ha patladı, ha patlayacaktı…”

Bunun üzerine dalgacı adam alayına devam etti: “Ne iyi! Hazır ezan vakti gelmiş ve camiye de bu kadar yaklaşmışken çubuğunuzu uzatıp minarenin kandilinden yakıverseydiniz ya…”

Yesarizade altta kalmadı, “Yaktım azizim yaktım” diye karşılık verdi, “Ama fırtına tat vermedi ki... Senin gibi iki de bir araya girip ağzımın tadını bozdu”.

***

Yaşlılık

BİLİNDİĞİ üzere eskiden mahkemeler şeriata göre hüküm verirdi. Bugünkü yargıçların yerinde de “kadı” adı verilen hâkimler otururdu. Osmanlı Devleti zamanında, Üsküdar mahkemesinin kadılarından Molla Hüsamettin Efendi ünlü biriydi. İstanbul’da pek çok  kimse onu tanırdı. Çünkü bizim kadının garip bir huyu vardı. Yaşı çok ilerlemiş olduğu hâlde ihtiyarlığa pek yanaşmak istemezdi. Onun bu huyunu bilen arkadaşları, zaman zaman kendisine takılmadan duramaz, hemen iğnelemeye başlarlardı.

Bir keresinde Hüsamettin Efendi’nin muzip bir arkadaşı, ünlü kadıyla bir mesele üzerinde konuşuyordu. Konu tamamlandı fakat sohbet sürme eğilimindeydi. Bir ara arkadaşı Kadı’nın saçındaki gri görüntüye bakıp, “Hay Allah! Simsiyah olan saçınız neden bu kadar ağarmış Kadı Efendi?” diye sordu. Bu soruya karşı gençliğine toz kondurmayan Kadı Hüsamettin’in cevabı hazırdı. Gayet ciddi bir edâyla, “Ne olacak? Nezleden mîrim nezleden” diye karşılık verdi.

Kadıyı gülünç duruma sokmak niyetinde olan arkadaşı sorularını sürdürmeye kararlıydı, konuşmasına müstehzî bir ifadeyle devam etti: “Peki beliniz niçin iki büklüm olmuş Kadı Efendi?” Kadı buna da bir cevap buldu; “Gezmeden mîrim!”  

Arkadaşı bu kez, “Peki, niçin dizleriniz titriyor?” diye sordu. Kadı, “Çizmeden mîrim!” dedi. “Peki, dişlerin niye dökülmüş?” diye soran adama Kadı’nın cevabı şu oldu: “Yiyip içmeden mîrim yiyip içmeden!”

***

“Ey hastalık!”

OSMANLI Devleti’nin yönetim biçimi şimdikinden farklıydı. Mesela mahallî idare birimlerinden biri “sancak” adını almaktaydı. Bizim şimdiki sistemimizde aşağı yukarı vilâyete denk gelen bu birimi sancak beyleri idare ederdi. Sancaklar arasında Bursa sancağının önemli bir yeri vardı. Bir dönem Bursa Sancak Beyliği’ni “Veliyüddinzade” adlı biri yapmıştı.

Bu bey, zalimliği ve gaddarlığı ile tanınmış bir adamdı. Kendisi aynı zamanda ferah konakların ve geniş arazilerin sahibiydi. Bu nedenle birçok adama ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaçtan ötürü bir dolu kölenin sahibiydi. Beyliği sırasında insan ticaretiyle iştigâl eden gemiciler, Veliyüddinzade’ye birkaç köle getirirlerdi. Bey kısa bir kontrolün ardından bu kölelerden birkaçını beğenip satın alırdı.

Sancak Beyi Veliyüddinzade’nin yanında, onunla beraber kalan bir kardeşi vardı: Kasım… Bu kardeş nüktedan bir kimseydi. Bir gün Bey’in köleleri seçtiği sırada, şakacı kardeşi Kasım da oraya gelmişti. Veliyüddinzade, kardeşinin avluya geldiğini görünce onu yanına çağırdı: “Birader! Gel, şu köleye bir de sen bak! Satın alacağım, buna ne dersin?”

Ağabeyinin arzusu üzerine Kasım yaklaştı, seçilen köleye daha yakından baktı. Beğenmiş olacak ki, “İyi seçmişsin” dedi ve ekledi: “İyi ama bir kusuru var! Baksana, güldüğü zaman dişleri pek çirkin görünüyor.”

Bunun üzerine Sancak Beyi köleye daha yakından baktı. Gerçekten de adamın dişleri pek de iyi değildi. Birçoğu çürüktü üstelik, yıkanmaya yıkanmaya sapsarı bir renk almıştı. Kölenin dişlerindeki bu itici görüntüye şahit olan Sancak Beyi, onu almaktan vazgeçmek üzereydi.

Ağabeyinin köleden vazgeçmek üzere olduğunu gören Kasım, sebep olduğu bu duruma engel olmak istedi: “A birader, bırak kalsın! Senin kapında bulunduğu sürece bu garibe gülmek nasip olmaz ki dişlerini göresin…”

***

“Aziz ol kızım!”

OSMANLI’nın altı yüz yıllık ömründe birçok şakacı adam gelip geçmişti. Bunların en meşhurlarından biri de Enderunlu Halit’ti. Halit Bey hoşsohbet, tatlı dilli ve cana yakın bir kişiliğe sahip, dostlar arasında yapılan konak toplantılarının aranan biriydi. İstanbul’un hangi köşesinde bir konak toplantısı varsa orada mutlaka Enderunlu Halit Bey de hazır bulunurdu. Bir bakıma bu tür sohbet toplantıları onsuz olmaz gibiydi. Bu tür toplantıların müdavimlerinin hemen hepsi birbirini tanırdı. Nerede rastlaşsalar, takılmadan edemezlerdi.

Bir gün Halit Bey, Gümüşsuyu yokuşundan aşağı doğru iniyordu. Bir de baktı ki, aşağıdan yukarı doğru, eşeğine binmiş olan bir tanıdığı geliyor. Aslında bu gelen de devrin ünlü nüktedanlarından “Cüce” lakaplı Aziz Bey’di. Hemen her toplantıda karşılaşa karşılaşa samimiyeti oldukça ilerletmiş olan bu ikili, birbirlerine çok takılır, olmadık şakalar yaparlardı. Bir araya geldiklerinde nükteleri peş peşe sıralar, dinleyenleri kırar geçirirlerdi. Onların bulunduğu toplantılarda vaktin nasıl geçtiği anlaşılmazdı. Bu nedenle konak sahipleri, verdikleri ziyafetlerde Enderunlu ile Cüce’yi bir araya getirmek için özel gayret sarf ederlerdi. Çünkü Halit Bey ve Aziz Bey, dinleyenler açısından kahkaha ve pürneşe demekti.

O gün de Cüce Aziz Bey, Halit Bey’i görünce dayanamayacak ve illa takılacaktı. Halit Bey’e birkaç adım kala Cüce Aziz Bey, elindeki sırım kamçıyı eşeğinin kulağına dokundurdu: “Haydi kızım, öp bakalım ağabeyinin elini!”

Halit Bey’se tevazûdan elini vermek istemiyor gibi yaparak hızla geri çekti ve eşeğe döndü: “Aziz ol kızım!”

***

Boş makam

İSTANBUL meclislerinde şakacılığıyla ünlü şâirlerden biri de Deli lakaplı Nüzhet idi. Deli şâir bir ara Bursa'da da oturmuştu. Bursa günlerinin birinde valinin tayini çıkmıştı. Çok geçmedi, onun yerine deliliği ile tanınmış bir başka kişi vali olarak geldi. Olacak ya, valinin arkasından mahkeme kadısının tayini de çıktı, ancak onun yerine de deliliğiyle anılan bir başka kadı geldi.

Bir gün Deli Nüzhet, Bursa Çarşısı’nda geziyordu. Bu sırada zaptiyelerin bir adamı tuttuklarını ve sürükleyip götürdüklerini gördü. Bu durum Nüzhet’in merakını celbetmişti. Deli şâir koşa koşa onların önünü kesti: “Bu adamı nereye götürüyorsunuz?”

Zaptiyeler ünlü şâiri az çok tanıyorlardı. “Bu adam delidir” dediler, “Şimdi de tımarhaneye götürüyoruz”. Bu cevap üzerine Nüzhet gülmeye başladı ve cevabı patlattı: “Aman kardeşlerim, delinin tımarhanede ne işi var? Devlet mahallinde hiç mi boş yer kalmadı? Tamam, valilik ve kadılık makamı dolu, öyleyse bir de diğer makamlara bakın, nasıl olsa uygun bir yer bulursunuz!”

***


“Oyun bilmem!”

TÜRK tiyatrosunun eski emektarlarından biri de Halas Efendi adında biriydi. Halas Efendi, mesleğinde usta ve çok yetenekli bir oyuncuydu. Oyunculuk hayatı boyunca onlarca oyunda rol almış, girmediği tip kalmamıştı. Halas Efendi, temsillerini sergilemek için Anadolu turnesine çıkar, bu arada da sık sık Trabzon’a uğrardı. Çünkü zamanın Trabzon Valisi, tiyatroyu seven ince ruhlu bir adamdı. Şehre gelen temsillerin hiçbirini kaçırmaz, hatta ailesiyle birlikte giderdi. Hem de birkaç kere… Üstelik her seferinde de ilk kez seyrediyormuş gibi  keyif alırdı.

Halas Efendi, yeni oyununu sergilemek için yine Trabzon’un yolunu tutmuştu. Şehre vardıktan sonra orada on beş gün kaldı. Başta Vali olmak üzere bütün memurlar, gruplar hâlinde gelip kendisini izlediler. Bu arada halktan gelenler de oldu, ancak hâsılat yeterli değildi. Bu yüzden Halas Efendi, tiyatro turnesini Trabzon’dan sonra bazı il ve ilçelerde de sürdürmek niyetindeydi.

Trabzon’dan ayrılacakları sırada, başta Halas Efendi olmak üzere tüm oyuncular Vali’yi ziyaret ettiler.  Sohbetin bir yerinde Vali, “Buradan İstanbul'a mı?” diye sordu. Halas Efendi, “Hayır efendim!” dedi, “Allah kısmet ederse Giresun'a gitmek niyetindeyiz”.

O tarihte Giresun ilçeydi, dolayısıyla Trabzon’a bağlıydı. Vali hemen başkâtibi çağırdı ve Kaymakam’a bir mektup yazdırdı. Mektubunda diyordu ki, “Hâmilî tezkere Halas Efendi ve arkadaşları Giresun'da temsiller vereceklerdir. Kendilerine elinizden geldiği kadar yardım etmenizi rica ederim”.

Trabzon’dan ayrılan Halas Efendi, Giresun'a varır varmaz Kaymakam Bey’in huzûruna çıktı ve Vali’nin mektubunu kendisine takdîm etti. Kaymakam Bey devlet terbiyesi görmüş, nazik, utangaç, çelebi ve iyiliksever bir adamdı. Sanatkârları derhâl huzûruna kabul eden bu nazik adam, Vali’nin mektubunu alınca zarfı hürmetle açmış ve dikkatle okumuştu. Şimdi düşünüyor ve bir müşkül durum varmış gibi yutkunuyordu. Sonunda baklayı ağzından çıkardı: “Vali Bey sizlere elimden geldiği kadar yardım etmemi emir buyuruyorlar. Emirleri başım üstüne! Ancak bendeniz bir kerecik olsun sahneye çıkmış kul değil. Yani hiç oyun oynamasını bilmem! Bu durumda size nasıl yardım edeceğimi düşünüyor ama maalesef bir çıkış yolu bulamıyorum.”