Senden “beni” keşfetmek

“Sayemde bir çay iç” mesajı vermek yerine, dünyanın en asil ifadesiyle elimi tutup, “Gardaş, senin paran burada geçmez!” diyerek çay paramı ödeyen kahvedeki asil insana hayran oluyorum. İçimden, “Keşke ben de onu taklit edebilsem” diye geçirmekten kendimi alıkoyamıyorum.

KARŞILAŞTIĞINIZ biriyle söze başlayacağınız sırada, selâmlaşmadan sonraki ilk kelimeniz ne olur? Sivaslılar, “Gardaş!” diye söze başlıyorlar. Diyarbakırlılar, “Kurban” diyorlar. Gazianteplilerse “Ağam”… İstanbullular, “Hanımefendi” veya “Beyefendi” ifadelerini kullanıyorlar. Bunların hiçbir anlamı yok mu, bunlar niçin ve nasıl ortaya çıkmış olabilir?

Söze başlayan insana karşı içinizde neler doğar ve ne yaparsınız? Ülkemi, insanımızı çok seviyorum; daha çok anlamak, o leziz kültür deryasından kana kana içmek istiyorum. O deryaya biraz daha, daha keşfedici şekilde bakabilirsem, kendimin deryaya yansımış hâlini görebileceğimin farkındayım. Geç de kalmak istemiyorum.

Doğan Cüceloğlu bir kitabında, arkadaşının geliştirdiği bir oyundan bahsediyor. Sizinle de hemen oynayalım isterseniz…

“D” harfiyle başlayan bir ülke ismi tutun aklınızda, ama bana söylemeyin. Sonra aklınızda tuttuğunuz o ülke isminin sondan üçüncü harfiyle başlayan bir şehir adı tutun. Bunu da bana söylemeyin. Sonra tuttuğunuz şehir adının ikinci harfiyle başlayan bir hayvan ismi bulun ve aklınızda tutun. Aklınızda tuttuklarınızın neler olduğunu ben size söyleyeyim. Aklınızda tuttuğunuz hayvan adı “inek”, şehir adı “Rize”, “D” harfiyle başlayan ülke ismi de “Danimarka”... Doğruyu bilip bilemediğimi bilmiyorum. Doğru bildiysem de, bilmediysem de bu işin sırrını size anlatayım, siz de başkalarına yapın.

Türkiye’de yaşayan bizlerin kültür dünyasında, “D” ile başlayan ülke olarak en çok Danimarka’nın karşılığı var. Dominik Cumhuriyeti pek aklımıza gelmez, hatta “Orası da neresi?” diyenler olur. İl veya “yurtiçinden bir şehir” demediğim hâlde hepimizin aklına “Rize“ geliyor. “İ” harfiyle de ilgili olarak en çabuk aklımıza gelen hayvan ismi tabiî ki “inek”… Nadir de olsa farklı isim aklına gelen kişiler de oluyor. Onlara baktığımda sıra dışı merakları olan, sıra dışı şeyler yapan veya bu kültürde tam olarak yoğrulma zamanı bulamamış gençleri görüyorum. Doğan Hoca bu örneği, “Hepimiz, kültürümüzün dediğini yapan kültür robotlarıyız” bağlamında veriyor.

Türkiye’mde gitmediğim belki birkaç il kalmıştır. Amasya da birkaç sefer gittiğim şehirlerimizden… Her seferinde yeni bilgilerle, duygularla donanmış, kafamda yeni sorularla dönüyorum. Son gittiğimde, “Şehzade Müzesi”ne de vardık. Amasyalı dostlarımız bu şehre “Şehzadeler Şehri” de derler. Birçok bilgiyi son gidişimde öğrendim. Meselâ Osmanlı döneminde 12 şehzade bu şehirde eğitim almış. Bunlardan 7’si tahta geçmiş, 5’ine ise nasip olmamış. Tahta geçemeyenlerden biri de Kanunî’nin oğlu Şehzade Mustafa. Ondan sonra da şehzadelerin şehirlerde değil de sarayda yetiştirilme dönemi başlamış.

Amasyalılar inanıyor ve diyorlar ki, “Şehzadelerin Amasya yerine sarayda eğitilme döneminin başlamasıyla Osmanlı’nın duraklama, gerileme ve ardından da çöküş dönemi başlamıştır”. Amasya’da yetişen şehzadelerden tahta geçenler, hep yükseliş dönemini başlatan ve sürdüren şehzadeler…

Kuruluşlar, şirketler veya yönetim bilimi bakımından dünyanın en önemli sorunu, en iyi yöneticiyi yetiştirmek, yetişmişi varsa da onu bulmaktır. Yani her patron kendi şirketinin yükseliş döneminin hiç bitmemesini ister. Her toplum, kendi yöneticisinin en başarılı yönetici olmasını ister. Peki, bu yöneticiler hangi tarlada, hangi iklimde yetişecek? Bırakın insanı, malûm, her ot bile her yerde yetişmez. İşte Amasya’da da ben bunun cevabını aradım!

Aslında merakımı celbeden bir husus da Prof. Dr. Zafer Toprak’ın bahsettiği, rahmetli Prof. Dr. Afet İnan’ın dünyanın en büyük araştırmasında keşfettiği “Türk kültürüne en çok katkı yapan iller” araştırmasındaki sonuçlar. Bu araştırmada Amasya’dan bahsediyor. Ben de onu keşfetmek istedim.

İnsanları gözlemledim. Konuşmalarını dinledim. Sorular sordum. Düşünebiliyor musunuz, “Ferhat ile Şirin” hikâyesi buraya ait. Çocuklar o hikâyelerle büyüdüler. Atasözlerini, deyimlerini öğrenmeye çalıştım. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına kadar burada ciddî sayıda gayr-i Müslim bir tebaa varmış. Farklılıklarla bura halkının ilişkisi son derece olumlu. Farklılıkları keşfetmekten korkmuyorlar genel olarak. Oradaki kalıntıları incelerken hep şunu sordum ve anlamaya çalıştım: “Niçin bunu burada yapmışlar? Bu yapı, halkı nasıl etkilemiş, şekillendirmiş olabilir?”

Bilirsiniz, “Önce biz şehirleri şekillendiririz, sonra da şehirler bizi” şeklinde bir söz var. Evet, ama ya ben? İçinde Amasya’nın, Konya’nın, Kastamonu’nun, İstanbul’un olduğu bir ülke kültürü, acaba beni nasıl şekillendirdi (ve şekillendirmeye devam ediyor)? Acaba ben bunun farkına vararak olumsuz etkilenişlerimi değiştirip olumlulara katabilir miyim?

Kültürümün içinde kendimi iyi hissediyorum. Gaziantep’te nohut dürümcüsünün kendi çırağını yanımıza verip adresi bulmamıza yardım etmesini minnetle karşılıyorum. Bu davranışla karşılaşmaktan rahatsız değil, aksine mutluyum. Sivas’ta (bana veya başkasına karşı) herhangi birinin gayet samimî bir şekilde “Gardaş!” diye söze başlamasından dolayı o kimseye iyi davranma isteğim doğuyor. Diyarbakır sıcağında, Sur içinde, Kazancılar Çarşısı’nda, iftara doğru olmasına rağmen “Kurban” diye söze başlayan ustaya, sahip olduğu sabırdan ötürü, o çektiklerine rağmen bu şekildeki yaklaşımından dolayı el pençe divan durasım geliyor.

Kendi köyümde, şiveli bir şekilde “bizim oğlan” ifadesinin sık sık konuşmalarda geçmesini hatırlıyorum. İçinde bulunduğumuz yüce erdem kültürünü görüyorum. Bu ifadeler bana, “Biz gardaşız, sen bizim oğlansın! Ben sana kurban olayım, önemli değil! Sen benim ağam ol, ne fark eder” mesajı veriyor âdeta. Egosunu, enaniyetini ayakları altına alabilmiş insan meydana getiren bir kültür bu.

Bu kültürden dolayı mesudum, mutmainim. Egosuyla beni muhatap eden insan davranışını sevmiyorum. Pahalı kıyafetiyle, pahalı arabasıyla, pahalı takılarıyla üstüme üstüme gelen insan davranışını sevmiyorum. Zekât verirken, yardım yaparken, “Bende var, sende yok! Ben olmasam açlıktan ölecektin” diyen, her şeyin üstündeki Yaratıcıyı göremeyen ve her şeyi kendinden bilen davranışın sahibini sevmiyorum. Zaman zaman nefsime uyup sevmediğim bu davranışları taklit etsem de, o anlarda içimde bir boşluk, bir yalnızlık hissediyorum. “Sayemde bir çay iç” mesajı vermek yerine, dünyanın en asil ifadesiyle elimi tutup, “Gardaş, senin paran burada geçmez!” diyerek çay paramı ödeyen kahvedeki asil insana hayran oluyorum. İçimden, “Keşke ben de onu taklit edebilsem” diye geçirmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Bu anlattıklarımdan sonra anlıyorum ki, bir yandan ülkemi gezmişim, bir yandan da kendimi bulmuşum. Kimsesiz birinin anne ve babasını bulunca kendinin kim olduğunu bulması gibi bir şey bu! İşi sağlama almak için anne ve babasının DNA’sıyla kendi DNA’sını karşılaştırır da DNA’lar aynı ise sorun yoktur ya, ben de bu kültürün içinde olmaktan mutluysam, mutmainsem, kültür unsurlarıyla karşılaşmaktan ve o kültür unsurlarını yapmaktan memnunsam, sorun yok!

Ben bu kültürün insanıyım. Tabiî kültürümüzün güncellenmesi ve güncellenirken zararlı unsurların karışmamasına da dikkat etmek lâzım. Özden kopmamak lâzım. Bu satırları okuduğunuzda, bu yazdıklarımı yaşıyor olacağım. Size de öneririm. Ben sizdekilerden beni bulayım, siz de ondakilerden kendinizi bulun!

İyi keşifler olsun cümle kendinin kâşiflerine!