“TÜRKİYE’nin bozgunu, Fransa’nın bozgunu demektir; Yunanlıların zaferi, medeniyetin gerilemesi demektir. Hazırlanan bu kavgada ben, kuvvetliye karşı zayıfın, zâlime karşı mazlumun, Hıristiyan’a karşı Müslüman’ın tarafındayım.”
Bu satırlar, Kurtuluş Savaşı’nın başında, Yunanlıların Batı Anadolu’yu istilâsı sırasında yazılmıştır. Türk dostu bir Fransız’ın kaleminden.
Claude Farrere’nın “Türklerin Manevi Gücü” isimli eseri, yaklaşık yarım asır önce “Tercüman 1001 Temel Eser” dizisinin 10 numaralı kitabı olarak yayınlanmıştı.
O zaman ülkemiz bir başka kavganın içindeydi. Kitabı heyecanla okumuş, önemli bulduğum cümlelerin altını çizmiştim.
Yazar, en baştan Türk dostu değil. Aksine bir düşünce yapısı içinde.
Bu topraklara Türk düşmanı olarak gelmiş, tanıdıktan sonra kanaati değişmiş. Bu hususu şöyle anlatıyor:
“1902 yılında Fransa’dan ayrılırken Türklerden ölesiye hoşlanmadığımı söylersem bana inanın. Zaten koleji bitiren bütün Fransızlar öyledir. Çünkü tahsil boyunca antik hâtıralar ve modern peşin hükümlerle beslenirler. Ve 1904 sonbaharında tepeden tırnağa kadar Türk dostu olarak vatana döndüğümü söylersem, yine bana inanın.
Bütün arkadaşlarım, Türkiye’de yaşayan bütün Fransız subayları -orada kaldıkları süre ne kadar az olursa olsun- benim gittiğim gibi gidiyor ve benim duygularımla dolu olarak dönüyorlar. Hiç istisnasız.
Niçin? Çünkü onlar da benim gördüklerimi görüyor. Çünkü onlar da benim bildiklerimi öğreniyor.
Onlar da biliyorlar ki, Doğu’daki kavgalarda Türk daima haklıdır, düşmanları da daima haksız!
Allah için söyleyin, Fransa’dan hiçbir şey çalmamış olan Türkiye’nin kendi malını korumaya hakkı yok mu? Elbette var, herkese karşı, hattâ Fransa’ya karşı.
Ve eğer Fransız olmasaydım, Yunanistan’a karşı, İngiltere’ye karşı, hemen hemen bütün Avrupa’ya karşı Ankaralı dostum Kemal Paşa’nın yanında öyle candan savaşırdım ki!”
Bizim 1. Dünya Savaşı olarak bildiğimiz büyük savaş geride kalmış ve Osmanlı, topraklarını büyük ölçüde kaybetmiş. Yaşanan, tam anlamıyla bir bozgun.
Öyle bir dönemde yazarın haklıyı haksızı görmesi, o zamanlar olduğu kadar bugün de önemli.
Tamamen parçalamak, yok etmek isteyenlerin arasındayken, görüşlerini yazıp yayınlamış.
“Cihan Harbi bitti. Artık, Selânik ordusundaki bütün Fransız askerleri Doğu’daki kurbanların Hıristiyanlardan çok Müslümanlar, cellâtların da, Osmanlı’dan çok Ermeniler olduğunu biliyor.
Türkler gerçekten şuurlu millettir. Doğu Hıristiyanlarından, Levanten Ortodokslar’dan çok daha fazla şuurludur, vicdanlıdır.”
Sağlıklı değerlendirmek için Türk olmak gerekmiyor görüldüğü gibi. Haklının kim olduğunu dile getirmek için Müslüman olmak şart değil. Objektif bakmak yeterli. Daha doğrusu bakabilmek.
İnce belli ufak bir çay bardağı ile su bardağı yan yana durunca, hangisinin daha fazla su alacağı sorulsa; önceden yanlış cevap vermesi kararlaştırılan dokuz kişiden sonra denek konumundaki bir kişinin doğru cevap verme ihtimali epeyce zayıftır. Deneylerle birçok defa ortaya konulmuş bir gerçektir bu.
İki basit bardakla ilgili soruda bile doğruyu söylemek cesaret isterken, dünya siyasetiyle ilgili hususlarda çoğunluğun karşısına dikilmek sağlam bir vicdan, sağlıklı bir bakış gerektirir.
Yazarımız işte bunu başarmıştır.
Yine de itiraz ettiğim bir görüşü de var. İlk okuduğumdan bu yana aklımdan çıkmayan şu satırlara da bir bakmanızı isterim:
“Bu hikâye, arada bir, aynı ara nağmelerin tekerrür ettiği bir melodiye benzer. Ufkun bir tarafından harikulâde insanlar gelir; İran’ı, Mezopotamya’yı, Anadolu’yu fetheder; orada gevşer kendilerini şehvete verir, sonunda kaybolurlar; çünkü ufkun öbür tarafından başka, fevkalâde insanlar gelmiştir… Haydi, onlar da İran’ı, Anadolu’yu, Mezopotamya’yı alırlar. Sonra, onlar da kaybolur…
Bu hâl, böylece yıllar yılı devam edip gider! Bu hikâyeyi, aynı minval üzere, bir defa, iki defa, hattâ üç defa tekrar edebilirim.”
Claude Farrere, bugünün Türkiye’sini görseydi, eminim bu konuda yanıldığını itiraf ederdi.
Artık bu topraklara kim gelirse gelsin, durumun değişmeyeceğini hiç tereddütsüz dile getirirdi.
Yine de yazarın bu görüşleri aklımızın bir köşesinde dursa iyi olur.
Mehmet Âkif’in şu mısralarını da asla unutmamamız gerekir:
“Sahipsiz olan memleketin batması haktır/ Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”
Anayasa kadar belki ondan daha önemli.