Sen ölünce

Akşam gelmeyeceğini bile bile bekledik seni. Hatıralarına sarılarak avuttuk kendimizi. Seni unutmaktan korktuk belki de. Hâlâ soframızı senin işten dönüş saatinde kuruyoruz. Her yemeğe oturduğumuzda masadaki yokluğun düğüm düğüm oluyor boğazımızda.

SEN ölünce ne mi oldu? Birileri “Başın sağ olsun” diyerek yüreğimin tam ortasına bir avuç köz bıraktı. Kendimi güvende hissettiğim evim, ocağım bir anda çöktü sanki. Kuru ayazlarda savunmasız kaldık. 

Kanatlarımın gücü yoktu yavrularımı altına almaya. Müezzin acı gerçeği cümle âleme duyururken adının okunması bağrımdaki ateşi daha da körükledi. Gidişini kabullenmek istemeyen çocuklarımızın yüzüne dalga dalga çarptı gerçekler. Daha büyümeden ölümün soğuk yüzüyle tanıştılar.
Acı haber çabuk yayılırmış ya, bu kadar mı çabuktu? Uzak yakın ne kadar eş dost varsa doldu taştı evimiz. Ebediyete gidişinde herkes yanında olmak istemiş. Şimdi buralarda olurmuşsun, sana da malûm olurmuş gelen giden. Cenazeyi fazla bekletmeye gelmezmiş. Sahi, hangi ara “cenaze” oldu senin adın? Daha sabah evimin direği, çocuklarımın babasıydın.

Cenaze işlemleri için hemen iş bölümü yapıldı. Her ne gerekiyorsa sana lâyık biçimde olsun istendi. Bana ve çocuklarıma düşen, şimdilik anlamsız gelen tesellileri dinleyip acımızı yaşamaktı. Hem ne çok sevenin varmış, herkes bir işin ucundan tuttu. 

“Çok iyi adamdı, çok severdim rahmetliyi”… “Rahmetli”… Çok da erken olmuş gidişin. Bir de bana sorsunlar ne kadar erken olduğunu. Daha gidecek çok yolumuz vardı, öyle sözleşmiştik. Bir evimiz vardı başımızı sokacak, bir de maaşımız. Çocuklar da ayaklarının üstünde durdu mu, bizden iyisi yoktu. Sahi, daha torun sevecektik seninle. Bu plânları yaparken gözümüzden kaçan neydi ki? 

Sonra biri geldi, “Rahmetli nereye gömülmek isterdi?” diye sordu. Nereden bilebilirdim ki nereyi istediğini? Hiç konuşmamıştık seninle uzakta olduğunu düşündüğümüz ölüm gerçeğini. “Memleket” dediler, istemedim. O kadar uzakta olmana gönlüm razı olmadı. En yakınımızda olmanı istedim ama yer yokmuş bizim semtteki mezarlıkta. İnsanlar bu kadar çok mu ölüyordu?
İşlemler öğle namazına yetişmedi ama ikindi namazına müteakip kılındı cenaze namazın. Konvoy eşliğinde gidildi mezarlığa. Soğuk yüzünü gösterdiler bize; senden soğuyalım diye… Kundağa sarılmış bir bebek misali masumdu yüzün. Son vedamızda söz verdim sana, dimdik duracağım çocuklarımın başında.
Üzerine atılan her toprağın ağırlığı çöktü sanki üzerime. Hoca telkin vermek için kaldı fakat bizim ufaklığı oradan ayırmak çok zor oldu. İlk Perşembe’n, yedin, elli ikin derken zaman aktı gitti. Telaşlar bitip kendi kendimize kalınca evde daha da ağır geldi yokluğun. Akşam gelmeyeceğini bile bile bekledik seni. Hatıralarına sarılarak avuttuk kendimizi. Seni unutmaktan korktuk belki de. Hâlâ soframızı senin işten dönüş saatinde kuruyoruz. Her yemeğe oturduğumuzda masadaki yokluğun düğüm düğüm oluyor boğazımızda.
Bahçedeki elma ağacı... Ne çok sevmiştin sen onu! Belki gölgesinde çay içtiğimiz günler de olacak ama sensiz olunca bende çay keyfi yapacak heves kalmadı. Biliyor musun, hep beraber senin tuttuğun takıma geçtik, çocuklar öyle istedi. Sen çok mutlu olurmuşsun. Hem başköşeye astık resmini; en genç ve en güzel olanı… Hep bizimle ol diye… 

Şimdi yarım kalan hatmini okuyorum, dualarımızda hep sen varsın. Çocuklar birden büyüdüler sanki. Ya da öyle olmak zorunda kaldılar. Hiç üzmüyorlar beni, onlar da gönlümün yorgunluğunu biliyorlar ki omuzumdaki yükü hafifletmeye çalışıyorlar.
Sen ölünce ne dünya durdu, ne de yıldızlar göz kırptı bana; mehtap başka sevenler için doğuyor artık. Çocuklar sık sık seni ziyaret etmek istiyorlar ama alışmaları lâzım artık yokluğuna. Bir an önce mezarının yapılmasını istiyorlar. Evimizin bahçesindeki güllerden dikeceklermiş, hem de en sevdiklerinden.
Sonra “zaman” denen merhem devreye girince, hatıraların gülümsetti bizi. Bazen utandık gülüşlerimizden ama hayat sensiz de olsa devam ediyordu…