İNSAN her sabah
kalktığında yeni bir güne merhaba diyor. Evinden çıkarken aslında gün içindeki
merhabalarını hesaplıyor. Her merhaba, aslında bir sonraki merhabanın doğuşuna
sebep teşkil ediyor. İşte şimdi inanılmaz bir klişe geliyor: Yeniden merhaba
diyebilmek için bir merhaba gerekli!
Şaka
bir yana, merhabaları çok önemsiyorum; çünkü kabulleniş için bir ilk adım “Merhaba”...
Hattâ bir cenaze arabasının ardından gökyüzüne uçurulan iyi temenniler bile,
öncesinde biriktirilmiş birçok merhaba barındırıyor. Bu yüzden yazıma ağız
dolusu bir “Merhaba!” ile başlamak istiyorum. Ancak bu merhabamı, içindeki kötü
niyetleri gizlemek için şirin görünme ihtiyacı duyan birtakım kimselerin sahte
merhabalarıyla karıştırmazsanız sevinirim. Zira az evvel de bahsettiğim gibi,
merhaba, bir kabul beyanıdır çocuk kalbimde. “Satış ve Pazarlamaya Giriş El
Kitabı” değil...
Aslında
son zamanlarda gezdiğimiz internet alışverişi sitelerinde de sık sık “Merhaba”,
“Senin için seçtiklerimiz”, “Siparişlerinden esinlendiklerimiz” ve benzeri
ifadeleri görmüyor değilim. Ancak ne kadar gelişirsek gelişelim, makinaların zâtımla
konuşmasından oldum olası mustaribim. Hem samîmi gelmiyor, hem de otomatikleşen
tepkiler sinirlerimi bozuyor. Yalnız son günlerde salgın sebebiyle
otomatikleşen tepkilere bile hasret kaldığımızı düşünürsek, sanırım bu, o kadar
da kötü bir şey değil...
Korona,
hayatımıza girdiği ilk andan itibaren bir şeyleri değiştireceğinin sinyallerini
vermişti; ancak inanıyorum ki, bu denli şiddetli bir sosyal deney hâline
gelebileceğini hiçbirimiz ummuyorduk. Önce durdurulan işler, ardından gelen
sokağa çıkma yasakları derken bir baktık ki birbirinden kaçan insanlar hâline
gelmişiz. Hoş, içinizden, “Ben zaten insandan kaçıyorum” diyebilirsiniz. Bu cümle
de bu aralar çok moda oldu: “Ben insandan kaçıyorum.” İnanır mısın, ben de! Ama
insandan değil, insan olma hasletlerini yitiren bu öfkeli kalabalıktan
kaçıyorum… İkisi farklı şeyler!
Bu
yüzden sizinle şimdi bir söz verelim ve bir daha bu cümleyi kurmayalım. Neden,
biliyor musunuz? Çünkü söylediklerimiz arşa yükselerek bir yerlerde hapsoluyor
ve bir şey kırk defa söylendiğinde, bir bakıyorsunuz ki kırk birincide
oluveriyor. Acaba teyzeler bu yüzden mi “Kırk bir kere maşallah!” diyorlar?
İşin
muhabbet kısmı bir yana, tanıdığım tanımadığım herkese haykırmaktan
yılmayacağım tek bir doğru var ise, o da insanın, bu yüzyılda bize belirli
aralıklarla telkin edildiği gibi sadece menfaatleri doğrultusunda yaşayan iki
ayaklı bir canlıdan ibaret olmadığıdır. İnsan olmanın gerektirdiği bazı
sorumluluklarımız olduğuna inancım her zaman tamdı. Bu konuda ne kadar başarılı
olduğum, ne kadar başarılı olduğun, hattâ başarılı olup olmadığımız, hattâ
başarıyla sonuçlanması gerekip gerekmediği ise sanırım her daim muamma kalacak.
Ancak insan olmanın gerektirdiği muhtaçlıklarla ilgili sanırım birkaç ufak
mücadelemiz daha olacak.
Zannedilmesin
ki bu, “Kula kulluk etmeyi öğreneceğiz” anlamına geliyor. Asla! Ne demiş Orhan
baba? “Kula kulluk edene yazıklar olsun!” Neyse, lüzumsuz teyakkuzlara
kapılmadan konumuza dönelim...
Bu
salgının en çok altını çizdiği konulardan biri, birbirimize ne kadar muhtaç
olduğumuz ve bu muhtaçlıklarla baş edebilme becerimiz oldu. Kurye ağabeyler tarafından
teslim edilmedikçe hiçbir elbisenin renkleriyle aynalar şenlenemedi, özçekimler
yenilenmedi ve balkonsuz evlerin içi yeşillenmedi. (“Yeşil” demişken, şu an
gözlerimin önünden, ellerini sağa sola savurarak dans eden bir assolist hayâli,
“Ben senin olmadığın her yerde canım, yeşillenirim” diyerek geçiyor. Nereden
çıktı canım bu şimdi? Bunlar hep o küçükken yokluktan izlediğimiz malûm müzik
kanalının izdüşümleri...)
Malûm,
kuryeci ağabeyler, salgın sebebiyle çok çalışıyor, bazen şaşırıyor ve bazı
teslimatları atlıyor. “İnsanlık hâli” deyip geçebiliriz, değil mi? Yok,
geçmiyorlar. Sokağa çıkmadığı için yoğunluk yaşayan bu ağabeylerin görevini iyi
yapmadığından bahisle, aldıkları primi konuşmaktan hayâ etmeyen bazı kimseler
var. Velhâsılıkelâm, tıpkı yüz yıl öncesinde olduğu gibi, hattâ bin yıl, -görüyor
ve arttırıyorum- hattâ ve hattâ Milât’tan önce 1500’lerde olduğu gibi,
güzelliği on para etmiyor hiçbir güzelin, bizdeki izdüşümü aşk olmadıkça...
Psikologlar,
Korona salgını ve benzeri olağandışı hâllerin, insanların sorunla mücadele
yetenekleri ne kadar gelişkinse, aile-sosyal çevre ilişkileri ne kadar
güçlüyse, günlük yaşantısında kendisine ne kadar vakit ayırabiliyorsa, o kadar
az etkileyeceğine işaret ediyor.
Yani
apoletlerin, havalı ceketlerin, pahalı mücevherlerin ve unvanların olmadığında
sen kimsin? Karın tokluğuna çalışabilir misin? Bu şekilde çalışırken de sen,
sen misin? Kimi arayıp içindeki tüm güzel çiçekleri takdim ediyor, kimin tepesine
bütün öfkeni kusuyorsun? Kimi görüntülü aramadan bir gün dahi geçirmezken, kim
aradığında açmak istemiyorsun? Ne yiyorsun? Bu arada lütfen, makarna yeme,
makarna stoklama! Ülkeye iki yıl yetecek kadar makarna stokumuz var ve hem kilo
yapıyor, hem de unutkanlığı arttırıyor. Üstelik Korona salgını ilk
duyurulduğunda birtakım kimselerce yapılan market istilâsı sebebiyle galiz
hakaretlerimi makarna üzerinden savurmak istemiyorum. Fakat psikologların bunu
da sorguladığını düşünüyorum. Sade makarna mı seviyorsun, yoksa benim gibi
kremalı makarna yiyip insülinin damarlarındaki kontrolsüz yükselişiyle
mutluluktan dört köşe uyuyakalıyor musun? Hangisi? Ne izliyorsun? Ne okuyorsun?
Kimi okuyorsun?
Psikologlar
esasen şunu soruyor: Sen kimsin? Galiba bu sürecin en etkileyici sonuçlarından
biri, bu soruları hiç aklına getirmeyen bir kimseyi bile bunları düşünmek
zorunda bırakması oldu. Bu soruya cevap verebilenler, görüntülü konuşmalarla
bayramlaşma faaliyetini icra ederken yanına bir fincan da Türk kahvesi eklediler.
Cevap veremeyenler ise, asla giremedikleri gönüllerin sahiplerine yeniden gösteriş
yapabilmek için -aslında kendisini değerli hissedebilmek için-hayâlî
yoğunluklar, hayâlî dostlar ve hayâlî mutluluklar yaratmaya devam ediyorlar. Bu
insanların şimdilik kendileriyle barışmalarını diliyor ve gönlümüzdeki karanlık
tarafa postalıyoruz. Çünkü daha az evvel kula kulluk etmeyeceğimizin altını
çizdik; fakat bu, “Acziyetimizi görmezden geleceğiz” demek değil. İşte buna da
asla!
Elbette
içimiz sıkılacak, rûhumuz bunalacak. Bu noktada da artık kişisel tercihlerimize
göre belirleyeceğimiz bazı meditasyon aplikasyonları can kurtarıcı olacak. Tabiî
“Kıble bul” uygulamaları da var ve inan ki, doğru buluyor. -Burada tebessüm
edenlerle daha işimiz bitmedi.- Çünkü biz içimizde her gün yeniden filizlenen bu
varoluşa tutkunuz. Tam da bu yüzden, her dost selâmıyla yeniden içimiz kıpır
kıpır olacak!
Biriktirdiğimiz
merhabalardan bahsetmiştim yazımın başında. İşte o merhabaların hepsi,
ceplerimizden taşacak. Biraz daha sabırlı olacağız bu sürecin sonunda, biraz
daha heyecanlı, biraz da hatırnaz, belki daha kanaatkâr... Ancak bu, yine de “Kula
kulluk edeceğiz” demek değildir. Asla! Ve insan olma hasletlerini yitirip
kuryelerin çok çalışması sebebiyle aldığı primlerden bahsederken hayâ etmeyen
kimselerin olmadığı her yerde yeşilleneceğiz.