Sen kimsin?

Apoletlerin, havalı ceketlerin, pahalı mücevherlerin ve unvanların olmadığında sen kimsin? Karın tokluğuna çalışabilir misin? Bu şekilde çalışırken de sen, sen misin? Kimi arayıp içindeki tüm güzel çiçekleri takdim ediyor, kimin tepesine bütün öfkeni kusuyorsun? Kimi görüntülü aramadan bir gün dahi geçirmezken, kim aradığında açmak istemiyorsun? Ne yiyorsun?

İNSAN her sabah kalktığında yeni bir güne merhaba diyor. Evinden çıkarken aslında gün içindeki merhabalarını hesaplıyor. Her merhaba, aslında bir sonraki merhabanın doğuşuna sebep teşkil ediyor. İşte şimdi inanılmaz bir klişe geliyor: Yeniden merhaba diyebilmek için bir merhaba gerekli!

Şaka bir yana, merhabaları çok önemsiyorum; çünkü kabulleniş için bir ilk adım “Merhaba”... Hattâ bir cenaze arabasının ardından gökyüzüne uçurulan iyi temenniler bile, öncesinde biriktirilmiş birçok merhaba barındırıyor. Bu yüzden yazıma ağız dolusu bir “Merhaba!” ile başlamak istiyorum. Ancak bu merhabamı, içindeki kötü niyetleri gizlemek için şirin görünme ihtiyacı duyan birtakım kimselerin sahte merhabalarıyla karıştırmazsanız sevinirim. Zira az evvel de bahsettiğim gibi, merhaba, bir kabul beyanıdır çocuk kalbimde. “Satış ve Pazarlamaya Giriş El Kitabı” değil...

Aslında son zamanlarda gezdiğimiz internet alışverişi sitelerinde de sık sık “Merhaba”, “Senin için seçtiklerimiz”, “Siparişlerinden esinlendiklerimiz” ve benzeri ifadeleri görmüyor değilim. Ancak ne kadar gelişirsek gelişelim, makinaların zâtımla konuşmasından oldum olası mustaribim. Hem samîmi gelmiyor, hem de otomatikleşen tepkiler sinirlerimi bozuyor. Yalnız son günlerde salgın sebebiyle otomatikleşen tepkilere bile hasret kaldığımızı düşünürsek, sanırım bu, o kadar da kötü bir şey değil...

Korona, hayatımıza girdiği ilk andan itibaren bir şeyleri değiştireceğinin sinyallerini vermişti; ancak inanıyorum ki, bu denli şiddetli bir sosyal deney hâline gelebileceğini hiçbirimiz ummuyorduk. Önce durdurulan işler, ardından gelen sokağa çıkma yasakları derken bir baktık ki birbirinden kaçan insanlar hâline gelmişiz. Hoş, içinizden, “Ben zaten insandan kaçıyorum” diyebilirsiniz. Bu cümle de bu aralar çok moda oldu: “Ben insandan kaçıyorum.” İnanır mısın, ben de! Ama insandan değil, insan olma hasletlerini yitiren bu öfkeli kalabalıktan kaçıyorum… İkisi farklı şeyler!

Bu yüzden sizinle şimdi bir söz verelim ve bir daha bu cümleyi kurmayalım. Neden, biliyor musunuz? Çünkü söylediklerimiz arşa yükselerek bir yerlerde hapsoluyor ve bir şey kırk defa söylendiğinde, bir bakıyorsunuz ki kırk birincide oluveriyor. Acaba teyzeler bu yüzden mi “Kırk bir kere maşallah!” diyorlar?

İşin muhabbet kısmı bir yana, tanıdığım tanımadığım herkese haykırmaktan yılmayacağım tek bir doğru var ise, o da insanın, bu yüzyılda bize belirli aralıklarla telkin edildiği gibi sadece menfaatleri doğrultusunda yaşayan iki ayaklı bir canlıdan ibaret olmadığıdır. İnsan olmanın gerektirdiği bazı sorumluluklarımız olduğuna inancım her zaman tamdı. Bu konuda ne kadar başarılı olduğum, ne kadar başarılı olduğun, hattâ başarılı olup olmadığımız, hattâ başarıyla sonuçlanması gerekip gerekmediği ise sanırım her daim muamma kalacak. Ancak insan olmanın gerektirdiği muhtaçlıklarla ilgili sanırım birkaç ufak mücadelemiz daha olacak.

Zannedilmesin ki bu, “Kula kulluk etmeyi öğreneceğiz” anlamına geliyor. Asla! Ne demiş Orhan baba? “Kula kulluk edene yazıklar olsun!” Neyse, lüzumsuz teyakkuzlara kapılmadan konumuza dönelim...

Bu salgının en çok altını çizdiği konulardan biri, birbirimize ne kadar muhtaç olduğumuz ve bu muhtaçlıklarla baş edebilme becerimiz oldu. Kurye ağabeyler tarafından teslim edilmedikçe hiçbir elbisenin renkleriyle aynalar şenlenemedi, özçekimler yenilenmedi ve balkonsuz evlerin içi yeşillenmedi. (“Yeşil” demişken, şu an gözlerimin önünden, ellerini sağa sola savurarak dans eden bir assolist hayâli, “Ben senin olmadığın her yerde canım, yeşillenirim” diyerek geçiyor. Nereden çıktı canım bu şimdi? Bunlar hep o küçükken yokluktan izlediğimiz malûm müzik kanalının izdüşümleri...)

Malûm, kuryeci ağabeyler, salgın sebebiyle çok çalışıyor, bazen şaşırıyor ve bazı teslimatları atlıyor. “İnsanlık hâli” deyip geçebiliriz, değil mi? Yok, geçmiyorlar. Sokağa çıkmadığı için yoğunluk yaşayan bu ağabeylerin görevini iyi yapmadığından bahisle, aldıkları primi konuşmaktan hayâ etmeyen bazı kimseler var. Velhâsılıkelâm, tıpkı yüz yıl öncesinde olduğu gibi, hattâ bin yıl, -görüyor ve arttırıyorum- hattâ ve hattâ Milât’tan önce 1500’lerde olduğu gibi, güzelliği on para etmiyor hiçbir güzelin, bizdeki izdüşümü aşk olmadıkça...

Psikologlar, Korona salgını ve benzeri olağandışı hâllerin, insanların sorunla mücadele yetenekleri ne kadar gelişkinse, aile-sosyal çevre ilişkileri ne kadar güçlüyse, günlük yaşantısında kendisine ne kadar vakit ayırabiliyorsa, o kadar az etkileyeceğine işaret ediyor.

Yani apoletlerin, havalı ceketlerin, pahalı mücevherlerin ve unvanların olmadığında sen kimsin? Karın tokluğuna çalışabilir misin? Bu şekilde çalışırken de sen, sen misin? Kimi arayıp içindeki tüm güzel çiçekleri takdim ediyor, kimin tepesine bütün öfkeni kusuyorsun? Kimi görüntülü aramadan bir gün dahi geçirmezken, kim aradığında açmak istemiyorsun? Ne yiyorsun? Bu arada lütfen, makarna yeme, makarna stoklama! Ülkeye iki yıl yetecek kadar makarna stokumuz var ve hem kilo yapıyor, hem de unutkanlığı arttırıyor. Üstelik Korona salgını ilk duyurulduğunda birtakım kimselerce yapılan market istilâsı sebebiyle galiz hakaretlerimi makarna üzerinden savurmak istemiyorum. Fakat psikologların bunu da sorguladığını düşünüyorum. Sade makarna mı seviyorsun, yoksa benim gibi kremalı makarna yiyip insülinin damarlarındaki kontrolsüz yükselişiyle mutluluktan dört köşe uyuyakalıyor musun? Hangisi? Ne izliyorsun? Ne okuyorsun? Kimi okuyorsun?

Psikologlar esasen şunu soruyor: Sen kimsin? Galiba bu sürecin en etkileyici sonuçlarından biri, bu soruları hiç aklına getirmeyen bir kimseyi bile bunları düşünmek zorunda bırakması oldu. Bu soruya cevap verebilenler, görüntülü konuşmalarla bayramlaşma faaliyetini icra ederken yanına bir fincan da Türk kahvesi eklediler. Cevap veremeyenler ise, asla giremedikleri gönüllerin sahiplerine yeniden gösteriş yapabilmek için -aslında kendisini değerli hissedebilmek için-hayâlî yoğunluklar, hayâlî dostlar ve hayâlî mutluluklar yaratmaya devam ediyorlar. Bu insanların şimdilik kendileriyle barışmalarını diliyor ve gönlümüzdeki karanlık tarafa postalıyoruz. Çünkü daha az evvel kula kulluk etmeyeceğimizin altını çizdik; fakat bu, “Acziyetimizi görmezden geleceğiz” demek değil. İşte buna da asla!

Elbette içimiz sıkılacak, rûhumuz bunalacak. Bu noktada da artık kişisel tercihlerimize göre belirleyeceğimiz bazı meditasyon aplikasyonları can kurtarıcı olacak. Tabiî “Kıble bul” uygulamaları da var ve inan ki, doğru buluyor. -Burada tebessüm edenlerle daha işimiz bitmedi.- Çünkü biz içimizde her gün yeniden filizlenen bu varoluşa tutkunuz. Tam da bu yüzden, her dost selâmıyla yeniden içimiz kıpır kıpır olacak!

Biriktirdiğimiz merhabalardan bahsetmiştim yazımın başında. İşte o merhabaların hepsi, ceplerimizden taşacak. Biraz daha sabırlı olacağız bu sürecin sonunda, biraz daha heyecanlı, biraz da hatırnaz, belki daha kanaatkâr... Ancak bu, yine de “Kula kulluk edeceğiz” demek değildir. Asla! Ve insan olma hasletlerini yitirip kuryelerin çok çalışması sebebiyle aldığı primlerden bahsederken hayâ etmeyen kimselerin olmadığı her yerde yeşilleneceğiz.