Sen hâlâ anlamadın mı arkadaş?

Görüldüğü gibi ABD’si, Avrupa’sı, FETÖ’sü, PKK’lısı, içeridekileri ve dışarıdakileri ile hepsi birleşti. Kimisi “BBC” diyor, kimisi “CNN INT” diyor, kimisi “Agence France Presse” diyor, kimisi “ZDF” diyor, kimisi “The Economist” diyor, kimisi “Sayın Fetullah Gülen” diyor, kimisi “Sayın Apo, Selo” diyor, kimisi “Sayın Kavala” diyor, diyor, diyor, diyorlar… Bütün bunlardan sonra sen, ey arkadaş! Meselenin “ağaç” meselesi olmadığını, istiklâl, istikbâl ve vatan meselesi olduğunu hâlâ anlayamadın mı?

“İNSAN” denilen varlık, enteresan bir varlık doğrusu. İnsanı anlamak, insan tabiatı hakkında fikir sahibi olmak gerçekten zor bir iş. Çünkü doğası gereği insan değişken bir varlıktır. Bu değişkenliğin temel muharriki ise kendisine sonradan monte edilen “sosyal yazılım” sebebiyledir. İşte doğuştan gelen “doğal donanım”ın üzerine sonradan eklenen sosyal yazılım ile insanoğlu harekete geçiyor ve bu şekilde davranışlarda bulunuyor.

Ancak, burada asıl sorun, insan davranışlarını etkileyen ve belirleyen temel saikin akıl (düşünce, mantık) mı yoksa duygular mı olduğuna dair yapılan tartışmalardır. İşte bunu anlayabilmek için bu konular üzerinde uzun yıllar çalışmış olan Descartes, Freud, Adler, Jung gibi filozof ve psikolog-psikiyatrlar ile son yıllarda nöro-psikoloji üzerine çalışmalar yapan bilim insanlarının görüş ve düşüncelerine bakmak lâzımdır.

Ayrıca, bu konularda çok önemli makaleler yazan ve çağdaş psikolojik danışma ve rehberlik uzmanı olan Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak’ın eserlerine müracaat etmekte de büyük faydalar vardır.

Son yıllarda yapılan çalışmalar, insanların düşünsel boyutta akılla düşündüklerini, hüküm ve önermelerde bulunduklarını, çıkarımlar yaptıklarını ama eylem boyutunda duygularıyla hareket ettiklerini göstermektedir. Başka bir deyişle, fiillerin muharriki duygular olmaktadır.

Hâl böyle olunca, insanların çoğunluğu akıl ve mantık dairesinde hareket etmemekte ya da edememekte, buna karşılık duygularının esiri olmakta ve duygularına yenilmiş bir vaziyette davranış sergilemektedirler.

İşte insanların birbirlerine karşı gösterdikleri öfke, nefret, kin ve intikam duyguları ile buna paralel olarak uyguladıkları şiddet gösterileri bu minvâl üzeredir.

Meramımızın daha iyi anlaşılması için bu kısa giriş ve girizgâhtan sonra gelelim asıl meseleye…

Önümüzdeki pazar günü seçimler var. 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Seçimleri... Bu seçim öncesi ve daha önceki seçimlerde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan içeride ve dışarıda bir “nefret objesi” hâline getirildi. Nitekim birkaç gün önce bazı yabancı dergilerin kapakları (The Economist, L’Express, Le Point, Der Spiegel gibi) bu şekilde idi.

Yabancıları bir noktada anlamak mümkündü ama (çünkü Recep Tayyip Erdoğan onlara itaat ve biat etmiyor, menfaatlerine ve sömürge düzenlerine çomak sokuyordu) içeridekileri anlamak, hele de bazılarını anlamak hiç de kolay değildi.

Ancak, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “nefret objesi” hâline getirilmesi veya dönüştürülmesinde acaba kendisinin hiç payı yok muydu?

Kendisi, partisi, partici partizanları, mensupları, bilumum taraftarları, itaat ve biat kültürüne alıştırılmış olan yakınındakiler ve iktidar nimetlerinden nemalanan şahsiyetler eğer müsaade ederlerse bu konuda bir özeleştiri yapmakta fayda vardır.

Evet, ben biliyorum ki bu ülkede Sol, sosyalist, komünist, Kemalist ve lâikçi kesim ve türevleri (kurumsal olarak partileri de) zâten öteden beri imam-hatiplilerden ve ilâhiyatçılardan nefret ederler. Hatta dünyevîleşmiş dînî grupların bazıları da böyledir. Bu durum, bunların da çıkarlarına ters düşmektedir. Meselâ bazı tarikatlar ve FETÖ bu minvâl üzeredir. Çünkü bu mektep ve üniversitelerde okuyan gençleri ağlarına düşürmek, “tarikat ve örgüt militanı” hâline dönüştürmek bu şekilde pek kolay olmamaktadır. Onlar istiyorlar ki, bu çocuklar kendi mektep ve medreselerinde okusunlar, yurtlarında kalsınlar ve böylelikle daha küçük yaştan itibaren beyinleri yıkansın, mankurtlaştırılsın, meyyitleştirilsin ve kendi yapılarına “militan” kazandırılsın…

Ne yazık ki Ülkücülerin-milliyetçilerin bir kısmı da öteden beri imam-hatip ve ilâhiyatlarda okuyan Ülkücü arkadaşlarını pek sevmezlerdi. Diğer Ülkücülere nazaran onlara “üvey evlât” ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaparlardı. Hatta “sahte hoca” diyerek onlarla zaman zaman dalga geçerlerdi. Belki de Muhsin Bey’in MHP’den kopması biraz da bu yüzdendi (yâni dînî hassasiyet).

Şu anki İyi Parti’de olan “Ülkücü ve milliyetçileri” zikretmeye dahi gerek yoktur. Ülkemizin bekâsı, vatanın ve milletin istiklâl ve istikbâli açısından memleketin içinden geçtiği şu zor ve kritik dönemde onlar saflarını ve kimin yanında durduklarını açıkça belli ettiler zâten. Bu bakımdan -kusura bakmasınlar ama- onların yatacak yerleri yoktur doğrusu.

İşte bir imam-hatipli, hem de “Muhtar dahi olamaz” denilerek aşağılanan bir imam-hatipli, üstelik de inatçı ve mücâdeleci bir Karadenizli olarak bu ülkeye Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’dan nefret edilmesi bu mânâda anlaşılan ve beklenen bir durumdur.

Ancak, yukarıda zikrettiğimiz gibi, kendisinin bunda hiç mi dahli yoktur? Elbette vardır. Çünkü şahsına, zâtına, bir imam-hatipliye, bir Müslümana ve temsil ettiği makama hiç yakışmayacak şekilde muarız ve rakiplerine karşı zaman zaman “Alçaklar, şerefsizler, namussuzlar” diyerek hitap etmesi ve onları alaycı bir üslûpla küçümsemesi, kendisine duyulan nefreti pek tabiî olarak artırdı ve körükledi. Hâlbuki Müslüman bir Cumhurbaşkanına yakışan sıfatın “üsve-i hasene ve numûne-i imtisal” (güzel örneklik ve örnek alınacak model) olması gerekmez miydi? İşte bu ve buna benzer tutum, davranış ve yaşantılar kendisine duyulan nefretin artmasına sebep oldu ve rakiplerini konsolide etti.

Evet, kendisi memlekete görülmemiş hizmetler yaptı. Türk Devletleri Teşkilatı’nın kurulmasına öncülük etti. Mazlum milletlere sahip çıktı ve onların uyanmasına vesile oldu. Emperyalist ülkelerin sömürge düzenine çomak soktu. Zâlimlere baş kaldırdı. “One minute” ve “Dünya beşten büyüktür” dedi. Mavi Vatan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti’ne sahip çıktı. Azerbaycan, Suriye ve Libya topraklarının önemli bir kısmını işgalcilerden kurtardı. Savunma sanayimizi güçlendirdi ve “Göklerde artık biz de varız” dedi. Bunlar az şeyler değildi.

Ancak, gelinen noktada karşı taraf birleşmiş ve güçlenmişti. Onun için hiç perva etmiyor, ağızlarına geleni söylüyorlardı. Vatanın istiklâl ve istikbâli tehlikeye girmişti. Mesele Ahmet-Mehmet, Hasan-Hüseyin, sen-ben meselesi değildi. Sanki târih tekerrür ediyor ve Vatan Şairi Namık Kemal’in şu dizeleri kulaklarda çınlıyordu: “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/ Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini…”

Bunu duyan Mustafa Kemal Atatürk ise nazire bâbında şöyle diyordu: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/ Elbet bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini…”       

Bu arada Atatürk’ün “Gençliğe Hitâbe”sini, Atatürkçü ve milliyetçi geçinen İyi Partili “arkadaşlara” ve CHP’ye oy verecek Kemalistlere hatırlatmak isterim. Bu hitâbeyi bir daha okusunlar bakalım, Atatürk burada kendilerine ne diyormuş…

Bu arada bizzat ağızlarından dinlediğim iki anekdotu da ilgililerine anlatmak isterim; bunlardan birisi İyi Parti, diğeri ise CHP ile ilgili.

Yıllar önceydi. Daha İyi Parti’nin kuruluş aşamasında Meral Hanım, eskiden bir partide milletvekilliği de yapmış olan bir arkadaşımı bürosunda ve evinde sürekli olarak ziyâret ederek onu birlikte parti kurmaya ikna etmeye çalışıyordu. Arkadaşım pek istekli olmamasına rağmen nihâyetinde onu ikna etmişti. Bu sûretle parti kuruluş çalışmalarını birlikte yürütüyor ve Anadolu’yu birlikte geziyorlardı.

Zaman geçti, parti kuruldu ve arkadaşım kurucular arasında yer alarak Genel Başkan Yardımcısı oldu. Ama çok geçmeden Genel Başkan Yardımcılığından ve partiden istifa etmek zorunda kaldı. Bu istifayı çoğu insan bilmez. O zaman kendisine sormuştum “Neden böyle yaptın?” diye. Detayları bir kenara bırakıp iki eliyle tırnak işareti yaparak, “Antenleri dışarıda” demişti. Zâten ben daha parti kurulmadan önce bunu tahminle yakın çevremi ikaz etmiştim ama nâfile!

CHP ile ilgili olanına gelince…

Yine bir dost meclisinde sohbet ederken, eskiden belediye başkanlığı ve milletvekilliği yapmış olan ve lâfını hiç esirgemeyen başka bir arkadaş, bir havalimanının VIP salonunda Sayın Kılıçdaroğlu’yla karşılaştığında ona dönerek meâlen ve ironik olarak, “Sayın Kılıçdaroğlu, ‘Dersimli Kemal’ olarak ‘Selânikli Kemal’in partide işini bitirdin, seni tebrik ederim” dediğinde, Kılıçdaroğlu’nun, “Aman sus, kimse duymasın!” diyerek “sus” işareti yaptığını anlatmıştı. Zâten gelişmeler de bunu teyit etmiyor mudur?

Diğerleri için de şunları söylemek isterim…

Sayın Davutoğlu, Torosların çocuğudur. Az çok Toroslar bölgesinde yaşadığım için Anamur, Ermenek ve Konya’nın Toros yaylalarında doğup büyümüş olan Yörük Türkmenlerinin coğrafî yapı gereği ne kadar hırslı, mücâdeleci, kıskanç ve bir o kadar da en’âniyetlerinin (benlik duygusu, egosantrizm) esiri olduklarını gördüm. Davutoğlu’nun Erdoğan’a bayrak açması ve siyâseten intikam almak istemesi işte bu hırs ve en’âniyeti yüzündendir. Kendisi duygularının kurbanı olmuştur. Bundan dolayı Makyavelist bir anlayışla her şeye rağmen “Millet İttifakı” içinde yer almıştır.

Aynı en’âniyet Sayın Temel Karamollaoğlu için de geçerlidir. Muhtemelen “Ben değil de dünkü ‘çocuk Tayyip’ bizi nasıl yönetebilir ki?” kıskançlığı içerisindedir. Ayrıca Karamollaoğlu’nun içine bir “İngiliz” de kaçmış olabilir.

Demokrat Parti Genel Başkanı ve yardımcısına gelince, onlar da Osmanlı’da “Enderun Mektebi” sistemindeki “Acemi Oğlanlar” ya da “İç Oğlanlar”a benziyorlar.

Ali Babacan’ı söylemeye gerek dahi yoktur. Zâten bir konuşmasında “Sayın Fetullah Gülen” diyerek bilinçaltındaki düşünceyi dışa vurmuştur. Herkes biliyor ki bu, mâlûmun ilânıdır.

Evet, görüldüğü gibi ABD’si, Avrupa’sı, FETÖ’sü, PKK’lısı, içeridekileri ve dışarıdakileri ile hepsi birleşti. Kimisi “BBC” diyor, kimisi “CNN INT” diyor, kimisi “Agence France Presse” diyor, kimisi “ZDF” diyor, kimisi “The Economist” diyor, kimisi “Sayın Fetullah Gülen” diyor, kimisi “Sayın Apo, Selo” diyor, kimisi “Sayın Kavala” diyor, diyor, diyor, diyorlar…

Bütün bunlardan sonra sen, ey arkadaş! Meselenin “ağaç” meselesi olmadığını, istiklâl, istikbâl ve vatan meselesi olduğunu hâlâ anlayamadın mı?

Anlayamadınsa daha ben sana ne diyeyim ey arkadaş! Sen aklınla değil, duygularınla hareket ediyorsun. Duygularının esiri olmuşsun ve nefret dolusun. Bilmiş ol ki, sen bu duygularla hiçbir yere varamazsın! Varamazsın, varamazsın, varamazsın! Çünkü nefret duyguların aklının üzerini örtmüş, dimağını dumura uğratmış. Ne yazık ki sen, artık sağlıklı düşünemezsin! Düşünemezsin, düşünemezsin, düşünemezsin! Maalesef sen artık iflah olmazsın!

Yine baltayı taşa mı vurduk acaba? Olsun! Yeter ki sağlık olsun! Âdil, ilkeli ve objektif düşünce adına can sağlığı olsun!