SALGININ gölgesinde geçen şu
bir yılda ne çok şey öğrendik. Bu günlerde en güvenli yerlerin çekirdek ailelerimizin
yanı olduğu tecrübeyle sabit artık.
Güzel
Türkçemizde her kavramı farklı imgelerle yüklü kelimelerle, fıkralarla
anlatırız. İşin içinden çıkamadığımız durumlarda atasözleri, deyimler karşımıza
çıkıverir. Bu bizim kıvrak zekâlı ve nükteli bir millet olduğumuzu gösteriyor. Örneğin
yeni evlenen biri için “Dünya evine girdi” deriz. Eskiden büyüklerimiz
dostlarına “ahretlik” derdi. Dünya ahret birlikte olmak, kul hakkıyla ölmemek
adına türetilmiş bir isim…
Dünya
evlerimize önem verdiğimiz, aile bağlarımızı kuvvetlendirdiğimiz sürece tüm zorluğun
üstesinden geleceğimiz aşikârdır. Salgın dört bir yanımızı sarmış, bizi
psikolojik yönden baskı altına almışken dünya evimizle beraber “gönül evimize”
de sığınmanın, orayı da temiz, pâk, yaşanılacak hâle getirmenin zamanı geldi.
Hayatı
ve çevremizi kuşatan problemlerle uğraşırken onların altında ezilmemeyi
öğrenmemiz, kul hakkına girmeden kendimizi korumamız, kişisel dayanıklılığımızı
arttırmamız lâzım. Bunun için sorunları ciddiye alalım fakat bu ciddiyet
arasında hayatın nükteli ve eğlenceli yönlerini kaçırmayalım. Kendimizi,
sevdiklerimizi, çevremizi mutlu edelim; strese girmeden, salgınla baş
edebilmenin yollarını arayalım. Kıvrak zekâlı bir millet olduğumuz, asırlardan
gelen bir mirası devraldığımız hepimizin malûmu. Sözün ustası büyüklerimiz her
durum için veciz bir söz üretmiş, hep taşı gediğine koymuştur.
Bugünlerde
hem zorluklara dayanma kabiliyetimizi arttıracak, hem de öğüt verirken gülümsetip
düşündürecek, rahat nefes almamızı sağlayacak simge, bilge birine ihtiyacımız
var. Onu uzaklarda aramayalım. O, tüm Türk coğrafyasının kültürel genlerinde
saklı, herkesin gönlünde fıkralarıyla, nükteleriyle, gülümseten diyaloglarıyla
Nasrettin Hoca’dan başkası değil. Keskin zekâsı, olaylara yaklaşımı, sabrı ve
empati yeteneğiyle gönüllerde taht kurmuştur. Yaşadığı dönemin zorlukları arasında
çevresindeki insanlara bir nefes olmuştur. Şimdi çok geniş bir halk kitlesi,
hâlâ o nefesi soluyor ve ciğerlerinde hapsediyor.
Bu
dönemde yaşasaydı Hoca Nasrettin, döneme damga vururdu hiç kuşkusuz. İlişkileri
ve öğütleriyle, kısa ve özlü sözleriyle güldürürken düşündürür, rahat bir nefes
almamızı sağlardı. Biz de onun kapısını sık sık çalar, her bunaldığımızda ondan
akıl alırdık.
Kapısını
çalmadan önce şu fıkraya bir bakalım:
Hoca
kadılık yaparken adamın biri gelip, şikâyetçi olduğu kişi hakkında verip
veriştirir. Sonra da, “Haklı değil miyim Hoca?” diye sorar. Hoca, “Haklısın”
der. Adam gider, bu kez de diğer kişiyi dinler. O da giden için ağzına geleni
söyleyip kötüler. Daha sonra Hoca’ya sorar: “Haklı değil miyim Hocam?” Hoca ona
da “Yerden göğe kadar haklısın” der. İki adamı ve Hoca'yı dinleyen karısı,
kendini tutamayarak sorar: “İlâhi Hoca, ne garip insansın! Birini dinledin, ‘Haklısın’
dedin. Ötekini dinledin, ona da ‘Haklısın’ dedin. Bu nasıl iştir?” Hoca bir
süre düşündükten sonra, “Vallahi hatun, sen de haklısın” der.
Bizim
içinde bulunduğumuz duruma ne kadar uygun bir kıssa…
Pandemideyiz,
bir yıldır bunalımdayız; evde kalmak, kurallar kıskacında yaşamak büyük bir
baskı oluşturuyor. Gerçi bir kısım vatandaş hiç inanmıyor, onlar bunaltı
yaşamıyor, evlere kapanıp kuralları içselleştirmiyor. Ama belli bir kısım hem
maddî, hem manevî olarak çok etkilendi. Esnaf, işçi, çiftçi, üretici, tüketici,
sanatçı, öğrenci ve birçok insan zor durumda. Hoca’ya gidip akıl danışsalar,
Hoca onlara “Çok haklısınız” derdi.
Devlet
zor durumda, kaynaklar tükeniyor, borç artıyor, içte ve dışta türlü baskılara
göğüs geriliyor. Bu süreci yönetenler de bunalmış durumdalar. Hem devletin bekâsı,
hem milletin geleceği söz konusu. Ülkeler arasında müthiş bir yarış var. Aşı
savaşı, gıda, enerji, su savaşı yaşanıyor. İçten içe kaynayan bir kazanın
içindeyiz. Yöneticiler de bunalıp Hoca’ya danışsa, onlara da cevabı aynı olurdu
Hoca’nın: “Siz de haklısınız.”
İki
taraf arasında haberleri kim getirip götürür? Kim uzlaşma ve iletişim görevini
üstlenir? Tabiî ki medya! Gece gündüz çalışıp haberleri, yorumları, alınan
kararları halka iletmeye çalışan bir medya ordusu var. Onların da çelişen
açıklamalardan kafaları karışmış durumda. Onlar da bu baş döndürücü trafikte
bunalsa, soluğu Hoca’nın karşısında alsa, “Hocam kime inanacağımızı, kime hak
vereceğimizi şaşırdık. Herkese ‘Haklısın’ dediniz, Allah aşkına söyleyin, böyle
bir durum nasıl olur?” diye sorsa, Hoca onlara da “Vallahi siz de haklısınız!”
derdi.
Peki,
herkes haklıysa, nasıl orta yolu bulacağız? Tabiî ki empati kurarak, kendimizi
başkalarının yerine koyarak toplumsal çapta sürüklendiğimiz kaostan
kurtulabileceğiz.
Pandemiye
inanmayanları ikna etmek belki çok zor. Onlar ayrıca incelenip üzerine tez
hazırlanması gereken bir kesim. Sosyolog ve psikologların inceleme alanına giren
hem bireysel, hem toplumsal, hem de sıra dışı davranışları var. Bu durumda
sevgili büyüğümüz Nasrettin Hoca’nın başka bir fıkrası akla geliyor.
Hoca
bir gün, temizlik yaparken damdan düşmüş. Bunun üzerine toplanan konu komşu,
hısım akraba başına üşüşmüş, “Aman Hocam, nasıl oldu, neden düştün, bir yerine
bir şey oldu mu? Kırık çıkıkçıya mı götürelim, hekime mi gidelim?” diye hep bir
ağızdan söylenmişler. Bunun üzerine Hoca, “Ben hekim, şifacı istemem, bana
damdan düşen birini getirin” demiş.
Bu
inanılmaz, aklımızın almadığı salgın olayını anlamak için onu yaşayan, hastalanan
insanlarla konuşmak gerek. Her gün ekran karşısına geçip merakla beklediğimiz
vaka tablosu, sadece rakamlardan ve istatistiklerden ibaret değildir. Her bir
rakama gizlenmiş yüzlerce acı hikâye var. Yaşam, rakamdan ibaret değildir,
sadece iç içedir. Sıkışıp kaldığımız rakamsal tablodan çıkıp yaşamsal alana
akalım…
Acaba
empati yoksunu bir millet mi olduk? Bencillik, eğlence düşkünlüğü bizi sarıp
sarmaladı da duyarsızlaştık mı? Bizi kendimize ne getirebilir? Bu devirde yaşasaydı,
hem güldüren, hem düşündüren diyalogların ustası büyüğümüz ne derdi? Nasıl bir
sözle taşı gediğine koyardı?
Salgın
sürecinde savaş veren bir ordu var. Nasıl devletimizi teröre, düşmanın işbirlikçilerine,
iç ve dış düşmanlara karşı silahlı ordumuz koruyorsa, bu görünmez virüs
düşmanıyla savaşmamıza da sağlık ordusu katkı veriyor. Empati yeteneğimizi
körelmekten kurtarıp bir an kendimizi bu ordunun mensubu olarak düşünelim.
Önyargıları bir tarafa koyalım, “Bedava mı çalışıyorlar?”, “Biz ekmeğimizin
derdindeyiz, onların hesabına düzenli maaş yatıyor”, “İşinin hakkını versin”, “Bu
mesleği bile isteye seçmiştir” gibi klişe lâfları bırakalım. Çalışma şartları
çok ağır, özellikle yoğun bakım üniteleri ve enfekte hastalara ayrılmış yatan
hasta servislerindeki tempo baş döndürücü. Ayaklarınıza kara sular iner, bir an
oturmadan nöbet teslim edersiniz. Manevî olarak çok yıpratıcı süreçler
yaşarsınız. Her gün birçok hastanın yatağını boşaltıp yakınlarına vefat
haberini verirsiniz. Onların duygu durumuna ortak olur, gözlerine bakarsınız.
Yüzlerce hastanın dosyasına “Hasta ex oldu” yazıp o dosyayı kapatırsınız. İş
yoğunluğundan bazen yemek öğününüz kaçar. Bazen psikolojik savaş yaşarsınız.
Bazen meslektaşlarla, bazen hasta yakınlarıyla aranızda istenmeyen sürtüşmeler
yaşanabilir. Bazen duygulanır, ağlarsınız. Hastalar en özel duygularını sizinle
paylaşır. Son isteklerine, son mektuplarına, son pişmanlıklarına şahit
olursunuz. Bazen eve stresinizi taşır, acınızı sevdiklerinizden çıkarır, onları
hiç olmayacak zamanlarda kırarsınız. Aile içi geçimsizlik ve huzursuzluklar
yaşanır, ayrılıklar kaçınılmaz olur. Bazen sevdiğiniz insanlara en büyük
düşmanımız virüsü bulaştırır, vicdan azabı ve acıyla kıvranırsınız. Bazen en
sevdiğiniz insanları, bazen meslektaşlarınızı tedavi eder, onların acılarına
şahit olur, acılarını dindirememenin azabıyla kıvranırsınız…
Empati,
toplumun her kesimi için gereklidir. Aile içi şiddetin sebebi, olaylara sadece
kendi penceremizden bakmamızdır. Sevdiklerimizin yerine kendimizi koyup
dinlemeyi ve anlamayı bir öğrenebilsek... Trafikte incir çekirdeğini
doldurmayan tartışmaların sebebi, karşımızdakini anlamamak, bir türlü başkasına
“Sen de haklısın” diyememektir. Erdemli olmak bunu gerektirir. “Ben onun
yaşadıklarını yaşasam nasıl hissederdim?” şeklindeki can alıcı soruyu kendimize
sorabilirsek, her birimiz Nasrettin Hoca kadar bilge bir kişi olur, çatışmalara
çözüm üretmekte usta oluruz.
Bu
sıralar yaşadığımız sıkıntılar arasında biraz gülümsemek, biraz düşünmek
istiyorsak, Hoca Nasrettin’i gönül evlerimize misafir etmemizin tam zamanı!