“Sen de haklısın”

Empati, toplumun her kesimi için gereklidir. Aile içi şiddetin sebebi, olaylara sadece kendi penceremizden bakmamızdır. Sevdiklerimizin yerine kendimizi koyup dinlemeyi ve anlamayı bir öğrenebilsek... Trafikte incir çekirdeğini doldurmayan tartışmaların sebebi, karşımızdakini anlamamak, bir türlü başkasına “Sen de haklısın” diyememektir. Erdemli olmak bunu gerektirir.

SALGININ gölgesinde geçen şu bir yılda ne çok şey öğrendik. Bu günlerde en güvenli yerlerin çekirdek ailelerimizin yanı olduğu tecrübeyle sabit artık.

Güzel Türkçemizde her kavramı farklı imgelerle yüklü kelimelerle, fıkralarla anlatırız. İşin içinden çıkamadığımız durumlarda atasözleri, deyimler karşımıza çıkıverir. Bu bizim kıvrak zekâlı ve nükteli bir millet olduğumuzu gösteriyor. Örneğin yeni evlenen biri için “Dünya evine girdi” deriz. Eskiden büyüklerimiz dostlarına “ahretlik” derdi. Dünya ahret birlikte olmak, kul hakkıyla ölmemek adına türetilmiş bir isim…

Dünya evlerimize önem verdiğimiz, aile bağlarımızı kuvvetlendirdiğimiz sürece tüm zorluğun üstesinden geleceğimiz aşikârdır. Salgın dört bir yanımızı sarmış, bizi psikolojik yönden baskı altına almışken dünya evimizle beraber “gönül evimize” de sığınmanın, orayı da temiz, pâk, yaşanılacak hâle getirmenin zamanı geldi.

Hayatı ve çevremizi kuşatan problemlerle uğraşırken onların altında ezilmemeyi öğrenmemiz, kul hakkına girmeden kendimizi korumamız, kişisel dayanıklılığımızı arttırmamız lâzım. Bunun için sorunları ciddiye alalım fakat bu ciddiyet arasında hayatın nükteli ve eğlenceli yönlerini kaçırmayalım. Kendimizi, sevdiklerimizi, çevremizi mutlu edelim; strese girmeden, salgınla baş edebilmenin yollarını arayalım. Kıvrak zekâlı bir millet olduğumuz, asırlardan gelen bir mirası devraldığımız hepimizin malûmu. Sözün ustası büyüklerimiz her durum için veciz bir söz üretmiş, hep taşı gediğine koymuştur.

Bugünlerde hem zorluklara dayanma kabiliyetimizi arttıracak, hem de öğüt verirken gülümsetip düşündürecek, rahat nefes almamızı sağlayacak simge, bilge birine ihtiyacımız var. Onu uzaklarda aramayalım. O, tüm Türk coğrafyasının kültürel genlerinde saklı, herkesin gönlünde fıkralarıyla, nükteleriyle, gülümseten diyaloglarıyla Nasrettin Hoca’dan başkası değil. Keskin zekâsı, olaylara yaklaşımı, sabrı ve empati yeteneğiyle gönüllerde taht kurmuştur. Yaşadığı dönemin zorlukları arasında çevresindeki insanlara bir nefes olmuştur. Şimdi çok geniş bir halk kitlesi, hâlâ o nefesi soluyor ve ciğerlerinde hapsediyor.

Bu dönemde yaşasaydı Hoca Nasrettin, döneme damga vururdu hiç kuşkusuz. İlişkileri ve öğütleriyle, kısa ve özlü sözleriyle güldürürken düşündürür, rahat bir nefes almamızı sağlardı. Biz de onun kapısını sık sık çalar, her bunaldığımızda ondan akıl alırdık.

Kapısını çalmadan önce şu fıkraya bir bakalım:

Hoca kadılık yaparken adamın biri gelip, şikâyetçi olduğu kişi hakkında verip veriştirir. Sonra da, “Haklı değil miyim Hoca?” diye sorar. Hoca, “Haklısın” der. Adam gider, bu kez de diğer kişiyi dinler. O da giden için ağzına geleni söyleyip kötüler. Daha sonra Hoca’ya sorar: “Haklı değil miyim Hocam?” Hoca ona da “Yerden göğe kadar haklısın” der. İki adamı ve Hoca'yı dinleyen karısı, kendini tutamayarak sorar: “İlâhi Hoca, ne garip insansın! Birini dinledin, ‘Haklısın’ dedin. Ötekini dinledin, ona da ‘Haklısın’ dedin. Bu nasıl iştir?” Hoca bir süre düşündükten sonra, “Vallahi hatun, sen de haklısın” der.

Bizim içinde bulunduğumuz duruma ne kadar uygun bir kıssa…

Pandemideyiz, bir yıldır bunalımdayız; evde kalmak, kurallar kıskacında yaşamak büyük bir baskı oluşturuyor. Gerçi bir kısım vatandaş hiç inanmıyor, onlar bunaltı yaşamıyor, evlere kapanıp kuralları içselleştirmiyor. Ama belli bir kısım hem maddî, hem manevî olarak çok etkilendi. Esnaf, işçi, çiftçi, üretici, tüketici, sanatçı, öğrenci ve birçok insan zor durumda. Hoca’ya gidip akıl danışsalar, Hoca onlara “Çok haklısınız” derdi.

Devlet zor durumda, kaynaklar tükeniyor, borç artıyor, içte ve dışta türlü baskılara göğüs geriliyor. Bu süreci yönetenler de bunalmış durumdalar. Hem devletin bekâsı, hem milletin geleceği söz konusu. Ülkeler arasında müthiş bir yarış var. Aşı savaşı, gıda, enerji, su savaşı yaşanıyor. İçten içe kaynayan bir kazanın içindeyiz. Yöneticiler de bunalıp Hoca’ya danışsa, onlara da cevabı aynı olurdu Hoca’nın: “Siz de haklısınız.”

İki taraf arasında haberleri kim getirip götürür? Kim uzlaşma ve iletişim görevini üstlenir? Tabiî ki medya! Gece gündüz çalışıp haberleri, yorumları, alınan kararları halka iletmeye çalışan bir medya ordusu var. Onların da çelişen açıklamalardan kafaları karışmış durumda. Onlar da bu baş döndürücü trafikte bunalsa, soluğu Hoca’nın karşısında alsa, “Hocam kime inanacağımızı, kime hak vereceğimizi şaşırdık. Herkese ‘Haklısın’ dediniz, Allah aşkına söyleyin, böyle bir durum nasıl olur?” diye sorsa, Hoca onlara da “Vallahi siz de haklısınız!” derdi.

Peki, herkes haklıysa, nasıl orta yolu bulacağız? Tabiî ki empati kurarak, kendimizi başkalarının yerine koyarak toplumsal çapta sürüklendiğimiz kaostan kurtulabileceğiz.

Pandemiye inanmayanları ikna etmek belki çok zor. Onlar ayrıca incelenip üzerine tez hazırlanması gereken bir kesim. Sosyolog ve psikologların inceleme alanına giren hem bireysel, hem toplumsal, hem de sıra dışı davranışları var. Bu durumda sevgili büyüğümüz Nasrettin Hoca’nın başka bir fıkrası akla geliyor.

Hoca bir gün, temizlik yaparken damdan düşmüş. Bunun üzerine toplanan konu komşu, hısım akraba başına üşüşmüş, “Aman Hocam, nasıl oldu, neden düştün, bir yerine bir şey oldu mu? Kırık çıkıkçıya mı götürelim, hekime mi gidelim?” diye hep bir ağızdan söylenmişler. Bunun üzerine Hoca, “Ben hekim, şifacı istemem, bana damdan düşen birini getirin” demiş.

Bu inanılmaz, aklımızın almadığı salgın olayını anlamak için onu yaşayan, hastalanan insanlarla konuşmak gerek. Her gün ekran karşısına geçip merakla beklediğimiz vaka tablosu, sadece rakamlardan ve istatistiklerden ibaret değildir. Her bir rakama gizlenmiş yüzlerce acı hikâye var. Yaşam, rakamdan ibaret değildir, sadece iç içedir. Sıkışıp kaldığımız rakamsal tablodan çıkıp yaşamsal alana akalım…

Acaba empati yoksunu bir millet mi olduk? Bencillik, eğlence düşkünlüğü bizi sarıp sarmaladı da duyarsızlaştık mı? Bizi kendimize ne getirebilir? Bu devirde yaşasaydı, hem güldüren, hem düşündüren diyalogların ustası büyüğümüz ne derdi? Nasıl bir sözle taşı gediğine koyardı?

Salgın sürecinde savaş veren bir ordu var. Nasıl devletimizi teröre, düşmanın işbirlikçilerine, iç ve dış düşmanlara karşı silahlı ordumuz koruyorsa, bu görünmez virüs düşmanıyla savaşmamıza da sağlık ordusu katkı veriyor. Empati yeteneğimizi körelmekten kurtarıp bir an kendimizi bu ordunun mensubu olarak düşünelim. Önyargıları bir tarafa koyalım, “Bedava mı çalışıyorlar?”, “Biz ekmeğimizin derdindeyiz, onların hesabına düzenli maaş yatıyor”, “İşinin hakkını versin”, “Bu mesleği bile isteye seçmiştir” gibi klişe lâfları bırakalım. Çalışma şartları çok ağır, özellikle yoğun bakım üniteleri ve enfekte hastalara ayrılmış yatan hasta servislerindeki tempo baş döndürücü. Ayaklarınıza kara sular iner, bir an oturmadan nöbet teslim edersiniz. Manevî olarak çok yıpratıcı süreçler yaşarsınız. Her gün birçok hastanın yatağını boşaltıp yakınlarına vefat haberini verirsiniz. Onların duygu durumuna ortak olur, gözlerine bakarsınız. Yüzlerce hastanın dosyasına “Hasta ex oldu” yazıp o dosyayı kapatırsınız. İş yoğunluğundan bazen yemek öğününüz kaçar. Bazen psikolojik savaş yaşarsınız. Bazen meslektaşlarla, bazen hasta yakınlarıyla aranızda istenmeyen sürtüşmeler yaşanabilir. Bazen duygulanır, ağlarsınız. Hastalar en özel duygularını sizinle paylaşır. Son isteklerine, son mektuplarına, son pişmanlıklarına şahit olursunuz. Bazen eve stresinizi taşır, acınızı sevdiklerinizden çıkarır, onları hiç olmayacak zamanlarda kırarsınız. Aile içi geçimsizlik ve huzursuzluklar yaşanır, ayrılıklar kaçınılmaz olur. Bazen sevdiğiniz insanlara en büyük düşmanımız virüsü bulaştırır, vicdan azabı ve acıyla kıvranırsınız. Bazen en sevdiğiniz insanları, bazen meslektaşlarınızı tedavi eder, onların acılarına şahit olur, acılarını dindirememenin azabıyla kıvranırsınız…

Empati, toplumun her kesimi için gereklidir. Aile içi şiddetin sebebi, olaylara sadece kendi penceremizden bakmamızdır. Sevdiklerimizin yerine kendimizi koyup dinlemeyi ve anlamayı bir öğrenebilsek... Trafikte incir çekirdeğini doldurmayan tartışmaların sebebi, karşımızdakini anlamamak, bir türlü başkasına “Sen de haklısın” diyememektir. Erdemli olmak bunu gerektirir. “Ben onun yaşadıklarını yaşasam nasıl hissederdim?” şeklindeki can alıcı soruyu kendimize sorabilirsek, her birimiz Nasrettin Hoca kadar bilge bir kişi olur, çatışmalara çözüm üretmekte usta oluruz.

Bu sıralar yaşadığımız sıkıntılar arasında biraz gülümsemek, biraz düşünmek istiyorsak, Hoca Nasrettin’i gönül evlerimize misafir etmemizin tam zamanı!