ACABA Mevlâna ile Şems,
ilk defa Konya’da mı karşılaştılar? Mevlâna ile Şems’in karşılaşma yeri, genel
olarak Konya’daki o meşhur sualli cevaplı medrese önü olarak belleklere
kazınmıştır. Eflâki’de sadece bir menkıbe motifi olarak bilinen biçimde Mevlâna
ile Şems’in karşılaşmasına dair bir sahne daha vardır.
Buna
göre Mevlâna Şam’dayken, bir gün ara sokaklardan birinde yüzü örtük, tuhaf
giyimli birine rastlar ve bu tuhaf derviş, “Ey
mânâlar sultanı Mevlâna, beni anla!” deyip kaybolur. Eflâki bu tuhaf adamın
Şems olduğunu kaydeder. Şayet Şems’in Makalat’ında bu motifi doğrulayan şöyle
bir anıya rastlamasaydık, üzerinde durmaya değmezdi, Şems şöyle diyor: “Bir kişi var ki, onu kolay kolay
karıştırmam. Bütün dünyayı arayıp tarasan, onun gibi birini bulamayacağın öyle
ulu bir kişi ki, yalnızca bir ‘Merhaba’ dedim ve gitti, on altı yıl geçmiş.”
Şems’in
Makalat’ında anlatıldığına göre, onu Mevlâna’ya “Merhaba” dedirten şeyin öncesinde Şems, Mevlâna’nın Şam’da
muhtemelen bir medrese veya sohbette dinlediği şu yorumu çok beğenir: “Halk bir üzüm salkımına benzer; bu
salkımdaki tanelerin sayısı suret yönündendir. Bu salkımı bir tane içinde ezer
ve sıkarsak, artık tanelerden ve sayıdan eser kalmaz.”
Bu
fikri, “Suretler farklı ama mânâ birdir” ilkesinin hoş bir temsili olarak on
altı yıldır zihninde bir yadigâr olarak sakladığını söyler Şems. Öyle
anlaşılıyor ki, Şam’a kendi bildirdiğine göre şu görevle gelmiştir: “‘Bizim nazenin kullarımızdan biri, uygunsuz
bir toplum içinde tutsak düşmüştür’ diye beni gönderdiler, ‘Ona ziyan erişirse
yazık olur’ dediler.”
Demek
ki Şems’e, kendisine ziyan erişmemesi gereken dostu esirgeme (manevî) görevi
verilmiş ve muhtemelen bu dostun Şam’da olduğu işareti üzerine bu şehre gelip
medreselerin ders ve sohbet halkalarında o dostu aramıştır. Şems, bu dostun Mevlâna
olduğunu sezip bildiğini, daha sonra Mevlâna’ya şu şekilde aktarır: “En başından beri güçlü bir şekilde sana
meyilliydim. Fakat bu sırra hazır olmadığın o an, dilinin açıldığını
anlamıştım. Sana söyleseydim bile, o zaman nasip olmazdı; çünkü bu manevî hâlde
değildin.”
Şems’in
Konya’ya gelişi 1244’tür. Buradan 16 yıl geriye gidersek, 1228 yılını buluruz.
Kayıtlı bilgilerimize göre Mevlâna’nın tahsil için Şam’a gidişi ise, Seyyid
Burhaneddin’in zamanına, en erken 1232 yılına tarihlenir. Bu durumda
Mevlâna’nın anılan yıldan 4 yıl önce ve babası hayattayken yirmili yaşlarının
başında bir münasebetle Şam’a gittiği sonucuna varılır ki bu, araştırmaya
değer.
Şems,
bu dönemde Mevlâna’nın kendisinin farkında olmadığını, bundan ancak 16 yıl
sonra “dost yüzünü görüp söz üstadı” kesildiğini
belirtir. Zira Şems’e göre, “Görünen her
nişan, arayanın nişanıdır, aranılanın nişanı değildir”.
Mevlâna’nın Şems’le buluşmadan önceki yaşantısı, şeriata düşkün bir müderris ve irfana aşina bir sûfî hâlidir. Talip ve müritlere ders veren, halkla iç içe yaşayan, vaazlarına oldukça rağbet edilen, duası makbul, fetvası geçerli saygın bir kişiliktir. Bu hâliyle halkın, müritlerinin ve sarayın gözünde tam bir âlim ve şeyhtir. Zaten Şems de onu bu konuda engin bir bilgi ve birikim sahibi olarak görür ve bilgisini genişletmek için diğerlerini okuma açlık ve iştahını derhâl fark eder.
İşte
Şems’in “ziyan edilmemesi gereken dostu”
bu çerçeve içerisinde ele alarak dönüştürmesi gerekiyordu! Şems’in Mevlâna’ya
uyguladığı tedbirler, Mevlâna’nın konumunda kim olsa kaldırılacak tedbirler
değildir. Ancak tam da bu dönemde Şems’de aradığının nişanını gören Mevlâna,
kendisine göre zarurî, müritleri ve dış çevreye göreyse olması mümkün olmayan
bir dönüşüm yaşar. Kendi ifadesine göre, “Elindeki
Mushaf’ı bırakıp aşkla rebaba sarılır. Hakk’ı tespih eden ağzından zikir yerine
şiir, rubai ve nağmeler dökülür”.
Süreç
öyle sıkı işler ki, Mevlâna bir anda öğrencilerinden ve halktan kopuverir. Birinci
dış çevreden kopan Mevlâna’nın elinde, ikinci dış çevre olan kitaplar ve onlara
karşı teskin olmaz bir iştah kalır.
İkinci
eşi Kira Hatun’dan gelen bir rivayet, Mevlâna’nın adam boyunca, bir çıra
dibinde sabaha dek kitap okuduğunu bildirir. Arap, Fars bilgin ve şairlerini
derinlemesine okuyan Mevlâna, okudukları üzerinde düşünen, onları şerh eden ve
şerhleri huzurunda not tutturan bir çalışma disiplinine sahiptir.
Şems ise bilgiyi maksada ulaşmakta gaye değil, araç sayan biridir. Dolayısıyla aşk ve cezbe yolcusunun gayeye giderken araçta kalmaması lazımdır. Bu amaçla Şems Mevlâna’ya, babasının Maarif’i de dâhil bütün eserleri okumayı yasaklar. Hatta Mevlâna’nın vaaz verdiği bir esnada kitaplıktaki kitapları cami havuzuna atması ve Mevlâna’nın “Ne yapıyorsun?!” demesi üzerine onları havuzdan kupkuru çıkarmasına dair gösterdiği kerametin amacı, Mevlâna’ya çok bağlı olduğu kitapların acziyetini göstermektir.
“Nerede
sizin sözünüz?”
Şems,
bu konudaki ısrar ve takibi o kadar ilerletir ki, bir gün Mevlâna’ya, “Sen babanın kitabını okuyorsun!” der.
Mevlâna bu ihtarı reddeder ve “Babamın
kitabını bu gece rüyamda okudum!” der. Şems, “Rüyalar bizim uyanık düşüncelerimizin ifadesidir” diyerek bu durumu
bile yasaklar. Mevlâna bir müddet sonra Şems’e, “Seninle tanıştıktan sonra kitaplar nazarımda pek tatsız kaldı”
diyerek Pîrinin zaferini ilan eder. Şems onu hem kitaplardan, hem de
insanlardan kopardıktan sonra bir mecliste sûfîleri azarladığı şu sözünü,
Mevlâna için uyulacak ilke yapar: “Ne
zamana dek şunun bunun sözüyle vakit geçireceksiniz?! Ne zaman ‘Kalbim Rabbimden
rivayet etti’ diyeceksiniz?! Nerede sizin sözünüz?”
Şems’in
bütün çabası, Mevlâna’nın kalbini Rabbinden rivayet eden kalp hâline getirme çabasıdır.
Süreç
içerisinde Mevlâna’yı kimseyle görüştürmeyen Şems, medresenin kapısına oturur
ve Mevlâna ile görüşmek isteyenleri, “Ona
ne getirdin, şükrane olarak ne vereceksin ki onu sana göstereyim?” diyerek
geri çevirir. Bir gün ziyaretçilerden birinin Şems’e bağırarak “Sen ne getirdin?”
diye çıkışması üzerine, “Ben kendimi
getirdim, başımı onun yoluna feda ettim” cevabını verir.
Bu
sıkı denetimin müritler ve halkın tepkisine yol açacağını ve bu tepkinin
büyüyerek bir galeyan hâline geleceğini tahmin etmek zor değildir. Sultan
Veled, müritlerin Şems’e karşı nasıl bir hınçla dolduğunu ilk elden anlatır.
Müritler, kendilerinin önemli kişiler olduklarını, Mevlâna’ya sadakat
duyduklarını, onu müritlikleriyle meşhur ettiklerini, Şems’in yüzünden
yüzlerine bile bakılmadığını, o büyücü adamın büyü yapıp sihirle Mevlâna’yı
elde ettiğini ve onun ne idüğü belirsiz bir adam olduğunu söylerler. Bu konuda
öyle ileri giderler ki, Şems’i gördüklerinde bazıları yüzüne karşı küfreder,
bazıları da kılıçlarına el atarak tehdit ederler.
Bu
psikolojik baskının nedeni, Konya’yı Şems’e zindan etmektir. “‘Dünya müminin zindanıdır’ anlamındaki
hadîse şaşaladım, ben dünyayı hiç de zindan görmüyorum, ‘Zindan nerede?’
diyorum” anlayışındaki Şems, Konya’yı bu baskılar sonucu değil, başka bir
amaç için terk eder ve 11 Mart 1246 gecesi sırra kadem basar. Şems ile Mevlâna’nın
bu hesaba göre ilk birliktelikleri 15 ay 25 gündür.
Şems’in
gidişi Mevlâna üzerinde çok derin bir olumsuz etki yaratır. Âdeta hayattan
kopar. Şems gidince Mevlâna’nın kendilerine kalacağını hesap edenler de tam bir
hüsran yaşarlar. Biz Şems’i takip edelim…
Şems,
daha önceki öğretmenlik dönemlerinde yaptığı gibi, Şems-i Perende namına yakışır şekilde birden ve uçar gibi kaybolur.
Bu işi o kadar ustaca yapmıştır ki, Mevlâna tarafının bütün gayretlerine rağmen
kimse izini bulamaz. Şems’in gidişi bizce ne tehditlere aldırmak, ne de can
korkusu taşımaktan dolayıdır. Bu gidişin tek amacı, ham olanı ayrılık ateşinde
pişirmek içindir.
Birinci
vuslat
Bu
pişme süresinin ne zaman sona ereceğini kendisinden başka hiç kimse
bilmemektedir. Şems’in öngördüğü bu süre dolduğunda, kendisinin Şam’da olduğunu
bildiren bir mektup gönderir. Bu mektubun amacı, “Gelin, beni Konya’ya götürün, götürün de pişeni ocaktan indireyim!”
demektir. Bu mektup, Mevlâna tarafında bayram havası estirir. Mevlâna’nın oğlu
Sultan Veled, 20 kişilik bir maiyet ile Şam’a gönderilir. Şems ile buluşan
kafile, mesut bir hâlde dönüş yolunu tutar.
Şems’in
Konya’ya ikinci gelişi, 8 Mayıs 1247’dir. Yaklaşık 14 aylık bir ayrılıktan
sonra gerçekleşen bu buluşma muhteşemdir. Sultan Veled, kafile Konya’ya
yaklaşınca bir müjdeci gönderir. Mevlâna, gelen müjdeciye feracesini, üstündeki
elbiseyi, başındaki sarığı ve cümle varını verir. Dervişler, beyler, ahiler ve
fütüvvet ehli, Mevlâna’nın adamlarıyla beraber Şems’i karşılamaya çıkarlar.
Şems, Mevlâna’yı görünce attan iner, kucaklaşırlar ve birbirlerine ihtiram
gösterirler.
Şems
geldikten sonra gitmesine neden olan herkes tövbe edip ondan bağışlanma ister.
Şems hepsini bağışlar ve ikinci dönem böyle bir barış ve esenlik üzerinden
yürümeye başlar. Can ile cananın can sohbetleri kaldığı yerden devam eder, sohbet
ve sema meclisleri kurulur. Şems ve Mevlâna’yı neredeyse her gün bir yere davet
ederler. Konya’ya dönüşünü Mevlâna sevgisinin üstün gelmesine bağlayan Şems,
onu rahatlatmak ve gelişini kalıcı kılmak için Mevlâna’nın güzel evlatlığı olan
nazenin ve yumuşak huylu Kimya ile evlenmek istediğini ona bildirir. Bu talep
Mevlâna’yı oldukça mutlu eder ve 1247 yılının Kasım veya Aralık ayında Kimya
Hatun ile Şems evlenir.
Şems’in
Kimya Hatun’u çok sevdiği ve bu evlilikten mutluluk duyduğu rivayet edilir.
Mevsim kış olduğu için, Şems ve Kimya’ya medresenin ocaklı sofası tahsis
edilir.
Alaattin
Çelebi babasını görmek için geldiğinde o sofadan geçermiş, bunu hoş görmeyen
Şems, Alaattin’ e, “Gözümün nuru, zahirî
ve batınî edeplerle bezenmişsin ama bundan sonra bu eve hesaplı gir!” der.
Alaattin Çelebi’nin kendi evinde Şems tarafından azarlanması -ki muhtemelen
Alaattin Çelebi bunu kendi dostlarına anlatmıştır-, muhalif müritler arasında
bilinçli bir dedikodunun fitilini ateşler: “Bu
ne cüret! Yabancı bir adam kalkıp gelsin, ev sahibinin gözünün nurunu kendi
evine sokmasın…”
Evlilikten
bir müddet sonra Kimya Hatun hastalanıp ölür.
Tercih
ve engel sanrısı
Şems,
Alaattin’in erdemlerini takdir etmekle birlikte, ona karşı kardeşi Sultan
Veled’i tercih ediyordu. Sultan Veled’in de Şems’e karşı Mevlâna gibi derin bir
bağlılık ve sevgisi vardı. Mevlâna’nın dergâhında belirleyici unsur Şems’in
tercihi olduğu için, Alaattin Çelebi ve etrafındakiler Şems’i pek sevmiyor,
ileriye matuf hesaplarında onu bir engel görüyor ve gelecekte de Mevlâna’nın
yerini Alaattin Çelebi alırsa kendi konumlarının farklılaşacağını
düşünüyorlardı. Bu gayenin önünde tek engel vardı: Şems!
Şems’in
eşinin ölmesi ve gönlünde dağınıklık alâmetinin belirmesi, bunları durumdan
sonuç almak için harekete geçirdi. Şems, karşıdaki muhalefetin büyüdüğünü ve
kendisini Konya’ya bağlayan bağların gevşediğini görünce Sultan Veled’e şöyle
söyledi: “Gördün ya, gene ne hâle
geldiler! Beni Mevlâna’dan ayırmak, sonra da sevinmek niyetindeler. Ancak bu
sefer öyle bir gidiş gideceğim ki, kimse izimi bulamayacak. Öyle bir
kaybolacağım ki, demler devranlar geçecek, kimse bulamayacak ve ‘Onu muhakkak
bir düşmanı öldürdü’ diyecekler!”
Dediğini yapar Şems; bir gece Konya’dan ikinci kez çıkar ve gider… Şems’in bir çılgınlık yapacağını bilen Mevlâna, her sabah onu yoklamaya gelmektedir. Şems’in gittiği gecenin sabahı medresede onu bulamayınca hemen Sultan Veled’i uyandırır ve “Bahaattin, ne uyuyorsun, kalk şeyhini ara! Gene can burnumuz onun lütuf kokusundan mahrum kaldı” der. Şems gider; fakat Şam’da aranacağını bildiği için bu kez Şam’a değil, Tebriz’e… Ancak gidişiyle geride bıraktığı kargaşa, tam tahmin ettiği gibi olur. Kimi “Öldürüldü”, kimi “Öldü” der ve bu bilgi ile kafa karışıklığı günümüze kadar bir muamma hâlinde devam edegelir.
İşin
aslı
Peki,
olayın doğrusu nedir? Şems’i yakînen bilen Sultan Veled ve Sipehsalar, Şems’in
gittiğini söylerken, bu netlik yerini neden “Öldü” ya da “Öldürüldü” kargaşasına
bırakır?
Bu
kaosun müsebbipleri; Şems’in ölümünden 60-70 yıl sonra yazılan Menâkıbü’l-Ârifîn’deki
rivayetler ve bu rivayetleri bilimsel bir çeşni ile zenginleştiren bilim
adamları ile Şems, Kimya ve Alaattin Çelebi arasında kurmaca aşk ve entrika
icat eden hayâli geniş romancılardır.
Şimdi,
Şems’in ortadan kaybolmasından sonra onun arkasından işleyen süreci gözden
geçirelim!
Mevlâna,
Şems’i bulmak için muhtemelen 1248 ile 1250 yılları arasında iki kez Şam’a
bizzat giderek Şems’i arar. İkinci gidişte Şam’da kalmayı uzatınca, müritler ve
Konya halkı ile büyükler bizzat Saray’a başvurarak Mevlâna’nın dönmesi için Saray
tarafından bir mektup yazılması istemiyle dilekçe vermişlerdir. Mevlâna da
Şems’i bulmaktan ümidini kestiği için muhtemelen Sultan katından gelen bu
mektup üzerine geri dönmüştür.
Bu
durumun izahı şudur: Şems Konya’da ölmüş veya öldürülmüş olmayıp şehri terk
etmiş, ama Şam’a gitmemiştir.
Hakikat
bu olduğu hâlde, hakikatin yerini alan ve günümüze kadar gelen rivayetleri ve
rivayetlere yapılan yorumları gözden geçirmekte yarar vardır.
Şems’in
ölümüne ilişkin rivayetlerin kaynağı Eflâki’dir. Eflâki, güya Sultan Veled’e
dayandırdığı bir rivayette şu bilgileri verir: “Meğer Şems halvette, Mevlâna’nın bendeliğinde oturmuştu. Bir şahıs
yavaşça dışarıya çıkmasını işaret etti, derhâl ayağa kalktı. ‘Beni dışarıya,
öldürmeye çağırıyorlar’ dedi. Uzun bir duraklamadan sonra babam, ‘Ancak hak ve
emir onundur, Allah mübarek eylesin’ diyerek ‘En doğru harekettir’ buyurdu.
Derler ki, ‘Yedi alçak, inatçı, hasetçi kişi elbirliği etmiş, mülhitler gibi
pusuda sinmişlerdir. Fırsat bulur bulmaz bir bıçak sapladılar. Öyle bir nara
attı ki, o güruh kendiliğinden geçti’. Bu haber Mevlâna’nın kulağına gelince
buyurdu ki, ‘Tanrı istediğini yapar, arzu ettiği şeye hükmeder’.”
Molla
Cami, aynı rivayeti Eflâki’den aktarıp sonuna cesedi ortadan kaldıran şu
keramet motifini ekler: “O akıllarını
kaybeden cemaat kendilerine gelince, birkaç damla kandan başka bir şey
görmediler. O saatten ta bugüne kadar o mânâ sultanından bir nişan
görülmemiştir.”
Eflâki’deki
bu rivayetin hakikatle uzaktan yakından bir alâkası yoktur. Ayrıca kendi içinde
de ciddî bir çelişki barındırmaktadır. Şöyle ki… Başta Şems ile Mevlâna beraberken,
bir adam içeri girip Şems’i işaret ediyor, Şems de Mevlâna’ya dönerek, “Beni
öldürmeye çağırıyorlar” diyor, ardından Şems’i oracıkta öldürüyorlar, Mevlâna
nereye gidiyorsa gidiyor ve onun ölüm haberi kulağına gelince yukarıdaki ayeti
okuyor. Mevlâna’ya rağmen yedi müridi, neredeyse Hazretin gözü önünde, âlemde
en çok değer verdiği Pîrini öldürüyor ve Mevlâna’nın kılı kıpırdamıyor… Sonra
bu ölümü unutuyor ve Şam’a Şems’i aramak için iki kez gidip geliyor… Bunlar
olacak şey değiller elbette! Zaten romancılar dışında bu rivayete fazla itibar
eden araştırıcı da yoktur.
Eflâki’de
ikinci rivayet, Sultan Veled’in eşi Fatma Hatun’dan nakledilmektedir. Bu
rivayete göre Şems, şehit edilip bir kuyuya atılmıştır. Bir gece Sultan Veled’e,
rüyasında atıldığı kuyuyu haber vermiş, o da bazı dostlarıyla gidip cesedi
kuyudan çıkarttırmış, Mevlâna’nın medresesinde, medreseyi yaptıran Emir
Bedreddin Gevhertaş’ın yanına gömdürmüştür.
Tarihî
hakikat, işte bu ikinci rivayetten sonra mahiyet değiştirir! Gölpınarlı, bu
rivayeti gerçeğin menkîbeleşmiş bir şekli olarak kabul ettiğini bildirir. İyi
de, rüyayı gördüğü söylenen Sultan Veled, kendi eserlerinde böyle mühim bir
rüyayı ve bu rüyadan hareketle Şems’in cesedine ulaşarak o cesedi alıp herhangi
bir yere defnettiğini hiç anlatmaz. Oysa böyle bir rivayet Sultan Veled’i manen
yükseltecek zengin bir malzeme sunmaktadır. Gölpınarlı, bu kabulünü daha sonra
kesinleşmiş bir bilgi gibi sunarak Şems’in ikinci gidiş gecesini onun şehadet
gecesi sayar. Ama nedense 1247 yılında öldürüldüğünü söylediği Şems’in 1261’de
ölen Bedreddin Gevhertaş’ın yanına gömülmesinin imkânsızlığını tartışmaz.
Eflâki’de,
Şems’in Baha Veled yanında gömülü olduğuna dair rivayet, o mezar taşının Mevlâna’nın
üvey oğlu Şemseddin Yahya’ya ait olduğunun anlaşılmasıyla çürütülmüştür. Bu
konuyu aydınlığa kavuşturmada takdiri hak eden Gölpınarlı, hiçbir belgeye
dayanmaksızın Alaeddin Çelebi’nin Şems aleyhinde bulunmasına neden olarak, onun,
“Kimya’yı sevmesi ve onu almak istediği
hâlde kızın Şems’e verilmesi yüzünden meydana gelebileceğini bir ihtimâl olarak”
yumurtlar. Bu zat bilmez mi ki, şer’an üvey kardeşle evlenmek caiz değildir?!
Bu zat, Mevlâna evlâdı bir çelebiye, kız kardeşine eğri nazarla bakmak fiilini
işleterek merhuma iftira atmış olmaz mı? Hem Mevlâna Dergâhı, hiçbir edep ve
erkânın olmadığı bir yolgeçen hanı mıdır ki bir evlât kalkıp üvey bacısına göz
koyacak, bu uğurda ortalığı birbirine katacak ve kimse sesini çıkaramayacak?
Bunlar
mümkün mü? Mümkün değil elbet! Ama adamın birinin yumurtladığı bir ihtimâl, bir
hakikatmiş gibi tenkitsiz kabul görüp bütün garabetiyle tedavüle çıkıyor!
Gölpınarlı,
Alaeddin Çelebi’ye yaptığı bu edepsizliğin bir benzerini de Mevlâna’ya yapar. Güya
Şems öldürülmüş ve bu hakikat Mevlâna’dan gizlenmişmiş... Gizleyen kim? Sultan
Veled… Buyurun cenaze namazına! Babası Şam’a iki kez yol zahmetine katlanarak
çay sıra gidip yol sıra gelecek ve bu hayırlı oğul, buna bile bile rıza
gösterecek… Yüzlerce sadık mürit, üç beş densizin işlediği haltı Mevlâna’nın
azabına şahit olmalarına rağmen sırlayacaklar… Koskoca Selçuklu Devleti’nin
kurumları, böyle önemli bir cinayetin izini sürüp failleri eliyle koymuş gibi
bulmayacak… Elbette bunlar Gölpınarlı’ya ait yavelerdir ve zırva tevil götürmez!
Yeri
gelmişken, vicdanlara bir eza gibi sinen bir iftiranın merkezinde de
Gölpınarlı’yı gösteren bir şahitliği aktaralım…
Cemil
Meriç merhum, Gölpınarlı’nın şahsî sohbetlerde Mevlâna ve Şems’i bir Sodom ve Gomore
atmosferinde anlatırken, kitaplarında başka şeyler yazdığına değinerek “Hangisi doğru?” der. Demek ki bugün
Mevlâna düşmanlarının dillerine doladıkları eşcinsellik hikâyeleri, bu zatın
iğrenç muhayyilesinden doğmaymış. Yazıklar olsun!
Mevlâna
buyurur: “Allah bir insandan edebi almak
isteyince, onu veli kullarına musallat eder!” Şems ise buna ilâve yapar: “İyi adam kimseden şikâyetçi olmaz, gözü ayıp
ve kusur aramaz. Ben, bana sövenlere dua ederim. ‘Rabbim, ona bu hâlinden daha
iyi bir hâl ver ki sövüp sayacağı yerde bir teşbih okusun, Seni ansın ve İlâhî
âlemle meşgul olsun!’”
Şems’in
Şam’a değil de Tebriz’e gitmiş olduğunu ve mezarının da Hoy’da bulunduğunu
kanıtlayan bazı menkıbe ve deliller vardır. Yaklaşık 1500’lere tarihlenen bir Vilayetname’de,
Şems’in mezarı Tebriz’de gösterilir. Emin Riyahi, Tarih-i Hoy’unda, 1535
yılında Kanunî Sultan Süleyman ve vezirlerinin at sırtında Hoy’a giderek Şems-i
Tebrizi’nin mezarını ziyaret ettiklerini nakleder. En azından şimdilik Şems’i
Tebrizi’nin adına izafe edilen en eski mezar Hoy’dadır.
İlginç
olansa, Şam’daki aramalardan sonra onun Şam’da olmadığına kanaat getiren Mevlâna’nın,
Divan-ı Kebir’de, Şems’in Tebriz’de olabileceğine dair şu sezgisidir: “Ey aşk, müjdeler ver! Tebriz’den,
Şemseddin’den yeni bir işaret geliyor…”
Bu
bâbda son sözü Şems’e bırakalım: “Sende
zevk ve iç aydınlığı varsa, ölüme âşık olursun. Allah bunu sana mutlu kılsın,
bizi de duadan unutma!”