ŞEMS’İN rüyada gördüğü
Anadolu’ya geliş için bekleme süresi, muhtemelen yine Şems’in görüp de
anlatmadığı bir rüyadaki işaret üzerine sona erer. Çünkü süreci rüyaların
belirlediği aşikârdır. Bu sırada Şems’in Halep’e iyice alıştığı ve oradan
ayrılmak istemediği ve onu Halep’ten çıkaracak şeyin fevkalâde bir hâl olması
gerekmektedir.
Nitekim
bu durumu kendisi şöyle anlatır:
“Bana, ‘Baban seni
çok özlemiş, mezarından kalkmış, hemen şurada, Telbâşir köyünde seni görüp
tekrar mezarına dönmek için bekliyor. Haydi, gidip babanı gör!’ deselerdi, ‘Kalkarsa
kalksın, ne yapayım?! Hayır, gitmem!’ der, Halep’ten bir adım bile dışarı
çıkmazdım. Ben Halep’ten kalkıp buraya Mevlâna için geldim.”
Nihayet
Şems, Konya’ya doğru yola çıkar ve 29 Kasım 1244 tarihinde, Salı günü, gece
vakti, ertesi sabah Konya ufkundan doğmak üzere şehre girer. Burada, Pirinççiler
Hanı’nda kalır. Mevlâna ile ilk karşılaştıkları yer, bu hanın önüdür. Mevlevîler,
bu ilk buluşulan yeri Kur’an’dan alıntılayarak iki denizin birbirine kavuştuğu
yer anlamında “Merace’l-Bahreyn” diye
anarlar. Hatta daha sonraki dönemlerde Mevlevîler, onların buluştukları bu yere
geceleri türbeden getirdikleri bir kandili bırakmayı âdet hâline
getirmişlerdir.
Mevlâna
ile Şems’in buluşması, tasavvuf tarihimizin en önemli buluşmasıdır. Böylesi
önemli bir buluşma, dönemin kaynaklarına da etkili bir biçimde yansır. Ancak
gerek buluşma mekânı, gerek buluşma zamanı ve gerekse buluşmada varid olan soru
ve cevaplar tam bir keyfîlik ve bulanıklık içerisinde aktarılır. Şimdi bu
rivayetleri kronolojik olarak gözden geçirelim.
1.
Sipehsalar rivayeti: Sipehsalar’a göre, Şems ile Mevlâna birbirlerine bakarak,
konuşmadan bir müddet otururlar. Şems, Mevlâna’ya şeyh Bistâmi’nin iki
çelişkili hâli hakkındaki düşüncesini sorar. Hazreti Peygamber’in sünnetini
takipte son derece dikkatli olan Bistâmi, Hazreti Peygamber’in karpuz yediğine
dair bir bilgi bulunmadığı için karpuz yemediğini söylerken, Hazreti
Peygamber’in, “Allah’ın huzurunda her gün yetmiş kez af diliyorum” demesine
mukabil olaraksa, “Şanım ne yücedir! Cübbemin içinde Allah’tan başka hiçbir şey
yoktur” der.
2.
Eflâki rivayeti: Eflâki’ye göre, Mevlâna seçkin bir grupla Pamukçular
Medresesi’nden çıkarak Şekerciler Hanı’nın önünden geçmektedir. Orada bekleyen
Şems, Mevlâna’nın önüne geçip katırın dizginini tutar ve “Ey Müslümanların
İmamı! Bayezid-i Bistâmi mi büyüktür, Hazreti Muhammed mi?” diye sorar.
Mevlâna, “Allah’ın Resûlü, bütün yaratıkların en büyüğüdür. Onun yanında
Bistâmi’nin sözü mü olur?” diye cevaplar. O zaman Şems, “Peygamber bu kadar
büyük olduğu hâlde, ‘Ya Rabbi, biz Seni gereği gibi bilemedik!’ derken,
Bayezid-i Bistâmi ne diye ‘Benim şanım ne yücedir! Ben sultanların sultanıyım’
demektedir?” diye sorar. Mevlâna’nın, “Bayezid’in susuzluğu bir yudumda dindi.
Oysa Hazreti Peygamber’in susuzluğu hiç dinmiyor, aksine her gün biraz daha
artıyordu. Bu yüzden Hakk’ın nurunu daha çok görüyordu” şeklinde cevap verdi.
Bu cevap üzerine Şems bir nara atar ve yere yuvarlanır. Mevlâna’nın
etrafındakiler Şems’i kaldırıp medreseye götürürler.
3.
Devletşah rivayeti: Devletşah’a göre, Mevlâna bir katıra binmiş gitmekte iken
Şems koşup katırın dizginini yakalar ve şu soruyu sorar: “Mücahede, riyazet,
tekrar ve ilim öğrenmekten maksat nedir?” Mevlâna, “Sünnet ve şeriat edeplerini
bilmektir” der. Şems “Bunların hepsi görünüşe dairdir” deyince; Mevlâna,
“Bunların üstünde daha ne vardır?” diye bir karşı soru sorar. Şems ise, “İlim,
insanı malûma ulaştıran şeydir” der ve Senâi Dîvânı’ndan şu dizeyi okur: “İlim seni senden almıyorsa,/ Cahillik ondan
daha değerlidir.” Bu cevap Mevlâna’yı şaşırtır ve Şems’in ayağına kapanarak
medresede ders okutmaktan vazgeçer.
Makalat’tan
ilk buluşmaya dair bir not
Görüldüğü
gibi, kaynakların her biri ayrı bir telden çalmaktadır. Ancak bu rivayetlerin
ortak noktası “Mevlâna ile Şems’in karşılaşması ve Şems’in Mevlâna’ya deneme
amaçlı soru sormasıdır”. Acaba gerçek durum nedir ve Şems, Mevlânâ’ya bu
suallerden hangisini sormuş, aldığı cevaplar karşısında ne düşünmüştür?
Daha
önce de gördük ki, Şems kayda değer bulduğu her muhatabına bir soru sormuş ve
aldığı cevaba mukabil, sorduğu ikinci soru ile rakiplerini kesinlikle mat
ederek oradan uzaklaşmıştır. Hatta bazı araştırıcılar bu kaynaklarda rivayet
edilen soruların mahiyetine bakarak böyle basit bir sorunun Şems tarafından
sorulamayacağını dahi ileri sürmüşlerdir. Ancak Şems’in Makalat’ı ortaya
çıkınca, bu yorumların gerçeği yansıtmadığı açıkça anlaşılmıştır.
Şems,
Makalat’ında bu durumu şöyle anlatır:
“Onunla birlikte
konuştuğum ilk söz şu oldu: ‘Bayezid-i Bistâmi neden mütabaata lüzum görmedi ve
O’nun gibi, ‘Ya Rabbi, Seni tenzih ederim, Sana layık ibadette bulunamadım’
demedi?’ Mevlâna, bu sözün tamamını ve neticesini kemâliyle bildi. Nereden
gelip nereye gittiğini anladı. Mevlâna içinin, gönlünün temizliğinden sarhoştu.
Onun sarhoşluğu tertemiz, katkısız bir sarhoşluktur. Bu sözün zevk ve lezzetini
anladım. Daha önce bu sözün yüksek zevkinden gafil ve habersizdim.”
Şems’in
bu sualden gayesi, bazı araştırmacıların zannettiği gibi “Hazreti Peygamber mi
daha büyüktür, Bayezid-i Bistâmi mi büyüktür?” şeklindeki basit kıyas değildir.
Böyle bir soruya bir çocuk bile elbette “Hazreti Peygamber daha büyüktür”
diyecektir. Şems’in bu sualdeki gayesi, mütabaat kavramına Mevlâna’nın nasıl
yaklaştığını anlamaktır. Şems’e göre mütabaat, bir kişinin onun emrinden
sıkılmaması, sıkılsa bile mütabaatı terk etmemesidir.
“Mütabaat”,
bir velî ve mümin için Peygamber’e uymak ve onu zahirde ve batında izlemek
demektir. Şems, daha önce İbn-i Arabi ve Evhadüddin-i Kirmani gibi velîleri
Peygamber’e uymak konusundaki ihmalleri nedeniyle tenkit etmiştir.
“Arifler Sultanı” diye bilinen Bayezid-i
Bistâmi, Şems’e göre Peygamber’e uyma konusunda çelişik davranmaktadır.
Bayezid-i Bistâmi, zahirî mütabaata, meselâ Peygamber karpuz yemediği için
karpuz yememek gibi bir konuya dahi aşırı bir titizlik gösterirken, batınî ve
derunî mütabaatta, içinde bulunduğu durumun zevkiyle kendisinden geçerek
tekebbüre kapılmakta ve içtiği bir yudum suyu deniz zannetmektedir.
Oysa
Hazreti Peygamber, onun bulunduğu noktadan her gün yetmiş fersah daha ileriye
gittiği hâlde, “Ya Rabbi, Sana gereği gibi kulluk edemedik” demektedir. Şems’e
göre Bayezid-i Bistâmi, Peygamber’e uymanın dışına bakmakta, içini layıkıyla
değerlendirememektedir.
Bayezid,
derunî mütabaatta tevazu yerine manevî zevkten dolayı sarhoşluğa düşerek kibre
bulaşmaktadır. Şems, Bayezid-i Bistâmi’nin “Beni ululayın, şanım ne yücedir!”
demesini mânâ sarhoşluğu hâlinde Peygamber’e uymamak olarak niteler ve “O öyle
sarhoştu ki, ayıklara uyması mümkün değildi” diyerek eleştirir. Şems, mütabaatı
Hazreti Peygamber’ e uymak, Hazreti Muhammed’e uymayı da O miraca gidince
arkasından yürümek olarak niteler. Bu durumda, “Şanım ne yücedir, beni
ululayın, Allah cübbemin içinde!” diyen biri, Hakk’ı bulduğunu zannederek
Peygamber’in peşinden gitmeyi terk etmiş biridir.
Şems’in
Bayezid-i Bistâmi ile Peygamber’in büyüklüğünü ölçen sorusu, Mevlâna’ya bu
amaçla sorulmuş tuzak bir sorudur. Mevlâna’nın verdiği cevap, mütabaat konusunda
en az Şems kadar hassas bir anlayış gösteren cevaptır. Bayezid bir yudumda
tıkanıp kalmış, Hazreti Peygamber ise içtikçe susayarak suyu aramaya devam
etmiştir. Bu metaforik cevaptan çıkan sonuç şudur: Bayezid-i Bistâmi, manevî
mütabaatta eksiktir, hatalıdır ve manevî zevkin gözünün önüne gerdiği kibir
perdesinden dolayı Peygamber’i takip edememektedir.
İşte
Şems’in “Mevlâna bu suali kemâli ile bildi” demesi bundan dolayıdır! Bu cevap,
ona aradığı dostun, mürşidin ve öğrencinin Mevlâna olduğunu müjdeleyen bir
cevaptır. Bu cevabı duyunca nâra atması, muhatabının cevabı bildiğinden değil -ki
bu sorunun cevabı zaten bellidir-, aradığı muhatabı bulduğundandır. Şayet
Mevlâna mütabaata özen gösteren bir velî olmasaydı, Bayezid’in cevabındaki
manevî zevk hâli ona da sirayet ederek Bayezid’in cevabına benzer bir cevap
verip Şems’in ilgisini kaybederdi. Demek ki onları bir araya getiren ruh,
Hazreti Peygamber sevgisidir. Dolayısıyla onların dalgalandırdıkları mânâ
denizi, Hazreti Peygamber’in geçtiği mânâ denizinden başkası değildir.