FAKİR dünyamızın
zenginliğiydi o. Zenginliği, güzelliği, umudu… Neşesiydi de… Nüktesi, tebessümü,
hikmeti…
Tanışıklığımız
kaç yıllıktı, bilmem, bilemem. Otuz vardı en azından… Belki otuz beş… Nasıl
tanıştı(rıldı)k, onu da bilemem. Aynı şehrin, aynı bulvarların, aynı yolun
yolcularının tanışıklıkları mı olurmuş? Lâf işte benimkisi de, kusuruma
bakmayın!
Selahaddin
Ağabey’le birlikte hatırlıyorum onu ben en çok. 1986 Zafer Kitap Fuarı’ndan,
Orhan Camii karşısından hatırlıyorum en eski. Fiziken tanış olsak da, Hüseyin
Ağabey’i en çok Selahaddin Ağabey’in (özdeyiş yazarı Ş. Mehmed Selahaddin
Şimşek) anlatımlarından tanımış olmalıyım. Tatlı tatlı çekişmelerinden,
atışmalarından, kavgalarından, tadı doyumsuz anekdotlarından…
Mahalle,
ilkokuldan da arkadaşıydılar. İkisi de edebiyat okumuş, ikisi de tek bir gün -resmî-
öğretmenlik yapmamış, ikisi de toplumun, ülkesinin, ümmetinin öğretmenliğine soyunmuşlardı.
Yolları
Zafer’de kesişmişti. Daha doğrusu, Hüseyin Ağabey bir gün yolda karşılaştığı sınıf
arkadaşını dergiye çay içmeye -kuru fasulye yemeğe de olabilir- götürmüş, giriş,
o giriş! Sonra saatler, günler, aylar süren doyumsuz sohbetler, kapaklar,
makaleler…
(“Rahmetli Selahaddin ile muhabbetlerimizden aldığım notlar oldukça hacimli, nefis bir kitap olur, yayınlamak istiyorum onları da” demişti Hüseyin Ağabey, vefatından altı ay kadar önce bir görüşmemizde bana.)
Biri
meselâ… Doksanların başları olmalı zaman. Zafer dergisindeler… Dergi baskıdan
yeni gelmiş. O sayıda Selahaddin Ağabey’in makalesinde -belki de sehven- bir virgülün
yeri değişmiş. Bunu fark eden Selahaddin Ağabey yine celâllenmiş, köpürmüş, bir
yandan Selim Gündüzalp’e bağırıyor, öte yandan Uzun Samsun’un birini söndürüp
birini yakıyor: “Şekspir gelse benim yazıma dokunamaz, ben de Şekspir’in
yazısına dokunamam. Sen ne hakla benim yazıma dokunmaya cüret edersin Hüseyin!”
Hüseyin
Ağabey, yani Selim Gündüzalp Ağabey, bu durumdan ziyadesiyle üzgündür, özür
üstüne özür de dilemektedir. Dedik ya, sehven olmuştur olan, ama Selahaddin
Ağabey’in gözünde cinayet mesabesindedir. Belki üstat, gelebilecek başka
yanlışlıkların önünü kapatmak için böyle davranmaktadır.
Sigara
dumanından, bağırış çağırıştan, öfkeden odada göz gözü görmemektedir. Zafer camiasının
hiç de alışkın olmadığı sahnelerdir bunlar. O sırada Zafer müdavimlerinden,
Selahaddin Ağabey’in de hayranı bir “kardeş” girer içeriye, büyük özdeyiş
ustasını, elinde sigara, hop oturup hop kalktığını görünce şaşkınlık-üzgünlük
karışımı bir ses tonuyla soruverir: “Aman Allah’ım! Selahaddin Bey, siz sigara
da mı içiyorsunuz?”
Selahaddin
Ağabey, dünya durdukça anlatılacak nefis cevabını -her zamanki
hazırcevaplığıyla- yapıştırıverir hemen: “Şükredin ki esrar içmiyorum! Bizim
Hüseyin’in yaptığına bakılırsa, esrar bile içilse yeridir…”
Bunun
gibi, birbirinden güzel, birbirinden özel, birbirinden leziz, birbirinden ölümsüz
belki yüzlerce hatıra, yaşanmışlık vardı aralarında. Lâf aramızda, hissettiğim
kadarıyla Hüseyin Ağabey çok sevdiği arkadaşını biraz da bilerek kızdırıp yeni
özdeyiş ve anekdotlar biriktirme yanlısıydı sanki.
Müthiş bir hafızaya sahipti Hüseyin Ağabey. Yüzlerce, binlerce söz, anekdot naklediyordu şaşırmadan, tereddüt etmeden, yanılmadan. Farklı zamanlarda, farklı aylarda, farklı yıllarda da olsa dinledikleriniz, hep aynı kelime ve cümlelerden ibaretti. Keskin bir zekâ ve güçlü bir hafızaya sahipti.
Medeniyetimizin
üç güzel hasletini iliklerine kadar giyinmişti ruhuna, şahidiz: Kalbi selim,
aklı selim ve zevki selim sahibi bir zarif adamdı o.
Selimliği
sahiciydi yani. Tam isabetti!
Yüreği
sevgi doluydu. Merhamet doluydu. İyilik doluydu. Sanki kıyamet kopmak üzereymiş
de son kez kalplere “iyilik ağaçları” dikmeye çalışıyordu son bir gayretle. İyilik,
merhamet, iman filizleri…
Çocuğu
yoktu ama sanki bütün çocuklar onundu; öyle görüyor, öyle hissediyor, öyle
davranıyordu. Çocuklaşıyordu onlarla bazen. Ne şirin sahnelermiş onlar meğer,
daha şimdiden özlediğimiz…
Akademilerime
hep katılmıştı. GAP, Mardin, Edirne, Çankırı, Dilovası… Liseli gençlerdi çoğu
kez ders verdiklerimiz. Hiç unutmam, Mardin’de o kadar sevmişti ki gençler onu,
bırakmak istemiyorlardı bir türlü. O da coştukça coşuyor, kırıp geçiriyordu
ortalığı. Bir ara bir kızın saçlarından bir tutam alıp bıyık yaptı kendisine,
bir tek kıl olmayan yüzünde hem de, Osmanlı bıyığı gibi burarak fotoğraf
çektirmişti. Enver Paşa bıyığını andırıyordu sanki. Arşivlerden bulurum bir gün
inşallah.
Her
biriyle ayrı ayrı, üşenmeden, bıkmadan, yorulmadan ilgileniyordu. Sonra da
telefonlarına cevap veriyordu, sorularına, dertlerine, isteklerine yetişmeye
çalışıyordu, biliyorum. İl il, ilçe ilçe, kasaba kasaba…
TRT’nin
müdavimlerindendi son yıllarında. Bekir Develi ile güzel, sıcak, samimi bir
ikili oluşturmuşlardı. Develi Kardeşimiz madeni bulmuştu, irfan ocağından
madenler devşirip Türkçe üzerinden dünyaya yağmalatıyordu Selim Gündüzalp
diliyle.
Son
beş on yılında ulusal bir şöhretti artık. O da farkındaydı bunun ama hiç farkında
değilmişçesine daha bir hasbî, daha bir mütevazı, daha bir içten olmuştu. Daha
bir uzviyetteydi sanki.
En
yıldız tilmizi/öğrencisi Cihat Zafer, hayatını enfes bir kitaba dönüştürebilir
onun. Belki filme… İnanıyorum! Diğer yıldız tilmizi Ali Suad’a da büyük iş
düşüyor bu konuda.
Kırk
yılını Zafer’e adamış, hasretmiş, vakfetmişti âdeta. Yetim kaldı Zafer şimdi,
biliyorum.
Kırk
yıl Zafer şarkıları söyledi Selim Gündüzalp bizlere. Hep umut, hep ümit, hep
iyilik... Ve hep iman şarkıları, iman besteleri terennüm eyledi.
Kendisi
de besteledi bir bir. Kitapları birer iman bestesi kabul edilmelidir onun. O
bir sevgi, o bir iman, o bir fedakârlık abidesiydi zira.
Almayı
değil vermeyi, dağıtmayı, çoğaltmayı seviyordu o. Lisede edebiyattan ikmale
kalmış bir yazardı, evet. Kolay yazan biri değildi, evet. Bir yazısını
yayınlayana kadar beş kere tashih eder, değiştirir, geliştirirdi, evet. Deneme
gibi düşünür, deneme gibi konuşur, deneme gibi yazardı, evet.
Zira
bir ömür Risale okuyan, okutan, anlatan adamdı o. Son yıllarında Yûnus’la yakın
akraba olmuştu âdeta. Yûnus Emre’ce yaşayan Said’di sanki.
Bir
Tagor’du, bir Şekspir. Bir Balzac’dı, bir Russel. Bir Bacon’du, bir Şeyh Sadi.
Kâh İkbal’di, kâh Aristo. Gökteki yıldızları getirirdi her sohbetinde
ayağınıza.
Konu
ne olursa olsun, o akşamın, o sohbetin, o mevzuun finalinde iki ismi mutlaka
telaffuz eder, son sözü hep onlara bırakır, hep onlarca bitirirdi: “Aleyhü’s-salat-ü
ve’s-selâm” ve “Üstad”…
Eskilerin
“dersiam” diye bir mesleği vardı, biliyorsunuz. Bugünün “profesör”üne karşılık…
Hüseyin Ağabey, son yıllarında âdeta dersiamımızdı bizim; her konuda onlarca
anekdot, yüzlerce söz biliyor, tane tane, sıkmadan anlatıyor, saatlerce
doymadan dinletiyordu kendisini.
Hikmet
medeniyetinin müşahhas/müheykel temsilcisiydi sanki. Âdeta yaşayan “hikmet
ansiklopedisi” idi…
Selim
Gündüzalp… Evet, o bir hikmet ansiklopedisi idi. Diğer ansiklopedilerden
farkıysa, o, yaşayan hikmet ansiklopedisiydi. Yaşayan ve yaşatan…