BATI emperyalizmi, İngilizler
döneminde İslâmîyet’in içine sızacak ciddî projeler geliştirdiler. İngilizler bu
projelerden birini Hint Müslümanları arasında, diğerini de Mısır’da hayata
geçirdi.
Hint
Müslümanları arasında Cemaleddin Efganî, Mısır Müslümanları arasında da onun
öğrencisi olan Muhammed Abduh’u parlattılar. Bu meseleler başka bir yazı konusu
olacak kadar geniş olduğu için geçiyorum...
***
Gelelim
maksadımıza…
İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizm bayrağını ele geçiren ABD, CIA içinde
oluşturduğu elit yapılarla İslâm düşüncesi içerisine, İngilizlerin bıraktığı
yerden sızdılar. Böylelikle Pakistan’da Kadiyanilik, Irak’ta Kesnezanilik, Türkiye’de
Fetöcülük gibi hain ve işbirlikçi yapılar kurdular.
Bu
yapıların temel görevi, vasat düzeyde İslâmî bilgisi olan, ancak hırsları tavan
yapmış kullanışlı kişiler üzerinden İslâm’ın o ülkedeki temel mîrası olan dini
gelenek ve değerleri yıpratmaktı. Bu amaca ulaşmak için hedef ülkedeki kurumlar,
bu hain yapılarla iltisaklı hâle getiriliyor ve bu hain yapılar devlet
kurumlarına ve öncelikle ordu ve polis teşkilâtına sızıyorlardı.
Arkasından
dinî mahfilleri, sivil toplum örgütlerini ve basın-yayını ele geçirerek hedef toplumu
algılara açık bir hâle getiriyorlardı. Daha sonra, toplumsal direnişi felç
edecek bir biçimde harekete geçerek o ülkeyi ya işbirlikçi hâle getiriyor yahut
da askerî bir darbe ile efendilerine bağlıyorlardı.
Nitekim
Irak ordusunda baskın olan Kesnezani örgütü, Körfez Savaşı’nda Saddam’ın
görünüşte muhteşem olan ordusunu bir gecede hain bir emir ile ABD’ye teslim
etti. Bu hainler, ordu içinde kritik yerlerde olan adamları üzerinden, “Direnmeyi bırakın, teslim olun! Gelenler ırza,
namusa dokunmazlar, size özgürlük getirecekler” diyerek koca Irak’ın
direncini çöle gömdüler.
Böylelikle
Amerika, elini kolunu sallayarak Irak’ı işgal etti ve sonrasında yüz binlerce
masum öldüğü gibi, Müslümanların ırz ve namusları da düşmanın ayakları altında
kaldı. Irak uyandı ama ba’de harabi’l-Basra...
Amerika
1990’da, Birinci Körfez Savaşı’nda güya Kuveyt’i Irak’ın elinden kurtarmak için
Körfez’e geldiğinde, İslâm topraklarında Hıristiyan postalı görmek istemeyen
şuurlu ve hassas Araplar tepki vererek Amerika askerlerinin bu topraklara ayak
basmasının mahrem beldeleri kirletecek bir hareket olduğunu söylediler.
ABD,
bu toplumsal direnişi kırarak sosyolojik tabanı kendisi ile uyumlu bir hâle
getirmek işini hemen CIA’ ye havâle etti. Zaten Körfez istihbaratını yöneten
arka plânda CIA olduğu için, daha önceden elde ettiği kifâyetsiz bir muhteris ve
son derece acul bir tip olan Rebii el-Medhali’nin imajını parlatmaya karar
verdi.
***
Bu
herif-i nâşerif, ilk başta Mısır’da İhvan Hareketi ile düşüp kalkıyor ve Seyyid
Kutub’un sâdık bir öğrencisi ayağına yatıyordu. Amacı, Körfez’de İhvan’ın baş
temsilcisi olmak idi. Bu beklentisine karşılık, niteliğe çok önem veren İhvan, bu
adamı çok fazla dikkate almadı.
Mâkâm
ve mevkie itibar ve imaja aç olan Medhali, Suudi Arabistan’da kâh Mekke, kâh
Medîne’de Suud Kraliyeti’nin sâdık bir hizmetçisi gibi bekleyip durdu.
Medhali’nin
aradığı fırsat, nihâyet ayağına geldi. Körfez’de kendisine meşru bir sosyolojik
zemin arayan Amerika, Suud istihbaratı üzerinden Medhali’yi ulu’l-emr yani
siyâsî otorite kavramına getirdiği yeni yorum ile öne çıkardı.
Kargaları
bile güldürecek bu yorum biçiminde CIA aklı, Medhali’yi, işbirlikçi otoriteyi
tebcîl edecek bir sistem kurmaya teşvik etti. Telkin, örtülü bir biçimde CIA’den
geliyordu. Bu noktada Amerikan istihbaratının oynadığı oyunun şifresi şuydu:
Bir İslâm ülkesi veya bölgesini her hangi bir güç ele geçirecek olursa o güç, “ulu’l-emr”
yani “otorite” olarak tanımlanıyordu.
Bu
otorite, ister kâfir olsun ister Müslüman, hiç fark etmiyor. Yorum mâkâmındaki
imam, “kimin hak ve kimin bâtıl olduğunun bilinemeyeceğini” telkin ediyor ve
halka, “Bırakın, savaşsınlar! Yönetimi kim
ele geçirirse ona itaat edelim. Bize düşen şey, hareket etmeden beklemek ve galip
olan otoriteye itaat etmektir” diyordu.
Müminlerdeki
mücadele rûhunu imha eden bu anlayışın temelinde, Tevhîd’in yerine baştaki
yöneticinin getirilmesi amacı yatıyordu.
Bu
her yönüyle arızalı hareket, kısa zamanda Suudi Arabistan’da örgütlendi ve
arkasından diğer İslâm ülkelerine yayılmaya başladı. Bunlar da yine tıpkı
bizdeki hain FETÖ örgütü gibi, ülkede bir imam usûlüne göre yapılanıyorlardı.
Meselâ
Mısır’da İhvan’a karşı örgütlenen bu akım, “Sait Raslan” diye bir adamın imamlığında
yürüyor. Bu adamın görevi, Sisi’yi meşrulaştırmak ve ona karşı yönelen muhalif
hareketleri engellemektir.
Bu
hareketin hâkim olduğu ülkelerdeki fikrî sistem şu şekildedir: Eğer bir İslâm
ülkesinde yönetim Amerika’nın ve onun çıkarlarının yanındaysa, bu yönetim,
itaat edilmesi gereken meşru bir yapıdır. Ona karşı çıkmak ise Hâricîlik ve
bidat yandaşlığıdır.
Şu
hâlde ulu’l-emre itaat etmeyen kim olursa olsun, onun Hâricîler gibi kanının dökülmesi
ve bidatçiler gibi kellesinin alınması caizdir.
Rebii el-Medhali
Hatırlarsanız,
FETÖ denen alçak da Ecevit gibi lâik bir adamı üstü örtük bir biçimde de olsa ulu’l-emr
ve otorite saymıştı.
Yine
hatırlarsanız, bu hain, Mavi Marmara olayında ulu’l-emr olarak İsrail’i
göstermiş ve İsrail’e danışılmadan bir iş yapılmasının caiz olmadığına dair bir
tür fetva vermişti.
Bu
Medhalî hareketin şu anki en büyük düşmanı Türkiye ve onun başındaki lider olan
Recep Tayyip Erdoğan’dır. Özellikle Türkiye’nin Suriye, Akdeniz ve Libya’daki
girişimlerinden sonra Medhalî hareketin imamları, Türkiye’yi hedef alan muazzam
bir kara propagandaya giriştiler. Türkiye’yi Hâricî bidatçi, zındık ve kâfir
olarak niteleyip, başındaki Erdoğan’ı da hemen öldürülmesi gereken bir Hâricî
ve bidatçi göstermeye çalışıyorlar.
Bunlar
Libya’ da bütün cami ve mescitlerde örgütlenmiş bir yapı olarak çalışıyorlar.
Bu hainlerin Libya’daki imamı, aslında bizdeki Diyanet’in muadili olan bir
kurumun başındaki Muhammed el-Abanî’dir. Bu zât doğrudan Suudi Arabistan’daki Medhali’ye
bağlıdır.
Refii
el-Medhali, Libya’ya yönelik verdiği fetvâda, Libya halkının Hafter’i otorite
saymasını ve onun safında savaşmasını tavsiye etmiştir. Şu anda Libya’nın her
bölgesindeki cami ve mescitlerde Medhali’nin adamları, Hafter’in meşrû olduğu
tezini işlemekte ve Erdoğan ile Türkiye’nin Hâricî-bidatçi ve imha edilmesi
gereken bir yapı olduğunu telkin etmektedirler.
Türkiye,
sanırım son zamanlarda bu meseleye uyandı ve kendisiyle birlikte hareket eden Zilatan
gibi kentlerde, Kent Konseyi’ndeki akil adamlarının bildirileri ile bu
işbirlikçi vaizleri bölgelerden çıkarmaya başladı. Ne var ki, henüz Trablus’taki
Merkezî Yönetim’e bu konuda nüfûz edilmiş değil.
Oysa
karşımızdaki yapı, bizi sadece Libya’ da ablukaya almıyor, Türkiye’deki mülteci
kamplarına sızarak bu kamplarda Esad’ın otorite olduğunu, onunla savaşmanın bâtıl
mı, hak mı olduğunun bilinemeyeceğini, o yüzden onunla savaşmak yerine sonucu beklemenin
daha iyi olduğunu ifade eden telkinler yapıyorlar.
İşin
daha vahimi ise, bu hain hareketin Afrika’da Mısır’ı merkeze alan ve Mısır’dan
örgütlenen büyük bir yeni fitne koparacağı görülüyor!
Said Raslan
Amerikan
istihbaratı, Mısır’da ateşli bir Türkiye ve Erdoğan düşmanlığı üzerine kurguladığı
Said Raslan’ı parlattıkça parlatıyor. CIA’nin “Yeni Bağdadî” olarak tasarladığı
bu adama darbeci Sisi, görünüşte bir mescit tahsis etmiş. Oysa bu mescit, hakikatte
bir CIA üssüdür!
Said
Raslan’ın Medhalilik anlayışı üzerine dersler verdiği bu merkeze, Suriye’den,
Cezayir’den, Fas’tan, Libya’dan, Nijer’den, Nijerya ve Avrupa’dan öğrenci
kılıklı milisler toplanıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Amerikan istihbaratı DAEŞ’ten
daha büyük bir ordu hazırlıyor. Bu Ordu’nun tek hedefi Türkiye ve bölgede
onunla beraber çalışan Mağrip ülkeleri olarak Tunus, Cezayir ve Fas!
***
Evet,
büyük şeytanın tezgâhı, bizi Afrika ve Akdeniz’den süpürmek. Görelim bakalım,
bütün tuzakları bozan Rahmânî irade, bu bâbda bize neler gösterecek.
Vesselâm…