NURİ Demirağ…
1918’de
İstanbul Mâliyesinde memur iken işgalcilerin davranışlarını hazmedemeyip istifa
etti. Ticarete atıldı.
Çok
para kazanmak istiyordu. Zengin insan olmak gayesiyle değil, milletinin hayrına
bir şeyler yapabilmek için… Kafası zekâ, kalbi millet aşkıyla doluydu.
İlk
olarak küçük bir dükkânda, yabancıların elinde bulunan sigara kâğıdı işine
girdi. Kâğıdının adını “Türk Zaferi” koydu. Bu işten büyük kazanç elde etti,
zengin oldu.
Bir
yandan da Maçka Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurdu ve yönetti.
Cumhuriyet
kuruldu...
1926’da
Samsun-Sivas Demiryolu yapımını üstlenen Fransız şirketi işi bırakınca hemen
devreye girdi ve kardeşi ile birlikte Samsun-Erzurum, Sivas-Erzurum ve
Afyon-Dinar hattındaki bin 12 kilometrelik demiryolunu bir yıl gibi kısa bir
sürede tamamladı. Başarılarından ötürü 1934 yılında Atatürk kendisine ve
kardeşi Abdurrahman Naci Bey’e “Demirağ” soyadını verdi.
Demiryolu
yapımı sürerken Karabük Demir-Çelik, İzmit Selüloz, Sivas Çimento ve Bursa
Merinos tesislerini, Eceabat Havalimanı’nı, Haliç kenarında İstanbul Hal Binası
gibi büyük inşaatları gerçekleştirdi.
1931
yılında Boğaz Köprüsü inşaatı için dışarıdan uzmanlar getirtip bir proje
hazırladı. Fakat inşaat için Atatürk’ten gerekli izni alamadı.
Buna çok üzüldü ama yılmadı.
Askerî
uçak almak için kendisinden bağış istenince, “Ordunun ihtiyacı başkasının lütfu ile karşılanmaz, ordumuzun uçağını ben
yaparım” diyerek Beşiktaş’ta bir atölye, satın aldığı çok geniş bir arazi
üzerine uçak tamir atölyesi ve gerekli diğer tesisler ile Avrupa’nın en büyüğü
olan Amsterdam Havaalanı büyüklüğünde bir havaalanı yaptı.
Pilot
yetiştirmek üzere, bir tane havaalanında, bir tane de memleketi Divriği’de iki
Gök Okulu açıp 1943 yılına kadar 260 tane pilot yetiştirdi.
1936’da
ilk tek motorlu ve 1938’de de çift motorlu altı kişilik uçağı yapmayı başardı.
Nu-D.38 numaralı uçağına A sınıfı ruhsatı aldı.
THK tarafından sipariş edilen 65 planörü kısa sürede teslim
ettikten sonra 24 eğitim uçağını da tamamlamış, deneme uçuşlarını İstanbul’da
başarıyla gerçekleştirmişti.
Bu arada, 1939’da Türkiye’nin ilk yerli paraşütünü üretti.
(1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Türkiye, paraşüt ipini yapamadığı için
Pakistan’dan almıştı.)
1941’de tamamen Türk yapımı ilk uçak İstanbul’dan Divriği’ye
başarıyla uçtu.
THK’nın siparişi olan uçakların Eskişehir’de bir kere daha
test edilmesi istenince, uçağın projelerini çizen mühendis Selahattin Reşit
Alan yönetiminde bir Nu-D 36 tipi uçak Eskişehir’e uçtu.
Ne olduysa o zaman oldu!
Uçağın ineceği pistte kazılmış olan bir hendeğe düşen uçak
parçalandı ve pilot öldü.
Bu hendek neyin nesiydi? “Hayvanlar piste girmesin diye
kazılmıştı”. Evet, hayvanlar girmesin diye pistin kenarına değil, üstüne
kazılmıştı!
Her neyse, bir kazadır olmuştu ama yola aynı inançla devam
edilmesi için bir engel yoktu.
Fakat o da ne? THK bütün siparişlerini iptal etti. THK’ya
karşı dâvâ açtıysa da, dâvâ yıllarca sürüncemede kaldı.
Çâre tükenmemişti. Uçaklara İspanya, İran ve Irak Devletlerinden
talep geldi. Fakat bu defa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükûmeti
uçakların ihracına kanunla yasak getirdi.
Demirağ, Bakanlara ve Cumhurbaşkanı İnönü’ye ne kadar başvurduysa
da bir sonuç alamadı. Çâresizlik nedir bilmeyen Demirağ, çâresiz kaldı.
Emperyalizm, Demirağ’ın kalemini kırmıştı bir kere…
Elindeki uçakları hurda olarak satmak zorunda kaldı. 1950’de
fabrika kapandı. Böylece bir dev, canlı canlı toprağa gömülmüş oldu.
Asıl toprağa gömülen, ülkemizin istikbâliydi.
Koca havaalanı, üzerindeki tesislerle birlikte istimlâk
edildi ve yerine şimdiki Atatürk Havalimanı kuruldu.
Şayet Nuri Demirağ engellenmeseydi, bugün Türkiye dünyanın en
başta gelen uçak üreticilerinden birisi olacaktı.
Mekânı Cennet olsun!
***
Vecihi Hürkuş…
Uçmak için yaratılmış bir millet sevdâlısı…
Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat Cephesi’nde teknisyen…
1916’da Yeşilköy’de ilk uçuşunu yaptı.
1917’de, Kafkas Cephesi’nde Rus uçağını düşürdü. Millî
Mücadele’ye pilot olarak katıldı. Başarılarından dolayı TBMM’den üç defa
takdirnâme ve İstiklâl Madalyası aldı.
En büyük hayâli, havacılığın millîleştirilmesiydi. Savaş
sırasında Yunanlılardan kalan uçak malzemelerinden yararlanarak projesini hazırladığı
ilk uçağı “Vecihi K VI”yı yaptı.
Uçabilirlik
sertifikası alabileceği ülkede bir kurum ve uzman bulunmadığı için, kendi
iradesiyle 1925’te “Vecihi K VI” ile ilk uçuşunu yaptı.
Bu
defa da izin almadan uçtuğu gerekçesiyle cezalandırıldı. Bunun üzerine ordudan
ayrıldı.
Kadıköy’de kiraladığı bir keresteci dükkânında üç ay içinde “Vecihi XIV” uçağını yapıp bununla ilk uçuşunu 27 Eylül 1930’da, Kadıköy’ün Fikirtepe semtinde büyük bir kalabalık karşısında yaptı.
İki
kişilik, tek motorlu spor ve eğitim uçağıyla Ankara’ya giderek burada bir
gösteri düzenledi.
Uçağına
uçabilirlik sertifikası verebilecek bir kurum ve uzman bulunmadığından, uçağını
sökerek Çekoslavakya’ya götürüp oradan uçuş iznini aldı. Ardından uçarak
Türkiye’ye geldi.
Posta
idaresiyle anlaşıp birçok şehirlerarası posta hizmeti gördü.
1932’de ilk
Türk sivil havacılık okulu olan “Vecihi Sivil Tayyare Mektebi”ni kurdu.
İş
adamı Nuri Demirağ’ın 5 bin
lira bağışta bulunmasının ardından adı “Nuri Bey” olan “Vecihi XVI” kapalı kabin uçağını 1933’te
yaptı.
Aynı yıl
“Vecihi XV” uçağını da bitirip ikişer adet “Vecihi XIV”, “Vecihi XV” ile “Nuri
Bey-Vecihi XVI” uçaklarında öğrencileriyle birlikte İstanbul’da bir gösteri
uçuşu yaptı.
Fakat maddî
bakımdan yardım göremediği ve öğrencilerine de hükûmet tarafından denklik
verilmediği için okulunu ve atölyesini kapatmak zorunda kaldı.
Vecihi Hürkuş,
bundan sonra havacılıkla ilişkisini 1950’li yılların sonuna kadar devam ettirse
de, bunlar üretim şeklinde değil, bazen öğretmenlik, bazen de arkadaşlarıyla
birlikte satın aldığı uçaklarla ticarî uçuşlar yapmak şeklinde oldu. 1954’te
kurduğu “Hürkuş Hava Yolları” için uçuş yapılmayan şehirlere uçuş izni istedi
fakat nedense izin verilmedi. Sanki gizli bir el, onun her işini engelliyordu.
Hiçbir yere uçma izni verilmeyince o da battı.
Ömrünün
sonlarında maddî sıkıntı içine düştü, 1969’da kalp krizinden vefat etti. Allah’ın
rahmeti üzerine olsun!
***
Nuri Killigil…
Cesaret timsali, vatan-millet âşıkı büyük asker, “Bakü
Fatihi”… Türk savunma sanayiinin temelini atan mühendislik dehası…
1911-1912 yıllarında Libya’da İtalyanlara karşı savaştı. 1918
senesinde, henüz 29 yaşındayken Kafkasya’da kurduğu “Kafkas İslâm Ordusu” ile
Rus, İngiliz ve Ermeni güçlerini yenerek Bakü’yü işgalden kurtardı.
Millî Mücadele’de Erzurum ve Kars’ta silah atölyeleri kurdu.
Almanya’ya gitti, Ordumuzun silah ve mühimmat ihtiyacının temini için çaba sarf
etti.
1925’te yurda dönen Nuri Paşa, Atatürk tarafından “Yarbay”
rütbesiyle emekli edildi. 1929’da İstiklâl Madalyası ile şereflendirildi.
1933’te,
İstanbul’da Türkiye’nin ilk özel savunma sanayii şirketini kurdu. Fakat
emperyalizmin hedefinde olacağını bildiği için, “fayans, soba ve benzeri
üretimi” adı altında çalışıyordu. 500 işçinin çalıştığı fabrikada tamamen yerli
silah ve mühimmat üretiyor, bunları Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra birçok
devlete de satıyordu.
Çizimini
bizzat kendisinin yapıp ürettiği ilk yerli ve millî tabancamız “Nuri Killigil
Tabancası”, o yıllarda dünyanın en iyi silahları arasında gösteriliyordu.
Bu başarılar elbette emperyalizmin gözünden kaçmadı. Yerli
uşaklarının baskılardan dolayı fabrikasında silah üretmeyeceğini açıklasa da
gizlice üretime devam etti.
1949
yılında İsrail’le savaş hâlindeki Mısır’dan beş bin tabanca, Suriye’den de iki
bin havan topu siparişi geldi. Bu sırada BM Güvenlik Konseyi, Suriye ve Mısır’a
silah ambargosu koydu. Fakat Paşa, bu karara rağmen ambargoyu delerek sevkiyata
devam etti.
Paşa
“artık çizmeyi çok aşmıştı”!
2
Mart 1949’da, Sütlüce’deki fabrikada “faili meçhul” bir patlama oldu. Nuri
Killigil Paşa, mühendis ve işçileriyle, on binlerce top ve havan mermisiyle
birlikte bir anda yok edildi. Ceset parçaları fabrikanın her yerine saçıldı.
Nuri Paşa’nın cesedine ait hiçbir şey bulunamadı ve sembolik olarak boş bir
tabut defnedildi.
20
gün sonra cesedinin ana gövdesi, Haliç’te su üzerine çıkınca bulundu. Ailesi
cenaze namazının kılınmasını istedi. Fakat emperyalizmin öfkesi onun cenazesine
de tavır almıştı. Kendi öz yurdunda, 24 Mart 1949 tarihinde cenaze namazı
kılınmadan, işçi arkadaşlarının yanına, Nuri Killigil Fabrikası Şehitliği’ne
defnedildi.
Böylece uçak sanayiinin ardından savunma sanayimiz de toprağa
gömülmüş oldu.
Allah’ın rahmet ve mağfireti onların üzerine olsun!
***
Şakir Zümre…
Millî Mücadele sırasında Bulgaristan Meclisi’nde milletvekili
idi.
Oradan Anadolu’ya önce silah ve cephane, daha sonra usta ve
teknisyen gönderip silah atölyesi kurulmasını sağladı. TBMM tarafından İstiklâl
Madalyası ile ödüllendirildi.
Cumhuriyet ilân edilince İstanbul’a yerleşip Haliç’te kurduğu
fabrika ile uzun süre ordunun silah ve mühimmat ihtiyacını karşıladı. Daha
sonra orduya ait fabrika ile müşterek çalışarak ürün kalitesinin
geliştirilmesine katkıda bulundu. Türk bombardıman uçaklarının kullandığı ilk
bombaların çoğunluğu onun imâlâtıydı.
Daha sonra Deniz Kuvvetleri’nin ihtiyacı olan cephaneyi
üretmeyi başardı. İlk denizaltı bombalarını, aydınlatma fişekleri, mayın ve el
bombalarını da o üretti.
Bir süre sonra Yunanistan, Bulgaristan, Polonya ve Mısır’a
ihracat yapmaya başladı. Onun ürettiği bombalar Polonya tarafından Almanlara
karşı kullanıldı. 1937’de Yunanistan’a satışından elde ettiği 1 buçuk milyon
lira, ülkeye can suyu gibi geldi. Bu ihracat, ülkede büyük bir ekonomik zafer
olarak gazetelerin başköşelerinde yerini aldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarında da ordunun
ihtiyacını karşılamak için canla başla çalıştı. Fabrikasında iki bin işçi
çalışıyordu.
Savaş sonrasında artık tam şaha kalkacaktı ki olan oldu!
ABD emperyalizmi, NATO ve Marshall Yardımı karşılığında
ülkemizde silah üretiminin yasaklanmasını şart koştu. Hükûmet bütün alımları
iptal etti. Bunun yerine ABD’nin eski, kullanılmış silahları alındı.
Cumhuriyet ile yaşıt Şakir Zümre’nin sıfırdan başlayıp kurduğu
bu önemli millî savaş sanayimizi de böylece tarihe gömdük.
Şakir Zümre, artık motor, bomba ve füze yerine, ömrünün
sonuna kadar soba ve çocuk kumbarası üretti. “Şakir Zümre Sobaları” kendi
alanında “1” numara olarak uzun yıllar milletimizin hizmetinde oldu.
1966 yılında bu dünyadan göçtü. Allah’ın rahmet ve mağfireti
onun üzerine olsun!
***
Emin Bozoğlu ve “Devrim”…
Unuttuğumuz son kahramanlarımızın hazin hikâyesi…
1956 senesinde Necmeddin Erbakan, Gümüş Motor AŞ’yi kurarak
ilk yerli motoru üretmişti. 1960’daki Sanayi Kongresi’nde ürettiği motorun
sunumunu yaparken, yerli araba üretim fikrini ortaya attı.
27 Mayıs Darbesi’nin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, bu fikre
ikna oldu.
16 Haziran 1961 tarihinde yerli otomobil yapılmasını, bir
tanesinin de 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetiştirilmesini istedi. Törene yerli
otomobilimizle gitmek istiyordu.
Fakat bayrama sadece dört buçuk ay vardı. Elde ne bir fabrika,
ne de otomobil mühendisi vardı. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar kısa bir
sürede otomobil imâl edilmesi mümkün değildi.
Mümkün değildi ama işin içine Türk’ün azmi girerse imkânsızı mümkün kılabilirdi.
Devlet Demir Yolları Genel Müdür Yardımcısı Yüksek Mühendis
Emin Bozoğlu ve bir grup arkadaşı, “Bunu
biz yaparız!” dedi. Fakat daha işin başında, emperyalizmin maşaları, bir
düğmeye basılmış gibi yaygaraya başladılar. “Biz
kimiz ki otomobil yapacağız?!” diyorlardı.
Bir
gün Emin Bozoğlu'nun evine bir telefon geldi.
Telefonu oğlu Atilla Bozoğlu açtı.
Karşıdaki kişi şunları söyledi: “Söyle
babana, milletin parasını boşu boşuna sebil ediyor. Garip gurabanın, tüyü
bitmemiş yetimin parasını yiyor. Biz daha doğru dürüst at arabası bile
yapamıyoruz. Nerede kaldı otomobil?”
Kahramanlarımız
bunlara kulak asmadılar.
Sivas DDY Cer Atölyesi merkez olmak üzere, Eskişehir, Ankara
ve Adapazarı tesislerinde çalışmaya başladılar. Geceleri uyumadılar, aylarca
evlerinden uzak kaldılar, zamana karşı ölümüne yarıştılar.
Ve başardılar!
Gerçekten çok güzel iki adet “Devrim”i 28 Ekim gecesi trene
yükleyip Ankara’ya yolladılar. Cumhurbaşkanı’nın bineceği siyah otomobilin
pasta ve cilası yolda, trende yapıldı.
Onlar uyumadan çalışıyorlardı ama düşman da uyumuyordu.
Ne olduysa orada başladı!
Her kimdi, bilmiyoruz, “Tren
buharlı olduğu için belki kıvılcım atar da bir felâket olur, arabanın benzinini
boşaltalım, benzini indikten sonra koyalım” dedi.
Hiç olacak bir şey mi?
Öyle yaptılar ama yine de azıcık benzin bıraktılar. Esas
benzin Sıhhiye’deki istasyondan alınacaktı.
İki
otomobil, motosikletli trafik ekibinin eskortluğunda yola çıktı.
Ne var ki, eskorttakiler, benzin alma işinden “haberleri olmadığı” için benzin
istasyonuna uğramadan yola devam ettiler.
TBMM’nin önüne gelindiğinde alelacele getirilen benzin ilk otomobile konuldu.
İkinci otomobile benzin tam konulacaktı ki Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ön
koltuktaki yerini aldı.
100 metre kadar yol gidildikten sonra motor durdu.
Paşa
sordu: “Ne oldu?”
“Benzin
bitti!”
Olsun,
Paşa’yı diğer “Devrim”e bindirip Hipodrom’daki törene katılmasını sağladılar.
Bu
olay, otomobil yapılamadığını gösteren ve bu işten vazgeçilmesini gerektiren
önemli bir olay değildi.
Evet,
ne alâkası vardı?
Ama öyle olmadı. Emperyalizmin çığırtkanları hazır
bekliyorlardı. Ertesi gün hiçbir gazetede Cumhurbaşkanı’nın bir “Devrim”
otomobiliyle törene gittiği yazılmadı. Tek bir şey söyleniyordu: “Devrim ancak yüz metre gidebildi, bozuldu!”
O kadar çok alay edildi ve aleyhte öyle büyük bir baskı
oluşturuldu ki Devletin başında bir Tayyip Erdoğan olmadığı için, baştakiler bu
şer güçlere teslim oldular. Hâlbuki kendileri bir dikta yönetimiydi ve istedikleri
şekilde asıp kesiyorlardı.
Emperyalizm, bu kutlu teşebbüsü de doğmadan böylece boğmuş
oldu.
Kahramanlarımızı saygıyla anıyorum…
***
Nuri Demirağ, Vecihi Hürkuş, Şakir Zümre ve diğerleri…
Böyle değerler bir milletin hayatında binde bir çıkar.
Milletleri böyle değerler yüceltirler.
Ancak kıymetleri bilinmek ve sahip çıkılmak kaydıyla…
Şimdi Rabbimizin milletimize en son lütfu, Selçuk Bayraktar…
Emperyalizmin baş hedefinde olan isim… Düğmeye bastılar, içimizdeki maşaları havlamaya
başladı!
Allah’ın izniyle milletimiz de, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan da bu defa bu altından, elmastan ve emsali her türlü mücevherden daha
değerli olan millî varlığımızı asla emperyalizmin dişlerinin arasına teslim
etmeyecektir!
Yegâne endişem, hayatına kast edilmesidir. ASELSAN şehitlerimizi
unutmadık. Takdir Mevlâ’nın ama tedbir de O’nun emridir.