FELSEFESİNİ
çok sevmediğimizi söyleyemeyeceğimiz Endülüslü Muhittin, irfanik bir tespitinde
meâlen diyor ki, “Biz insanlar, bu âleme inmeden önce Allah'ın sonsuz hazinesinde
birer kutsal harf hâlindeydik”. Dediğimiz üzere, genel anlamda irfanî
felsefesine katılmadığımızı, ama bu pasajını benimsediğimizi de inkâr edemeyeceğimizi
not düşelim. Bu görüşü nedeniyle, adını zikrettiğimiz Muhittin üzerinden
başlatalım yazının ilk paragrafını. Ve mevzubahis içrek düşünceyi, bu âlemden
öteki âleme veya sondan başa doğru yürütelim istiyoruz.
Denildiğine göre öteki
âlemde “kutsal harfler” biçiminde olan insanlar, bu âlemde ise görüldüğü gibi
birer somut surette sürdürüyorlar varlıklarını. O hâlde bu durumda şunu
diyebilir miyiz? Kelime ve onlardan kurulu olan cümleler, insan boğazındaki ses
telleri ile ortaya çıkan titreşim yansımalarının dil, diş ve dudak bağlamında,
tıpkı bildiğimiz enstrümanların nota üreten perdeleri gibi kullanılması
neticesinde bir anlam ifade etmesinin hâlidir. Yani insanın konuşmalarının
bidayette hançeredeki çıkış noktasında birer sesten ibaret olduğunu mu demek
gerek? Evet, öyle! Peki, o hâlde harf nedir? Tabiî ki hançereden yükselen
titreşimlerin düzenlenmesi ile dudaktan dökülen sesin şekli...
Yani bu itibarla, “Her harf
bir başka sestir” denilebilir mi? Tabiî ki… Buradan hareketle “Endülüslü
Muhittin'in sözünü şöyle evirmemiz mümkün mü?” diye sorarsak evirebilir ve deriz
ki, “Hilkat öncesinde insanlar birer sesten ibarettiler”. Evet, bu da mümkün!
Zaten fizik de böyle demek istiyor konuyu izah ederken ve nazariyesini düşüyor: “Her
şey bir enerji titreşimidir.” Hiç de korkak değil fizik postülatlaşma
çizgisindeki bu teorisini ortaya korken tıpkı Muhittin gibi. Zira “İkisi de
aynı telden çalıyor” dense yalan olmaz.
Devamla, o hâlde ses, bir
enerji… Ve sesin ortaya çıkışı bir titreşimden ibaret; insan boğazındaki ses
tellerinin titreşiminden...
Burada duralım ve bir soru
daha soralım: Peki, ses tellerinin titreşiminin resmini çekmek mümkün mü? ,
Buna da cevabınız tabiî ki
“Evet!” olacaktır. Çünkü günümüz bilgisayar teknolojisi, insana sesin resmini,
daha doğrusu sesin grafiğini çeşitli programlar üzerinden kolayca verebiliyor.
Ne güzel! Buradan çıkartacağımız sonuç da şudur: Enerjinin fotoğrafı çekilebilir
ve resmi çizilebilir. Ya heykeli yapılabilir mi? Galiba…
Devam edelim: Tasavvuf
ekolleri, “Şeyhü’l-Ekber” (Büyük Şeyh) saydıkları Endülüslünün bu düşüncesinden
hareketle, varlık âlemi envanterinde bir de “söz kavmi” (ehl-i kelâm) olma
ihtimâlinin üzerinde durmakta. Sahi mi? Ve bu mümkün mü? Elbette! Yüce Halik’in
murad etmesi hâlinde, yaratılmışlar içerisinde, tıpkı “toprak ehli-insan, ateş
ehli-Şeytan ve cin, su veya sıvı ehli-Huri, nur ehli-melek” gibi, bir de “söz
ehli-kelâm” neden olmaya ki? Buradan hareketle, varlıklar âlemi envanterinde
pekâlâ bir de “söz âlemi” ve oranın sermayesi olarak bir “kelâmiyet”e işaret
edilebilir.
Kelâmi düşüncemizi
tefekkür defterine kaydedilmesi duasıyla konuyu devam ettirelim. Bu duraktaki
soru ise şu olsun: Kelâmiyet âleminin “halg-hulg” edilmesi (yaratılması) nasıl
olmuş (oluyor) acaba?
Bu soruya cevap ya da
mustra olarak, önümüzde “insaniyet âlemi”ni oluşturan “şahsiyet”in yaratılış
serüveni durmakta. Bu sebeple, meseleyi anlayabilmek için buraya/insana/bize/kendimize
bakmamız lazım. Bakalım o hâlde!
Bize öğretildiğine göre
ruhlar, “Kalu: Belâ” karşı cevabının verilmesinden bir an evvel, “Elest Bezmi”nde
var edildiler. Ve o adreste, “ruh adamlar” için bir “bekleme salonu” yaratıldı.
Ruh adamlar, “ruhlar âlemi” diye isimlendirilen söz konusu “salon”da misafir
edilecekleri “mülk âlemi”ne (dünya) indiriliş sırasını bekleme sürecine sokuldular.
Tabiî ki peyderpey ihraç edilerek…
Buraya, bir ara cümle
girelim ve “üst mânâda ve de makalenin yazılış nedeni” anlamında kısaca
soralım: Acaba nedir ruh? Elbette “insanın anlamı”… Yahut da “Üç boyutlu bir şekil/bir
nevi heykel olan insanoğluna mânâ katan bilgi-bilinç ifadesidir ruh” dense
yanlış olmaz. Sadece eksik olur!
Devam edelim… Bir üst
paragrafta izah edilen “ruh veya melekût âlemi”nin bekleme salonunun
raflarından alınan, ihraç sırası gelmiş olan ruh, Âdem Peygamber’den itibaren “Kün”
(“Ol!”) emriyle dünyevî yolculuğuna çıkartılmakta. Tabiî ki dünyanın neresine
gideceği, hangi ırktan olacağı, ebeveyninin kimliği, içine doğacağı
millet/devlet/ailenin adı ve adresi gibi birçok öz bilgileri de “özlük dosyası”na
yüklenmiş olarak yapılan bir yolculuktur sözünü ettiğimiz serüven.
Yol hazırlığı tamamlanmış
olan “ruh”un ruhlar âlemindeki ilk ölümü ile dünya âlemindeki ilk doğumu aynı
anda olmuyor. Arada bir başka âlem daha bulunmakta. Onun adı da “berzah âlemi”
olmalı. Ama değil. Çünkü “berzah”, beşerin daha sonraki bir başka evresini
tarifte kullanılmakta literatürdeki hâliyle. O hâlde mevzubahis “ara âlem”in de
adını biz koymuş olalım: “Proto-berzah”… Ya da “ön berzah”, “ilk berzah” da
diyebiliriz oradaki “köprü geçişi”ne.
İnsanoğlunun proto-berzahı
belli. Ona biyolojide “rahim” adı verilmekte. Veya “ana rahmi”… Burası bir
bakıma, mazrufla zarfın buluşma yeri gibi durmakta dünyaya geliş aralığında. Ya
da rahim, bu yolculukta bir şekillendirme veya “cer” atölyesi olarak karşımıza
çıkmakta. Yahut da “anlamı (ruhu) bedenle buluşturan, ‘öz/töz’ elbisesini diken
ve giydiren terzihane” de denilebilir. Mevzubahis, “terzihanenin ustası”… Ona
sonsuz kere şükran! Zira o, dokuz ay on gün sürecek bir zaman diliminde
mânâyı/ruhu, içine yerleştireceği elbiseyi/bedeni ilmik ilmik/hücre hücre
dokuma görevi verilmiş biri: “Ana”…
O ana ki, onu, içine
yerleşeceği aile, toplum ve ırka uyumlu hâle getirmek için ter dökmekte. Ne
özveri Ya Rabbi! Ve sürecin sonunda rengi ve biçimi belli olan beden, bir gün, Allah’ın
izni ve ananın gayretleriyle, içinde konuk edeceği ve kendisine anlam katan
“töz/öz”le bütünleşmiş olarak dünyanın kapısını çalar “Inga! Inga!” şeklindeki
kendi jargonunun ilk kelimesiyle…
Böylece “insaniyet âlemi”nin
bir bireyi daha, aralarında yer alacağı, başı sonu belli bir oluşumun
arasındaki yerini almış olur. Onun gelişiyle birlikte “ailevî bütünlük”
sağlanır; aile, yeni anlamıyla birlikte “toplumsal format”taki yerini alır.
Nokta!
Kün teknolojisi
Bahis mevzuu bu serüvende
dikkat çekmek istediğimiz bir husus var. Görüldüğü gibi Halik/Yaratıcı olan
Yüce Allah, “Kün” (“Ol!”) diyor ve murad edileni var ediyor. Lâkin bu süreç,
İlâhî plânda müddetsiz ve nedensiz bir şekilde “Kün fe yekün” ifadesiyle tarif
edilen olağanüstü bir devinim olarak karşımıza çıkmakta. Yani “Allah ‘Ol!’ dedi
ve oldu” kadarcık bir yaratmadan söz ediyoruz. Başkaca herhangi bir şartı şurtu
yok! Arası aracısı, kâğıdı küreği, nedeni sonucu olmayan “sıfır an”lık “halg”
olayıdır işaret etmek istediğimiz. “Ol!” dedi ve “oldu” kolaylığında bir “yoktan
var etme” ameliyesi… Doğrusu “ameliye” bile değil!
Fakat işin bu veçhesinde,
yani “dünya âlemi”nin aynasından bakınca durum bambaşka! İlâhî taraftaki gibi
değil. Metafiziğin bu yanında olay, bir dizi fiziksel devinim süreci olarak zaman
diliminde cereyan etmekte. Ya da “‘Kün hâdisesi’, hâdiseye aynanın arka
yüzünden şahit olan ‘seyirci insan’a dünya şartlarında gösterilmekte” denirse
daha doğru olur. “Kün” yüzündeki şartsızlığa rağmen, öte yanda sonuç için bir
neden/şart gerekmekte. İnsanın bina edilmesi, yapının bina edilmesiyle eşdeğer
bir şekilde “dünya fiziği” sebepsiz sonuca, malzemesiz ve ustasız binaya,
anasız babasız bebeğe izin vermemekte. Ve metafiziğin tek icap edeni olarak “Kün
teknolojisi” fiziğe yetmemekte ya da yetirilmemekte.
Bu noktada şunu söyleyelim
o hâlde: Yüce Halik, insanoğlunun yaratılışında veya “mânâ/ruh”un dünyaya
intikali sürecinde insanı da sürece dâhil ediyor. Bu “dâhiliyet” ameliyesinde bir
nevi göreceli ortaklıktan söz ediyoruz böyle derken. Hiç olmadığını
zannettiğimiz –ki gerçekte de öyledir- bir ortaklıktır bu: “Halk etme/yaratma
ortaklığı”… Esmaü’l-Hüsna’dan insana uzanan bir damar olarak “insanî
yaratıcılık” denilebilecek bu kanal, sadece “küçük insan”ın yaratılışında mı
cari acaba? Değil! Ya?
Var mı veya olabilir mi
insanoğlunun yaratılışı esnasında “omuz verdiği” bir başka kavim, mahlûkat, âlem
veya evren?
Virgül…
Kelimelerin efendisi
Aslında makaleyi yazmaya
karar verdiğimizde, başlığı da “İnsanoğlunun Var Edilişinde Emek Verdiği Kelâmiyet
Âleminin Efendisi: ‘Selâm’” koymuştuk. Sonra değiştirdik çok felsefî değil de
biraz daha popüler olsun diye. Ve sonuçta, “Selâm dünyalı, ben dostum!” repliği
ve onu besleyen alt başlık ortaya çıktı: “Selâmın Sinerjisi”…
Biliyorsunuz, bu cümle,
uzayı konu edinen fantastik filmlerin unutulmaz repliği olarak defaatle
kullanılan bir klişe. Hepimiz duymuşuzdur “Selâm dünyalı!” diye.
Hikâye malûm; gökten inen,
boyu 165 santimetre, ince vücudunun üzerinde irice bir baş bulunan, sinek
gözlü, kel ve parlak alüminyum kıyafetli bir “mahlûk”, o sırada ıssız bir
bölgede gezinmekte olan “İnsanoğulları kavmi”nden bir insanın karşısına âniden
çıkar. Tabiî ki pek korkar insanoğlu. Nasıl korkmasın? Ya kendisine zarar
verirse belindeki kemerde “ışın tabancası” olduğu besbelli olan “uzay şeytanı” sayılması
muhtemel bu mahlûk? Bizimki tam sırra kadem basmaya karar vermişken, bir çevik
çekirge gibi havaya sıçrayan “uzaylı yaratığın” tekrar önünde bitişiyle beraber
kilitlenir ilkel adam ve der ki, “Ben dostum!”.
Ancak o an karşısındaki
mahlûk, yengeç kollarının ucundaki kıskaçları andıran sağ elini havaya kaldırır
ve tam olarak (bir kez daha ve anlaşılır biçimde) bizim yazının başlığını
söyler: “Korkma, ben dostum dünyalı! Selâm!”
O an çözülür “dünyalı” yaratık.
Çünkü karşısındakinin bir “uzay şeytanı” değil de bir “kâinat meleği” olduğunu
anlamıştır. Bunu anlaması için bir tek kelime, yani replikteki “selâm” sözcüğü
yetmiştir. O an, gayriihtiyârî gülümser, öne doğru iki adım atar ve sağ elini
uzatır. Onun repliğinin (birincisi kadar ünlü olmasa da) yarattığı enerji de
aynıdır: “Ve aleykümselâm uzaylı kardeş! Ben de dostum…”
İşte budur selâmın sinerjisi! Onun için ilk koyduğumuz başlıktaki hâliyle selâm, “kelâmiyet âleminin efendisi”dir. Ya da “seyyidü’l-kelâm”…
Esenlikler yurdunun ilk sözü
Sözün burasında, yazının
orta mahallesine dönelim istiyorum. Eğer gözünüzden kaçmamışsa, hani “Virgül” diyerek
işaretlediğimiz kısma… Ne demiştik o bölümün son cümlesinde? “Var mı veya
olabilir mi insanoğlunun yaratılışı sırasında omuz verdiği bir başka âlem ve o
âlemin fertleri?”
Malûm-u âlîniz fakir, daha
önceki “Bizi Gidi Beyinsizler!” makalesinde izah etmeye çalıştığı gibi
“kolektif beyne” inanan biridir. Bu nedenle o yazıda beyne “beyin” dememiş,
kendi üzerimizden insanlığa “Beyinsizler!” deme densizliğini de göstermişti.
Yine söz konusu makaleden
yola çıkarak diyelim ki, “Her şey (madde ve mânâ, fiziksel ve sözel olan her
şey), İlahî plânda herhangi bir malzemeye ihtiyaç hissetmeden, nedensiz olarak
‘Kün’ hikmetinden halk edilmiş olmalı”. Ve yazının giriş bölümünde, “insan bebesi”nin
yaratılışının ilk hâli gibi, yani “sözün ruhu” olarak bir salonda beklemeye
alındı kanaatimizce.
“Sözün ruhu”nun serüveni
de beşerle beraber başladı. Hülâsa, kelâmiyet kavminin zâtı, Yüce Rahman’dan
sâdır oldu. “Kün” şeklinde ve söz olarak (Allah-u âlem) işte alın size Hz. Kün (Hz.
Âdem misali)!
Sonra “Künoğulları”nın
dünyaya inişine tanık oldu insanlar, beri dünyadaki “halg aynası”nın mucizevî
yüzünde.
Kanaatimiz o ki, “yaratılış”,
mülk âleminin fiziksel şartlarında ve aynı aşamalardan geçmekte. Hayata dâhil
olacak olan ister “beşeriyetin ferdi” olarak insan olsun, ister “kelâmiyetin
bireyi” olarak kelime, fark etmiyor; elle tutulur, gözle görülür olmak ya da
olmamak…
Hatırlayalım: “Bebek ya da
bedensel insan”ın dünyaya inişinde, evvelemirde ne gerekmişti? Tabiî ki iki
yetişkin insan! Yani anne ve baba… “Sözcüğün ya da söz insan”ın dünyaya
gelişinde de aynı şekilde iki insan gerekli. Fidelik olarak iki insan, “sözcük
bebesi ve sinerjisi” için… Sonra malzeme icap etmişti bebe için, değil mi?
“Malzeme ve dizayn” derken, ilmek ilmek dokunan organik hücrelerden söz
ediyoruz. Onun gibi, kelâm için de ses lazım olmakta. “O sesler ki, ‘hançere
terzihanesi’nden üretilen, resmedilirken harf kullanılan ‘fonetik hücreler’
gibidirler” dense yalan olmaz. Tabiî ki doğum için bir de rahim gerekli.
Aslında o da hazır. “Bebe kelâm” için rahim ise, hızın sınırsız olduğu “beyin”
olarak karşımıza çıkmakta.
Niye mi bu cümlede “hızın
sınırsız” olduğunun tespiti not edildi? Çünkü sözün, doğum için dokuz ay on gün
beklemeye tahammülü yok! Ya da şöyle izah edelim: Vücudun hızı içerisinde,
“dünya takvimi”nde doğum için gerekli olan hamilelik süresi, “beyin takvimi”nde
de aynı olmalı. Ancak dedik ya, “kelâm âlemi” burası; yani “mülk âlemi” değil;
bir başka katman, paralel evren… Tabiî ki bekleme süresi aynı, dokuz ay on gün…
İki âlemde algılama farklı farklı olacak.
O nedenle hızı sınırlı
insanoğlunun hızı sınırsız beyin ameliyesi/düşüncesi içerisinde dokuz ay on
günlük gebeliği, ışık hızının daha ötesinde bir süratle tamamlamakta. Ve
“gebelik yolu”, hançere ile önağız arası… Ve işlemin sonlanması, ağızdan çıkış!
Yani “kelâmî doğum”, ses tellerinden hareket ve dudaktan dökülüş... Sonra? “Kelâmî
bebe” buralara yabancı elbette. Bu nedenle doğar doğmaz kendi paralel evrenine
sıçramakta olduğunu duyumsamaktayız. Tabiî geride yalnızca sinerjisini bırakarak!
Tek başına yahut ailesiyle beraber cümle olarak kelime, ilk ve son sıçramasıyla
beraber “kelâmiyet âlemi”ne yeniden doğmakta. Artık onun yaşamı orada, kendi âleminde
ve belli bir sona kadar…
Sahi mi? Sahi ise peki
niye?
Onlarca kelime “doğura
doğura” “kalem”e aldığımız bu makalede, Endülüslü Muhittin’in “Biz, bidayette
İlâhî hazinenin harfleriydik” meâlindeki tespitinden hareketle varmak
istediğimiz noktaya oldukça yaklaşmış durumdayız. “Final” demeden, araya ufak
bir enstrüman daha koysak…
Hani derler ya “Çok yakın
bir gelecekte, eskiden işlenmiş cinayetleri dahi çözmek çocuk oyuncağı olacak”
diye, meselâ Koca Sultan Fatih’i zehirleyenin kim olduğunu, hem katilin
ağzından, hem de maktulün kendi sesinden işitip gerçeği öğreneceğiz. Nasıl mı?
Fizik kuralıdır, bilginlerin
bildirdiğine göre, “dünyada hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz”mış. “Bırakın
maddeyi, mânâ olarak enerjinin dahi yok olmasından söz edilemez” diyor fizikçi
abiler. “Sadece biçim değişikliği ile izah edilir bu gibi durumlar”. Bu cümlenin
“Yoktan var edilemez” kısmını, mahiyetini yazının başında izah ettiğimiz için
atlayalım. İkinci kısmındaki “Varken yok edilemez, ancak değişen biçimden söz
edilebilir” kısmını da minnacık bir rezerv koyarak tasdik edelim ve diyelim ki
bu bağlamda, “Elbette bir ‘fonetik enerji’ olarak ses de, seslerden oluşmuş
kelime de, kelimelerden yapılandırılan cümle ve anlatım da yok edilemez, yok
olmaz”.
Ya? Her Kelâm, mülk
uzayında dalga dalga yayılarak kendi paralel evrenine çekilir.
İşte bunun için iddia
sahipleri, “Gelecekte karanlık dosyalara saklanmış olan tüm çetrefilli
meseleler çözülebilecek” tezini sunmaktalar. Bu nedenle insanlık teknolojisi, sesten
daha hızlı uçan bir “kocakulak”la dünya evrenine çıkar ve daha önce söylenmiş
sözler ve yapılmış konuşmaların önüne geçebilirse, tüm “fonetik müktesebat”a
kulak verecek, dinleyecek.
O hâlde, makalede “Allah-u
âlem” teslimiyeti içerisinde izahına çalıştığımız sesin doğumu, sözün hayata
gelişi, sözel ifadenin kelâmiyet âlemine yolculuğu bunun için mi, yani mazideki
çetrefilli işler yapanın/edenin yanına kalmasın, bizzat orada hazır olanların
ağzından duyulsun diye mi?
Bu sorunun cevabı hem “Evet!”,
hem de “Hayır!”. İşin “Hayır”ı, insanoğlunun merakını gidermeye matuf bir iddia
ve varsayım… “Evet”ine gelince… İşte bütün mesele bu!
“İnsanoğlunun dünyaya doğurultuluşunun
gayesi, bir imtihandan geçmek; kendisine bahşedilen akıl/bilinç nimetini hangi
yönde kullandığını tespit içindir” diyen uzmanları çok dinledik. Ki haklı
söylemekteler. Ve yine onların teolojik kaynaklardan devşirerek dediklerine
göre, iş varıp “imtihan âlemi”nde içtima olarak dayanacak. Ve insanoğlu
sorgucunun karşısındaki yerini aldığında onlar, yani sorgucular, “amel defteri”nin
bilmem kaçıncı sayfasında kayıtlı olan yaşanmışlığı mülâkattaki insanın
kendisine hatırlattıktan sonra diyecekler ki, “Ey insan! Sen filan zamanda
şöyle şöyle demişsin, niye?”.
Büyük ihtimâlle bu itham
karşısında itirazını yükseltecek olan insanı doğrulayacak veya yalanlayacak
şahitler olmayacak mı? Neticede orası Mahkeme-i Kübra… Şahitsiz, ispatsız
suçlamak olmaz… İşte orada insanın karşısına çıkacak en doğrucu tanık, “kelâmiyet
âlemi”nde, doğumuna analık ettiği “fonetik evlâtları” olacaktır. Kişi bir
başkasına sövmüşse, sövgüsü çıkıp gelecek kendi âleminden ve anası-atası için
şahitlik yapacak galiba. Ve “Evet!” diyecek, “İşte o sövgü benim!”.
Karartmayalım içinizi.
Elbette “kelâmiyet âlemi”nde yaşamaları için beynimizi rahim, düşüncemizi
ebeveyn yaparak ağzımızdan doğurttuğumuz o kadar çok “hayırlı evlâdımız” vardır
ki… Ya da olmalıdır… Olmalı ki, onlar hep bir olup “Nasıl bilirsiniz?” sualine
“İyi bilirdik!” diyebilsinler. Ve tüm hakikatin ortalığa saçıldığı, hiçbir
şeyin gizli kapaklı kalmadığı o “sıfır noktası”nda insanın kurtuluş vesilesi
olsun…
Gelelim “Selâm” adlı “en
hayırlı fonetik evlâda”… O evlâdın ismi, “İslâm”dan köklendiği gibi, insanın
imtihanı kazanması durumunda kendisine ödül olarak verilecek olan “esenlikler yurdu”na
da ad olmuş. Orası neresi mi? “Darü’s-Selâm”… Yani bizatihî “Cennet”… Zaten adı
“Selâm” olan hayırlı “fonetik evlâtlar”, anne ve babalarını kendi mekânlarında
misafir etmek için bekleşiyor olmalılar şimdilerde. “Nerede?” mi dediniz? Tabiî
Darü’s-Selâm’da…
Unutulmaya ki, Darü’s-Selâm’da
kişinin bekleyeni ne kadar çok olursa, kişinin oraya intikali de o oranda hızlı
ve kat’î olur. O hâlde haydi tanıdık tanımadık herkese selâm vermeye!
Ve “Her şeyin doğrusunu
Alîm olan Allah bilir” diyerek hepinize “Selâmünaleyküm”!