Selâm söyleyin

Upuzun bir yol var yürünecek ve upuzun bir yol var yürünmüş olan. Rüya kadar karmaşık, hasret kadar sevecen, uzun ve düz olmayan bir yol… Başında seyisi ile bekleyen bir at; ama illâ ki beyaz illâ ki… Rahvan koşan… Hiç tazeliğini kaybetmeyen gönüller… Gözlerini kapayınca bilmem hangi pınarın kıyısındaki kaçamak konuşmaların hayâli ve şimdi de konuşamamanın dayanılmaz acısı… Bu bir hayat!

I

KUCAĞINDA hatıralar saklayan güneş yüzlü günlerim.../ Eksilmeyen mutluluğum.../ Azalmayan heyecanım.../ Masumlar ülkesi, güzelliklerin tahtı.../ Mevsimlerin canlandırdığı çocukluk yıllarım...
Yüzümü melekler okşar, yıldızlar gezinirdi saçlarımda. Gözlerim sevgiden buğulanmamış, ellerim nefretle hiç kalkmamıştı. Kendimi Hacer’in kollarındaki babamın en sevgilisi İsmail sanırdım. Tâ ki İshak gelip de çöle gidinceye dek… Dokunduğum yerden “Zemzem” fışkıracağını hayâl eder, bağlarda bahçelerde koşar, çığlıklar atar, sonra yankı yapan sesimden bazen haz alır, bazen de biri var diye korkardım. Çölde annesiz kalan İsmail gibi…

Yaz tatilinde okul hayâli; belki farkına varmadığım, belki de bilinçli olarak onunla nöbetçi kalmam, beraber oyunlar oynamak için… Okullar açıldığında “Ah bir tatil olsa!” diye beklediğim… Yukarı mahalledeki harmanlıklarda doyasıya saklambaç oynamak, belki de bir dere kenarında bir güzele bir demet “mayıs çiçeği” sunmak için… Dalına bir serçe kıvraklığı ile konarak hayâller kurduğum küçük bahçemizi düşünerek geçirdiğim yıllarım. Tarzan’ı duymadan daldan dala gezindiğim delikanlılık çağlarım… Yılda bir kez yarış yapma hakkına sahip olan genç kızların yayla yollarında at koştururken atlardan düştüklerini gördüğüm günlerim...

Öğretmenimin “Bugün hava çok güzel” fişini yazarkenki tereddütlerim... Bazen anlamazdım hava çok soğukken öğretmenimizin niçin “Bugün hava çok güzel” fişini yazdırmasını, şimdi de bazı olayları anlayamadığım gibi...

Bazı günler de çok korkardım. Özellikle dışarıda gök gürültülü, şimşekli ve yağmurlu bir hava varken… Ama nereden bilebilirdim ki kendi iç bünyemizde gök gürültülerinin hayat boyu devam edebileceğini? Nereden bilebilirdim sevmeye alışmış bir yüreğin sevgisiz yaşayacağını? Zamanın akışına rağmen hayatın durağanlaşacağını nereden bilebilirdim?

Ah o duvarda asılan harita ah! Karadeniz’i sanki diğer şehirlerin üzerine dökecekmiş gibi duran harita…

Sanki ben, dışarıda Karadeniz’in bazen sevgi, bazen de ıstırap dolu dalgalarının sesini duyar gibiydim. Hayatın bir dalga olduğunu ise yıllar sonra öğrensem de, ilk sinema filminde gördüğüm beyaz köpükler üzerinde uçuşan martıları hiç unutmadım. Denizin nasıl yerinde durduğuna bir türlü anlam veremez, Karadeniz’in sularının şehirlerin üzerine dökülmediğini anlayamazdım. Bir de, tazeliği o günkü gibi hâfızamda olan şu anıyı:

Öğretmenimiz bir arkadaşa sormuştu “Yeşilırmak hangi denize dökülür?” diye. Arkadaşım haritaya baktı ve “Akdeniz” dedi. Öğretmen “Nasıl olur?” deyince cevabı şöyleydi: “Öğretmenim, sular yokuşa doğru akmaz ki!”

Bu cevabı hiç unutmuyor ve o arkadaşımın şimdi Bursa’da bir lisenin idarecisi olduğunu hatırlayarak geçmişe dalıp dalıp gidiyorum. 

O yıllarda filanlardan falanların oğlu ya da kızı, soylu soplu temiz aile çocuklarıydık. Şimdi büyüdük. Büyük şehirlerde ismimizin yanında bir de “bay, bayan” gibi sıfatlar taşıyoruz. Belki başka sıfatlar da var sanki omuzlarımızda taşıdıklarımız azmış gibi. Ayrıca Türkiye haritasına parmağını kondurup “Şuralıyım” demek yerine birkaç yeri birden işaret etme zorunluluğu eklendi hayatımıza istemesek dahi.

Dedik ya, hayat bir dalgaymış bazen istemediğimiz noktalarda bizi sürükleyen, bazen de ummadığımız zamanlarda hayata sevecen baktırabilen.

Düşünüyorum da sahi, bizler nereliyiz? Artık hiçbir yerin yerlisi olmayan şehir sakinleri miyiz yoksa? Veya uçsuz bucaksız çölün küçük bir elemanı mıyız bazılarına göre önemli, bazılarının görmediği?

Adamakıllı bir çocukluk ya da gençlik yaşayamamış bizim neslin çocukluğu şuraya buraya serpilmiş küçük küçük anılardan öteye gidemiyor. Yine de içimize doğru “Cız!” diye iniveren, burun direklerimizi ince bir acıyla sızlatan memleketimiz, kara kuru çorak da olsa atayurdu toprağımız...

Aslında bunlar bir yana, hepimizin içinde büyük şehirlerin küllendirdiği, küller eşelenince cennet gibi parlayan, bazen durup iç yangınımızla uzun uzun düşündüğümüz, her şeyi bırakıp da çekip gitmek istediğimiz ama bir türlü ipleri koparıp gidemediğimiz orada, uzakta bir yer var! Bir okuyuşta ezberlediğimiz ama anlamını şimdilerde kavradığımız “Orada, bir köy var uzakta” şiirinde olduğu gibi… Damarlarımızda hissi, çocuk düşlerimiz ve anılarda yaşayan memleketlerimiz var. Belki çocuksu sevdâlarımız ve sevgililerimiz…

İçimizde yaşayan saf ve bir o kadar da deli dolu çocukluk günlerimiz, gece yarılarına kadar, açlığımıza rağmen eve girmek istemeyen “Deli Dumrul” gibi yaşantılarımız… Bazen de şehirden gelen misafirleri uğurlarken içimize çöreklenen şehir tutkusuyla yandığımız gençlik çağı ve yüreklerimize düşen cemrelerin yarattığı ilk heyecanlar; hele yüreğimizin bir de sahibi varsa...

Şimdi nerede ülkemin köyleri, kasabaları ve şehirleri? Doğup büyüdüğümüz, âşinâ olduğumuz cadde ve sokaklara hiç benzemeyen yabancı bir yerde, kalabalıklar içinde yapayalnız yaşıyoruz. Havasıyla, toprağıyla, insanıyla sürekli yabancı olduğumuzu hissettiren bu yeni yaşadığımız yerlerde eski ve âşinâ olduğumuz yaşamımızdaki alışkanlıklarımızı ararken, omzumuza çarpıp geçen insanlar arasında kalıyoruz. Bir yabancı gibi... Zaman zaman gideceği yeri olmayan bir yabancının yalnızlığı ve yurtsuzluğuna benzer şeyler yaşıyoruz. O şekilde yaşıyoruz ki oturduğumuz kattaki bir hastayı ziyaret edecek vaktimiz dahi olmuyor ve sonra da toplumdan dert yanıyoruz.
Biz çocuktuk, çocukluk yaptık. Büyülü bir limanda yaşadık. Çocukluk çağı, hayatımızın ilk yıllarını yansıtan bir liman gibidir. Bir gün bu limana büyüme gemisi gelir, binilir ve gidilir. Farkında mısınız bilmem, cennette oluşumuzu koruduğumuz yıllar genelde çocukluk dönemimize denk gelir. O yıllardaki rüyalarımız da bir başkaydı. Sahi, kaç yıl oluyor rüyalarınızda uçmayalı? Hatırlıyorum da, bir Ramazan gecesi “hac (‘hacet’ de denir) kapısını” gördüğümüzde yaşadığımız sevinci ertesi gün büyüklerimiz bizi dinleyerek yaşamış, “Bu çocukların yüzü suyu hürmetine yaşıyoruz” demişlerdi.

Büyüdükçe, ilgilerimiz farklılaştıkça, kalbimizden uzaklaştıkça ve kalbimizin üzeri örtüldükçe bu yitik cennetin farkına varırız. Büyümek bir kaderdir. Yalnız bu kadere bağlı, âdeta yan kadermiş gibi, o cenneti kaybetme durumu da vardır bu yolda. Bu yol da zaman zaman sürprizler hazırlar insana. Bazen kalbini heyecana salan bir sevgiliyi, bazen de sevgilisindeki kalbini kaybeder. Çok mutlu olduğu bir tatil ânında çocukluk arkadaşının ânî ölüm haberini alır. Bu, diğer ölümlerden farklıdır. Zira ölen, yıllardır görmese de sevgili bir arkadaştır, yaşıttır ve o çocukluktur. 

II

Rûhumun coğrafyasında, her yağmurdan sonra coşan köyümüzün çayı ve toprağın o eşsiz kokusu, anneannemin toprak evi, yeşilin tonları ile donanmış ve el değmemiş doğal güzellikler... Yaylada gezinmeler, saatlerce bir tepeden uzaktaki çam ormanlarını seyretmek, inekler, koyunlar, yaylanın beyaz fareleri, sabahları vaktinden önce uyandıran horozlar ve akabinde taze yumurtalı kahvaltı… Yoğurt ile öğle yemeği, bahçeden koparılmış kabak ve taze fasulye, ekmek arası helva, uzaktan bacaların eğri büğrü görülen dumanları, yazın sıcağıyla birleşen ahırların keskin kokusu, akşamın alacakaranlığında tarladan dönen köy kadınları, tüm köyü saran taze ekmek kokusu ve dahası…

Upuzun bir yol var yürünecek ve upuzun bir yol var yürünmüş olan. Rüya kadar karmaşık, hasret kadar sevecen, uzun ve düz olmayan bir yol… Başında seyisi ile bekleyen bir at; ama illâ ki beyaz illâ ki… Rahvan koşan… Hiç tazeliğini kaybetmeyen gönüller… Gözlerini kapayınca bilmem hangi pınarın kıyısındaki kaçamak konuşmaların hayâli ve şimdi de konuşamamanın dayanılmaz acısı… Bu bir hayat! Bilmem ki, neresinden almalı?
Doyamadığım çocukluğum, akıp giden gençliğim, tüm semâyı kaplayan duâ ve hayâllerim, sevgisini bir iplikle kutsanmış ağaç dallarına bağlayan genç kızlar, yüreğindeki sevgiyi gurbet gecelerinde olgunlaştıran delikanlılar, yüreğinde her zaman sevgiyi esas alan dostluklar, hüznü gözlerinden tanıdığım annem, gurbeti öğrendiğim babam, esâreti yüzünden okuduğum dedem, seferberlik günlerini dinlediğim ninem ve çok sevdiğim yüreğimdeki için… Gidersem eğer, çocukluğunuza selâm gönderir misiniz?