VAKİT epeyce ilerlemiş olmalıydı. Okuduğu Kur’ân-ı Kerim cüzünün son sayfasına gelememiş, göz kapakları ağırlaşmış, yakın gözlüğünün arkasından dahi harfleri seçemez olmuştu.
Yanı başındaki duvarda asılı takvimden o günün yaprağını koparıp kaldığı sayfanın arasına koydu. Gözlüklerini çıkarıp Mushaf ile birlikte yatağının başucundaki ahşap masaya bıraktı. Nasırlı ellerini açıp ebediyete göçmüş yakınlarını bir bir aklından geçirerek onlar ve kendisi için dua etti.
İhtiyarladıkça duygusallaşmıştı, yine öyle oldu, gözleri buğulandı. Pencerenin diğer kenarındaki sedire açtığı yatağına gitmeden önce ışığı kapayıp pencerenin perdesini bir kenara sıyırdı. Geceleri yatarken perdeyi açmak âdetiydi. Bu nedenle saat kurmaya gerek duymaz, tan yerinin alacakaranlığı, onun uyanması için yeterli olurdu.
Bir müddet gökyüzündeki aya, yıldızlara ve gecenin sessizliğini bozan cırcır böceklerinin gizemli seslerine kulak verdi. Kendi kendine, “Hava yarın yağmurlu olacak, hayrolsun” dedi. Yıldızların azlığını, sönüklüğünü ve gecenin puslu siyahını buna delil olarak görürdü.
Ahmet amca, son yıllarda iyice içine dönmüş ve sessizleşmişti. Onun için bütün günler aynileşmiş, Cuma günü dışında başka bir günü artık takip etmez olmuştu. Hayatında varlığıyla yokluğu çok da belli olmayan hanımı bu sefer arayı iyice açmış, her geçen yıl eve daha az uğrar olmuştu. Hanımı ile evlendikleri ilk günlerden beri ayrı dünyaların insanları oldukları o kadar belliydi ki, buna rağmen geçen yıllar içinde üç çocuk sahibi olmuşlar, çocukların telaşı hayat telaşına karışınca bu mesafenin uzaklığını unutmuşlardı.
Çocuklar evlenip yuvadan uçunca, aynı cinsten olmayan kuşların birlikte uçmasının zorluğu gibi, onlara da birlikte yaşamanın güçlüğü tebelleş olmuştu. Yakınları kimi zaman ona, “Boşansan da yeni bir hanım mı alsan?” derlerdi. O ise, “Biz emaneti yarı yolda bırakmak için almadık. Hem bu eşyamı ki modası geçtikçe değiştirelim? Biz olana razı olmayı ve ağır aksak da olsa onunla yol alınmasının gerekliliğini öğrendik” derdi.
Hanımı ise bu uyumsuzluğu her seferinde çocuklarının yanına gidip onlarla yaşamayı tercih ederek kendince bir çözüme kavuşturma yoluna giderdi. Bütün kışı çocuklarının yanında geçirir, havalar ısınınca köye şöyle bir uğrar, birkaç hafta eşi dostu ziyaret ettikten sonra tekrar çocuklarının yanına dönerdi. Ahmet amca ise her gelişinde ağır bir misafiri karşılar gibi ona izzet-i ikramda kusur etmez, her türlü hizmetini görmesine rağmen bir türlü kalan ömürlerini aynı çatı altında geçirmek için onu ikna edemezdi. Bu nedenle son yıllarda hep yalnızdı. Varlığı ile yokluğu çok da belli olmayan eşinin, evden uzaklaşmaları ona yalnızlığını daha çok hissettiriyordu. İçten içe bazı şeyler için derin bir vicdan azabı ve suçluluk hissettiği zamanlar da olmuyor değildi. Kimi zaman bu duyguların yerini ise öfke kaplıyordu. Zor olmasına rağmen yalnız yaşamaya iyiden iyiye alışmış, artık karısının kalması için ısrar etmez olmuştu.
Çocukları ise ekseriyetle anneleri gelince bir araya toplanırdı. Birkaç günün sonunda herkes kendi işinin başına ve yaşadıkları şehirlere gitmiş olurdu.
***
Ahmet amca, gençliğinde çocuklara ve gençlere Kur’ân okumayı öğretmiş, köyde cami hocasının olmadığı zamanlarda namazları o kıldırmış münevver bir adamdı. Hanımın gidişiyle aile meclislerinden uzaklaşmış, yaşamı münzevi bir hayata dönüşmüştü. Küçük yerlerde insanlar birbirinin hayatına gerekli gereksiz müdahale ederdi. Onun hayatı ve evliliği ile ilgili de ileri geri konuşulan bazı sözler kulağına kadar gelse de pek aldırış etmezdi. Özellikle uzaktan akrabası da olan Naim amca onu çekiştirmeyi pek sever, arkasından alaya alıcı sözler söylemeyi bir maharet kabul ederdi.
Gençliklerinde yan yana olan bağlarının sulanması konusunda çıkan tartışmaları bir türlü unutmamış, kinci karakteri nedeniyle onu kendisine ezelî düşman bellemişti Naim amca. Kiminle bir araya gelse, Ahmet amcayla ilgili birkaç laf etmeden duramaz, söylediği şeylerin onaylamasını beklerdi. Herkesi tahakkümü altına almaya çalışır, kimi zaman onunla ilgili “İyi huylu bir adam olsa karısı yanında dururdu” der, bazen de hızını alamaz ve çocuklarıyla ilgili olur olmaz konuşurdu. Bu husumete anlam veremeyenler aksini ispatlamaya çalışsalar da kimseyi dinlemezdi. “O sizin bildiğiniz gibi bir adam değil” derdi. En çok da köyün içinde, dere boyunda gözü gibi baktığı ağaçlar ve yaptığı işler için ileri geri konuşur, boş işlerin adamı olduğunu ileri sürer, bu görüşünü diğerlerinin de tasdik etmesi için adeta dayatırdı.
Ahmet amca duyduklarına ve söylenenlere aldırış etmez, herkesle ilişkisini belli bir sınırda tutmaya çalışırdı. Sabah namazını kıldıktan sonra seher vakti Kayı bağındaki bahçesini sulamaya gider, herkesin bağına gitmek için yola düştüğü kuşluk vakitlerinde o çoktan işini bitirmiş, geri dönüş yolunu tutmuş olurdu. Su sırası nedeniyle kimseyle münakaşa etmek istemez, adeta çalıya dolaşmak istemeyen kimsenin çalının etrafından dolaşması gibi bir tutum sergilerdi. Bağdan getirdiği meyveleri ise sokakta oynayan çocuklara dağıta dağıta evin yolunu tutardı.
***
Köy, ortasından geçen derenin iki yakasına kuruluydu. Köyün alt kısmındaki bahçeler bu derenin suyuyla sulanırdı. Derenin suyu kışın sıcak, yaz mevsiminde soğuk akardı. Bahar aylarında dağdaki karların erimesiyle coşardı. Dere boyundaki ağaçlar, sur gibi, köye güzel bir görüntü verirdi. Bu ağaçları Ahmet amca dikmişti. Diplerinin kazılması, budanması ve sulamasını dereden çevirdiği arklarla yapardı. Köyün ortak alanlarının bakımını kendi üstüne vazife edinmişti.
Yol boyu hayvan girip zarar vermemesi için tellerle çevrili bu ağaçlık bölgenin çitlerini de o tamir ederdi. Çoğu kişinin pek anlam veremediği bu sahiplenme ve uğraş herkese garip gelirdi. Köye yakın yamaçlarda kendi kendine büyüyen ağaçların diplerini kazar, yağmur sularının birikmesi için çukurlar açar, köye yakın mesafede olanları kendi taşıdığı sularla sulardı. Bu ağaçlar sanki onun çoluk çocuğu olmuştu. Onlarla konuşur, saatlerce diplerinde oturarak vakit geçirir, vakit namazlarını çoğunlukla bu ağaçların altında kılardı.
Çoğuna tuhaf gelen Ahmet amcanın bu hâline yine en çok Naim amca laf ederdi. “Meczup mudur nedir, boş avare adam işi!” der, yaptıklarına her fırsatta bir kulp takardı.
***
Ahmet amca doğaya, ağaca tutkun bir adamdı. Ağaçları yeryüzünün süsü ve ziyneti olarak görür, Peygamber Efendimizin “Kıyametin kopacağını bilseniz dahi elinizdeki fidanı dikin” hadisini kendine kılavuz edinirdi. Her bir ağacın, dalın ve çiçeğin Allah’ın zikriyle meşgul olduğunu öğrendiği günden beri sanki kendisine bir zikir meclisi kurmayı hedeflemişti.
Evinin önündeki çardakta bulunan asması, bir evin alanı kadar büyüktü. Çardağın etrafında ise plastik kutu ve tenekelerde dikili renk renk sardunyalar, küpe çiçeği, hanım ellerinin rayihası hem gözlere, hem de ruha iyi gelen huzurlu bir ortamdı. Ahşap masası ve sandalyeleri, bir kenarda duran tüpü ve çaydanlığı, yukarıdan sarkan yeşil ve siyah üzümleriyle dışarıdan bakan herkesi gıpta ettirirdi. Bütün bir baharı ve yazı bu çardağın altında geçirir Ahmet amca, sadece yatmak için evine çekilirdi. Çiçeklerine gözü gibi bakar, bir kap yemeğini pişirir, çamaşırlarını kendi yıkardı. Bütün bu işleri o çardağın altında görür, sık sık radyosundan çalan türkülere şayet o gün keyfi yerindeyse mırıldanarak eşlik ederdi.
***
Ahmet amca, o gece ertesi günün yağmurlu olacağına dair bir tahminde bulunsa da günlük güneşlik bir sabaha gözlerini açmıştı. Fakat öğleden sonra hava bozmuş, şiddetli gök gürültüleriyle ortalık kararmıştı. Kulakları çınlatan, insanın yüreğini yerinden hoplatan gök gürültüsü ise kıyameti hatırlatıyordu. Hava karabulutların arasından çakan şimşekle bir süre aydınlanıp sonra tekrar kararıyordu. Köylüler bu gürültülerin dehşetinden ve yıldırım düşeceği endişesinden evlerine çekildiler. Bütün bu yaşananlar çok şiddetli bir yağmurun geleceğinin haberciydi.
Fakat çakan şimşeklerin tüm gürültüsüyle devam ettiği esnada, köye yağmurdan önce sarı, çamur renginde devasa bir sel, dalgalar hâlinde geldi. Sel, bütün haşmetiyle önüne ne aldıysa kapıp büyük bir öfke gibi dere yatağından taşa taşa bütün köyü moloz ve çamura buladı. Hemen akabinde ise, kesilen gök gürültüsünün ardından beklenen şiddetli yağmur köye yağmaya başlamıştı. Yağmurun başlamasıyla gökyüzü bütün öfkesini boşaltmış gibi havadaki gerilim azalmış, yerini sağanak hâlinde yağan yağmura bırakmıştı.
Köyde herkes afallamış hâlde olup biteni evlerinin camlarından izliyordu. Yağmurun başlamasından önce gelen bu sel herkesi şaşkına çevirmişti. Dağa yağan kuvvetli yağış sele dönüşmüş, dağın hemen dibinde kurulu olan köye bütün hızıyla, yağmur bulutlarından önce ulaşmıştı.
Bir saate yakın süren yağmur sonrası ortaya çıkan görüntü inanılır gibi değildi. Sel, dağda çer çöp, ağaç kökü, ne bulduysa önüne katıp getirmişti. Köyün içi çamurla karışık moloz yığınına dönüşmüştü. En üzücü olanı ise, dağda otlamakta olan koyun sürelerini de önüne katıp getirmesiydi. Köyün içindeki dere kenarları, su yutmaktan şişmiş koyun cesetleriyle dolmuştu. Kimileri Ahmet amcanın yıllarca binbir emekle gözü gibi bakıp büyüttüğü ağaçların gövdelerine takılırken, canlı kalabilenler canhıraş şekilde meleşiyorlardı.
Yağmurun durmasıyla herkes sokaklara dökülmüş, canlı kalan koyunları kurtarmanın telaşına düşmüştü. Bir süre sonra koyunların kulaklarındaki nişanlardan, sürünün Naim amcaya ait olduğunun anlaşılması uzun sürmedi. Köylüler bir taraftan canlı kalan koyunları kurtarmak için yoğun bir mücadele verirken, diğer taraftan kendi aralarında konuşuyorlardı: “Allah razı olsun Ahmet amcadan, onun diktiği bu ağaçlar olmasaydı, belki de evimizden barkımızdan, çoluk çocuğumuzdan olacaktık.”
Bu can pazarında Ahmet amcayla göz göze gelen Naim amcanın bakışlarından ise minnet ve pişmanlık okunuyordu…