
İLK 1978’in
Eylül’ünde geldim Ankara’ya. Ondan sonra fakülte hayatı başladı ve tam 6 yıl
sürdü. Önce Cebeci’de bir öğrenci yurdunda kaldım. Sonra Demetevler’de, 9 ve
7’nci caddelerdeki öğrenci evlerinde oturdum.
Bir
yıl kadar Şentepe Seyrani’de dört arkadaş bir evi paylaştık. Ve nihâyet
Altındağ’da, karakol yakınında bir gecekonduda geçti tamı tamına 4 yılımız! Gençliğimizin
en güzel günleri olarak... Hani bir şarkının girişinde “O Memo, macera dolu
Amerika” diyor ya, onun gibi macera dolu bir gençlik…
O
dönemin Ankara’sından aklımda kalanlar şehircilik açısından pek parlak değil.
12 Eylül 1980 öncesinde şehir ideolojik görüşler arasında âdeta pay edilmişti.
Herkes başkasının bölgesine “Lâ havle” çekerek giriyordu.
Ankara’daki
ilk altı ayım Cebeci’de, Siyasal Bilgiler Fakültesi yakınında bulunan bir özel
yurtta geçti. Haydi yurdun adını da vereyim: Cebeci Millî Gençlik Vakfı Yurdu… Cebeci-Beşevler
arasında demir korkuluklarla çevrilmiş tercihli otobüs yolu vardı. Taşradan
gelmişiz ve her gün sabah akşam bu yolda seyr-ü seferde, tabiî sürekli grup
olarak hareket ediyoruz.
79’un
kışı çok şiddetli geçiyordu. Bazen yurdun kaloriferleri yanmazdı. Böyle
gecelerde birkaç kat battaniyeye bürünerek uyurduk. Sabah uyandığımızda odanın
ortasındaki masa üzerinde duran bardağın içindeki suyun donduğuna şâhit
olurdum. Sabahları belediye otobüsü beklerken ayaklarımız donardı. O zamanlar
şimdiki gibi tek başınıza binemiyorsunuz otobüse. Özellikle üniversite
öğrencileri için durum biraz daha vahim. Her an karşıt görüşlü birileri ile göz
göze gelip kapışma tehlikesi var.
Cebeci’den
Demetevler’e taşındığımızda bizim için ulaşım zorluğu da başladı. Artık
fakülteye eskisi gibi tek otobüsle gidemiyor, önce Ulus’a, oradan da Beşevler’e
gidebiliyorduk. Bu durum özellikle sabah saatlerinde canımızdan bezmemize neden
oluyordu. Genç olmamıza rağmen ayakta yapılan uzun ve sıkışık yolculuklardan
ötürü belimiz kırılıyordu. Ayrıca otobüs masrafımız ikiye katlanmıştı. Çünkü
Demetevler-Beşevler arası iki otobüs ile gidilebiliyordu.
Demetevler’de
bir öğrenci evinde otururken oldu 12 Eylül Darbesi. Güvenlik bakımından biraz
rahatlamıştık. Yani sokak hâkimiyeti kavgaları güvenliği bakımından… Lâkin bu
defa da eğitim güvenliğimiz kalmamıştı. Çünkü Kenan Evren bizim okulun yanına
yeni inşâ edilen konservatuvarın açılışına geldiğinde bizim kızları görüyor
başları kapalı kapalı, soruyor “Bunlar bu okulun öğrencisi mi?” diye. Diyorlar ki,
“Hayır, yandaki ilâhiyatın öğrencileri!”. Tabiî “eşeğin aklına karpuz kabuğu
düşüyor” ve hemen ertesi gün başörtüsü yasağı problemi baş gösteriyor.
Şentepe’ye
taşındığımızda okula gitmemiz abartısız tam iki saati bulmaya başladı. Sabah
saat 07:00’da evden çıkar çıkmaz otobüse binememişsek derse yetişmemiz imkânsızdı.
Eğer şansımız yaver gitmiş, ilk otobüse binebilmişsek saat 09:10’da, iki saat
on dakikalık bir yolculuktan sonra gecikmeli olarak derse yetişebiliyorduk.
O
günlerde, hiç unutamadığımız bir hâdise oldu. Bir gün ev arkadaşlarımızdan biri
eve mutat zamanda gelmedi. 12 Eylül sonrası kayıpların olduğu dönem… Bizi bir
endişe aldı. Her tarafta arkadaşı arıyoruz ama sanki yer yarıldı, yerin içine
girdi. Gece yarısı oldu, bizim arkadaş hâlâ ortada yok. Çıldıracağız meraktan
ama elimizden bir şey de gelmiyor. Tabiî o dönemde polise de gitmeyi
bilmiyoruz. Evde çâresiz oturduk, bekliyoruz üç arkadaş…
Neyse,
sabaha karşı arkadaş geldi. Biz büyük bir merak ile soruyoruz “Ne oldu?” diye.
Diyor ki, “Başıma bir hâl geldi. Tam son durakta indim, eve gelecektim, baktım
ki polisler bir genci ite kaka ekip arabasına bindiriyor. Ben de, basın kartım
var ya, onu gösterip sordum ‘Ne oldu, nereye götürüyorsunuz?’ diye. Beni de
attılar arabaya, başladılar sormaya ‘Kimsin, necisin, neden bize müdahale
etmeye kalktın?’… Neyse, benim zararsız biri olduğumu anladılar ama sabaha
kadar ekip arabasında gezdirdiler. Biraz aklım başıma gelsin diye”. Şimdi bu
arkadaş, bir profesör!
Altındağ’a
taşındığımızda, Dışkapı’ya kadar yürüdüğümüzden, tek vâsıta ile yarım saatte
fakülteye gidebiliyorduk. Bu bizim için iyi bir imkândı.
Öğrencilik
yıllarında Dışkapı-Farabi arasında çalışan elektrikli troleybüsler çok hoşuma
giderdi. Zaman zaman hafta sonları gezme saiki ile bu troleybüslere biner, bir
tur attıktan sonra tekrar Dışkapı’ya dönerdim.
Altındağ’a
taşındığımda artık güvenlik problemi iyice sona ermişti. Bu nedenle geceleri, özellikle
saat 00:00’dan sonra arkadaşlarla sık sık Kızılay’a kadar yürür ve gerisin geri
eve dönerdik. Bu yürüyüşlerimiz özellikle kış gecelerinde çok egzotik bir
yolculuk hâlini alırdı. Çünkü bu yıllarda Ankara’da anlatılması zor bir hava kirliliği
vardı. Dışkapı’dan Ulus’a doğru yürürken sis yüzünden sokak lâmbaları tıpkı
korku filmlerindeki gibi bir görünüm arz ederdi. Üç dört saat süren yürüyüşten
geri döndüğümüzde, burnumuzdan simsiyah kurum gelirdi.
Hangi
yıl olduğunu hatırlamıyorum ama bir de Kızılay’ın çöp yığınları ile dolu olduğu
bir dönem geçirdik. İşçiler greve gitmiş ve bir iki ay çöpler toplanmamıştı.
Şehirde salgın hastalık tehlikesi bile baş göstermişti.
O
dönemden yeşillik adına tek hatırladığım; Gençlik Parkı, Kuğulu Park, Botanik
Parkı ve Çiftlik’tir. Ankara, bozkırın ortasına kurulmuş kıraç bir şehirdi
sanki. Zaten şehrin suyu yetmiyordu. Şentepe’de oturduğum yıl, haftada sadece
bir gün suyumuz gelirdi. Ne kadar kap kacak varsa su ile doldurur, bir hafta
kullanırdık.
CHP’li belediye başkanları dönemlerinde Ankara’nın temel vasıfları; hava kirliliği, ulaşım zorluğu, su kıtlığı, betonlaşma, gecekondulaşma, yeşilsizlik ve camisizlikti. Özal ile birlikte şehrin talihi değişmiş, yeni bir istikamete doğru evrilmeye başlamıştı ki ben fakülteyi bitirdiğim için Ankara’dan ayrıldım. Ama bir kere Ankara kaderimize girmişti. Bu şehre 1992 Temmuz’unda tekrar döndüm…