Sekiz saat deneyi

Philadelphia gerçekten ilginç bir yer. Koca geminin gözden kaybolduğu yerde Kemalciğim sekiz saatliğine sırra kadem basmış, çok mu?

İLK yalanı söyledikten sonra/ Bir daha konuşmamalı insan. (Oğuz Atay)

***

Pek Muhterem Kari,

Peşimdeki izci köpekleri ve atlı muhafızlardan kurtulmak için atladığım nehirde kendimi bıraktığım ışıltılı ve şırıltılı tünelde son hatırladığım, huzurlu bir uyuşma ve bayılma hissi idi. 

O tünelde kaç saat sürüklendim, peşimdekileri ne kadar geride bıraktım, ciğerlerime oksijen yerine ne kadar su, ne kadar köpük ve ne kadar yakamoz doldu, bilmiyorum. Öksüre öksüre şuurumun yerine gelmeye başladığı nehrin bir koyağında gözlerimi açtım. Hâlâ yaşıyor olmam inandırıcı gelmedi önce, lâkin kollarımda, bacaklarımda ve gövdemdeki çizikler, kesikler, yara ve berelerin sızısı ancak inandırabildi hâlen hayatta olduğuma beni.

Her tarafım ağrıyor, üşüyor ve soğuktan yer yer uyuşuyordu. Öksürdükçe ciğerlerimden yuttuğum sular, köpükler ve yakamozlar fışkırıyordu.

Nehrin keskin bir kavisle dönmeye karar verdiği bu koyağında belki yüz yıllık bir ağacın suya doğru uzanmış köklerinden birisi yakalamış beni: Ormanın eli…

Şuurum, gücüm ve nefesim -pek de acele etmeden- yerine geldikten sonra ancak görmeye başladım tepelerden aşıp, artık yapraklarını dökmüş ve ihtiyar bir adamın kuru elleri gibi gökyüzüne yükselen ağaçların arasından süzülüp gelen güneşin ilk ışıklarını. Sabah oluyordu. Yankı yankı büyüyen ve üzerime doğru gelen köpek havlamalarını duymuyor olmak acılarımı dindiriyor bir nebze.

Köprüden kendimi suya bıraktığımda gün batmak üzereydi, hatırlıyorum. Bu kadim ağacın köklerinin arasında ne kadar kalmış olduğumdan emin değilim. Bir gece mi sadece, yoksa daha fazla mı?

Gün ışığını yeniden görmek hem bedenimi, hem de içimi ısıtıyor. Nerede olduğumu ve ne yöne gitmem gerektiğini kestirmeye çalışıyorum. Sefine batıda bir yerlerde beni bekliyor olmalı.

Nehrin batı yakasına geçerek nehir boyunca ilerlemeye başlıyorum. Batıya doğru gidebileceğim bir keçi yolu arıyorum, zira sık çalılarla kaplı ormanın içine herhangi bir yerden dalmak hiç de akıllıca bir fikir değil.

Yaklaşık yarım saatlik çetin ve yorucu yürüyüşün ardından yabanıl hayvanlar ya da avcılar tarafından kullanılan bir patika buluyorum. Güneşi ardıma alıp, Yaradan’a sığınıp ormana dalıyorum. Sefinemiz, ne kadar süreceğini bilmediğim bu yürüyüşün sonunda karşıma çıkacak bir başka ırmağın kıyısına yakın bir yerlerde. Umarım bulabilirim ve dahası, umarım bıraktığım gibi bulabilirim.

Yer yer daralan, genişleyen, dikleşen, kimi zaman toprağa, kimi zaman kayaya, kimi zaman çimene dönüşen, kıvrıla kıvrıla kendi hâlinde ilerleyen bu patikada yürürken, patikaya doğru uzanan dallar, çalılar, dikenler vücuduma yeni çizikler atıyor. Canımın acıdığını bile hissetmiyorum artık.

Sefineyi bulamama endişesi acı, açlık, üşüme, yorgunluk gibi tüm bedenî hislerimi perdelemiş adeta. Sadece yürümek istiyorum. Batıya doğru, o nehri bulana kadar yürümek.

Patika boyunca bu ıssız ormanın içerisinde yürürken ağaçların kendi aralarında konuştuklarını, ortalarından geçip giden bu gizemli yabancı hakkında fısıldaştıklarını hissediyor, hatta duyabiliyorum. Bu fısıltıları zaman zaman yakınlardan geçen yaban hayvanlarının ayak sesleri, homurtuları, bağrışmaları, bu arada kırdıkları dallardan gelen çıtırtılar bozuyor.

Perdelenmiş olan bir hissimin daha farkına varıyorum bu arada: Korku!

Öğleye doğru patika beni bir tepenin yamacına kadar çıkarıyor. Bu tepenin en üst noktasında soluklanmak için bir kayaya oturduğumda, buradan kaç kilometre olduğunu kestiremediğim, epeyce ileride, mavi, bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerleyen, ağaçların arasında kaybolup tekrar ortaya çıkan aradığım nehri görebiliyorum. İçime ümitle karışık ılık bir huzur hissi akıyor. Görünen nehrin uzağı olmaz ne de olsa.

Patika boyunca tepeden aşağı inmeye başladığımda benimle beraber güneş de bu mevsimde yükselebileceği en üst noktadan inmeye koyuluyor. Güneş batmadan nehre ulaşmam gerektiğini biliyorum.

İniş yolunda tüm vücudumda üşüme ve titreme hissetmeye ve de soğuk soğuk terlemeye başlıyorum. Hasta olmanın sırası değil. Biraz daha dayanmak zorundayım.

Bu ıssız ormanda, tek başıma ve ciddî bir hastalık arefesinde ne kadar zayıf, ne kadar aciz olduğumu fark ediyorum. O’na sığınıyorum. Aklıma Secde Sûresi’nin beşinci ayeti geliyor: “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin saydıklarınıza göre bin yıl tutan bir günde O'nun nezdine çıkar.”

Teslimiyet ve tevekkülle ama titreyerek yürümeye devam ediyorum.

***

Muhterem Dostlar,

Bugünkü zaman yolculuğumuzda sizleri 22 Temmuz 1943 sabahına davet ediyorum. Gideceğimiz yer ise ABD’nin Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia Limanı. Nişangâhlarımızı ayarlıyoruz, kontrollerimizi yapıyoruz. Düğmeye basıyoruz. Kasnaklar dönmeye başlıyor. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv… Haydi hayırlı yolculuklar!

Long Beach adasını da yukarıdan gören Stafford tepesindeyiz. Açıkta hayâl meyâl görünen bir destroyer gemisi var. Bulunduğumuz noktadan -elbette- burnunda yazan ismi görünmese de biz biliyoruz: USS Eldridge.

Sabahın erken bir saati olmasına rağmen hava gayet güzel, mevsim normallerinde. Hafif hafif esmekte olan rüzgâr çiçek ve çimen kokuları getiriyor buram buram. Deniz çarşaf gibi.

Birazdan tarihin en sıra dışı, en garip deneylerinden birisine şahitlik edeceğiz dostlar.

İkinci Dünya Savaşı plânları yapmakta olan ABD, 1930’lu yıllarda başkanlığını Nikola Tesla’nın yaptığı bilim adamlarından oluşan bir ekip kurmuş, savaş gemilerinin düşman radarlarına yakalanmaması için oldukça gizli bir proje başlatmıştı.

On yılı bulan bu derin bilimsel çalışmaların sonunda gizlilikle yürütülen “Gökkuşağı (Rainbow) Projesi” kapsamında ilk deney işte bugün gerçekleştirecekti. 

USS Eldridge, jeneratörler, vericiler, güç yükselticiler, modülasyon devreleri ve elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak araç gereci içeren tonlarca ekipmanla donatılmıştı ve deneye hazırdı. Proje o kadar gizliydi ki gemide bulunan personelin dahi bu deneyden haberleri yoktu.

Saat 09.00’u gösterdiğinde nefesimi tutuyorum. Elektromanyetik alan jeneratörleri aktifleştiriliyor. Bulunduğum tepeden bile yerin titrediğini ve derinlerden bir uğultu geldiğini duyabiliyorum. Bu uğultu bana 17 Ağustos gecesini hatırlatıyor, ürperiyorum. 

USS Eldridge’nin etrafını yeşil bir duman kaplamaya başlıyor ve birkaç dakika içerisinde dumanlar o kadar yoğunlaşıyor ki gemiyi görmek mümkün olmuyor.

Havadaki dumanlar dağıldığında gözlerime inanamıyorum. Deney, gemilerin radarlara görünmemesi üzerine plânlanmıştı lâkin beklenenden daha başarılı bir sonuç elde edilmişti. Gemi tamamen görünmez olmuştu. Üstelik içinde bulunan mürettebatıyla birlikte.

İnanılır gibi değil!

Aslında proje belli bir olgunluk seviyesine ulaştığında ve takvimler 1936’yı gösterdiğinde Nikola Tesla böyle bir deneyin insansız bir gemi üzerinde yapılması gerektiğini söylemiş, ancak yetkililer -kahrolası federaller- deneyin insanlı olarak yapılmasında ısrar etmişlerdi. Bu ısrar üzerine Tesla projedeki görevinden ayrılmış, yerine Macaristan asıllı Dr. John von Neumann getirilmişti. Hatta bu ekipte -bir süreliğine- Nazi Almanya’sından kaçıp ABD’ye sığınan Albert Einstein de yer almıştı. Bu deneyin temelini de Einstein’in “Birleşik Alan Teorisi” oluşturduğu düşünülmektedir.

Gözlerimin önünde kaybolan geminin içerisinde mürettebatın da bulunuyor olduğunu bilmek, tüylerimi diken diken ediyor.

Titreşimler ve o uğursuz uğultu kesiliyor. Gemi tamamen kaybolmuş durumda. Çevremdeki tabiatın bile derin bir sessizliğe büründüğü yaklaşık on beş dakika sonrasında aynı titreşim ve uğultuyu yeniden hissetmeye başlıyorum.

Yeşil duman yeniden beliriyor. Kesif dumanlar dağılırken, USS Eldridge yeniden belirmeye başlıyor. Peki ya mürettebat?

Şu an deneyin yürütüldüğü Philadelphia Limanı’nda hummalı bir hareketlilik var, biliyorum. Telsizle gemideki mürettebata ulaşmaya çalışıyorlar lâkin cevap alamıyorlar. Kontrol için limandan bir gemi kalkıyor. Arkasında köpükten bir iz bırakarak hızla USS Eldridge’e doğru ilerliyor.

Gemiye çıkanlar hayatlarının en dehşet verici sahneleri ile karşılaşacaklar: Deney esnasında korkuyla gemiden atlayan personelin cesetleri asla bulunamayacaktı. Belki de mürettebat içerisinde en şanslıları gemiden atlayanlardı.

Sağ kalan personelin çoğu akıllarını kaçırmışlardı. Beş asker, geminin metal gövdesi ile tamamen kaynaşmıştı. İki askerin elleri çelik gövdenin içerisinde idi ve -maalesef- denizcileri kurtarabilmek için elleri kesilmek zorunda kalınmış, yerlerine protez takılmıştı.

Kısmen normal görünen mürettebatın ilerleyen zamanlarda ansızın ortadan kaybolup başka bir yerde görünme, duvarların arasına sıkışıp can verme, birdenbire taş kesilip başka birisi dokunana kadar öylece kalakalma gibi paranormal şeyler yaşadıkları rapor edilecekti.

Sağ kalan mürettebat asla düzelemeyecek, akıl sağlıklarını yitirdikleri gerekçesiyle ordudan uzaklaştırılacaklardı.

Bundan üç ay kadar sonra yine USS Eldridge üzerinde ikinci deney gerçekleştirilecekti. 28 Ekim günü akşamüzeri o uğursuz elektromanyetik jeneratörler yeniden çalıştırılacak, gemi bir kez daha hemen hemen tamamen görünmez olacaktı. Çıplak gözle gemi gövdesinin sadece dış hatları belli belirsiz seçilebilir hâle gelecekti. Ancak bu ikinci deneyde de terslikler yaşanacak, gözleri kör edebilecek kadar güçlü mavi bir ışık patlaması ile birlikte gemi gözlerden tümüyle kaybolacaktı. USS Eldridge, birkaç saniye sonra, 640 kilometre mesafedeki Norfolk açıklarında yeniden maddeleşecekti. 

Norfolk’ta birkaç dakika boyunca görülür durumda kaldıktan sonra tekrar görünmez olup, saniyeler içinde Philadelphia Deniz Üssü açıklarında yeniden ortaya çıkacaktı. Elektronik kamuflajı gerçekleştirmeye çalışan bilim adamları koca bir gemiyi, mürettebatı ile birlikte ışınlamış ve sonra da geri getirmişlerdi. Geri dönen, bu sefer de sadece geminin metal gövdesi olmuştu. Geminin her tarafı pelte pelte biçimsiz insan parçaları ile doluydu. İnsan organizmasını geri getirmek mümkün olmamıştı.

“Philadelphia Deneyi” adıyla bilinen “Gökkuşağı Projesi” deneyine bizimle birlikte şans eseri şahitlik eden başka biri de vardı. Bu deneyin varlığından haberdar olmamız ve bugün bu tepede bu deneyi canlı canlı izleyebilmemiz onun sayesinde aslında.

Deney esnasında açıklarda başka bir ticarî gemi daha bulunuyordu. SS Andrew Furuseth gemisinin personellerinden Carlos Allende, bu olağan dışı deneyi başından sonuna kadar izlemiş, gördüğü dehşeti deneyden ancak on iki yıl sonra, 1955 yılında UFO araştırmacısı ve yazar Morris Jessup’a yazdığı mektuplarla anlatmaya karar vermişti. Konu kamuoyuna yansıyınca, kahrolası federaller, Jessup’taki mektuplara el koyacak, mektupların geldiği adresin terk edilmiş bir çiftlik evine ait olduğunu söyleyecek, o tarihten sonra da Carlos Allende’nin izine rastlanılmayacaktı. Daha da ilginci, Morris Jessup da 20 Nisan 1959’da, arabasının içinde ölü bulunacak, otopsi raporunda egzoz gazıyla intihar ettiği yazacaktı.

Şaşırmayacaksınız muhtemelen ama ABD Hükûmeti bugüne dek Philadelphia Deneyi’nin yapıldığını ya da böyle bir projenin var olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiştir. Hatta USS Eldridge destroyerinin sözü edilen tarihlerde Philadelphia’da bile olmadığı iddia edilmiştir. Philadelphia yani bir diğer adıyla Gökkuşağı Deneyi, reddedilen iddialarla beraber tarihin en gizemli sırlarından biri olarak kalmıştır.

Philadelphia Limanı’nda koşuşturmalar devam ederken ve birbiri ardına gemiler USS Eldridge’ye doğru yol alırken ve gözümün önüne geminin çelik gövdesine kaynamış insan bedenleri gelirken, ben de dönüş yoluna koyuluyorum.

*** 


Pek Muhterem Kari,

New York ile Washington DC arasında yer alan, Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehri gerçekten de enteresan bir yer. Gizemlerle dolu. 80 yıl geçmiş olsa da Philadelphia, aynı Philadelphia. Hâlâ gizemlerle dolu.

Malûmunuz, CHP Genel Müdürü Kılıçdaroğlu da “Dünyadaki teknolojik gelişmelerini yerinde görmek ve Türkiye’ye bir yol haritası hazırlamak” için ABD’ye gitti. Bakmayın siz kimi yandaşların “İcazet almaya gitti” dediklerine. Bunlar Kemalciğimi çekemeyen trol tayfası!

Kemalciğim, işte bu ziyaretinde Washington DC’deki otel odasında şahit olduğu teknolojik gelişmeleri sindirmeye çalışırken birdenbire bir mavi ışık görmüş ve bir aydınlanma yaşamış. İçine doğan bir ilhamla New York’a gidip TURKEN Vakfı’nın önünde video çekesi gelmiş. Apar topar hazırlanıp yola koyulmuş. Bu anî plândan ne kurmaylarının haberi olmuş, ne de yanında getirdiği “yandaş olmayan” tarafsız gazetecilerin.

Üstelik bu seyahati karayoluyla yapmak, Bolu dağında mola verip İsmail’in Yeri’nde hamburger yemek de istemiş Kemal abimiz. Kimseciklere haber vermeden sekiz saat boyunca sırra kadem basmış. Yaa!

Neymiş efendim, Kılıçdaroğlu neden kimseye haber vermeden, yanına bir tek gazeteci bile almadan böyle bir seyahate çıkmış? Hangi benzin istasyonlarında durmuş, orada kimlerle gizli gizli görüşmeler yapmış? Yoksa FETÖ ile mi görüşmüş? Daha neler, neler… 

Size mi soracaktı?

Dedim ya, New York ile Washington DC arasında yer alan, Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehri gerçekten de enteresan bir yer. Gizemlerle dolu.

Muhtemelen Kemalciğim New York’a giderken 80 yıl önce yapılmış bu deney hakkında da bilgi almak ve Türkiye’ye yol haritası hazırlamak için Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia’ya uğramış olabilir.

Philadelphia gerçekten ilginç bir yer. Koca geminin gözden kaybolduğu yerde Kemalciğim sekiz saatliğine sırra kadem basmış, çok mu?

Hem ne işi var gazetecilerin yahut kurmayların böylesine riskli ve tehlikelerle dolu Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehrinde? Orası Trakya’nın en güzel ilçelerinden illerini barındıran illerinin ilçelerinin illeri değil ki. Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehri. Sıkıntılı bir yer.

Kemalciğimin geri dönmüş olduğuna şükretmek lâzım yine de. Zira hesap uzmanı Bay Kemal Bermuda’yı da görmek isteyebilirdi. Orada kaybolan bir daha geri de gelemiyor. Allah muhafaza!

Kalınız sağlıcakla efendim.