Şehrin insanı

Yeni nesli diriltecek olan şuuru vermek yolunda şehirlerimize yeniden Müslüman bakış açısı kazandırmadıkça ilerleme sağlanamayacaktır. Yeni neslin ihyası, Müslüman şehirler imar etmekten geçer; bu da medeniyet şuuruna ve iddialarına sahip olmakla gerçekleşecektir.

“ŞEHRİN insanı, şehrin insanı, şehrin/ Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin…” Bu dizelerle ifade eder şair İsmet Özel günümüz şehir insanını.

Şehrin insanı olmak, şehirli olmak veya bir şehre aidiyet hissetmek, temelde onu yaşam merkezine tâbi tutarak belirli değerlerin içinde yaşayabilmek demektir.

Şehirlerin en kutsal nitelik ve anlam taşıyanı Medine, kelime mânâsıyla ilgi çekicidir. Hatta “medeniyet” kelimesi, bu şehrin kelime kökenine bağlı olarak ifade edilmiştir. Bugün dinî anlamı bir tarafta durursa, Medine’nin kelime mânâsı “şehir” anlamına gelmektedir. “Medeniyet” kelimesinde buna bağlı olarak “şehirli” anlamına gelir. Aslında manidardır bu durum. Yani şehirli olmakla insana ayrıca görev ve sorumluluklar yüklemektedir.

Şehrin insanı olmak, aynı zamanda bulunduğun şehrin kültürel yanını zamanla içselleştirmek demektir. Bu, aslında insanın dışında gerçekleşen bir durumdur. Örnek olarak, kendi ülke sınırlarımız içinde bir yerden farklı bir yere bile, kültürden tutun da birçok farklı bakış açısı oluşabiliyor. Her şehrimizin kendi içinde -sanki canlı bir organizma gibi- “olması gerekenleri” var. Kendi yaşadığım yerle örnek verecek olursam, kış mevsimi en güzel bu şehre yani Erzurum’a yakışıyor sanki. Ya da yeşilin her tonu en çok Karadeniz illerimizde gözümüze hoş görünüyor. Demek istiyorum ki, şehirler de aynı yaşayan bir organizma gibi farklı nitelikler taşır ve anlamlandırılırlar.

Şehrin değerleri olmalıdır. Keza vardı da. Geçmiş zamanlarda İstanbul’da yaşamış insanlar sanki birçok okulda eğitim görmüş gibi bir medeniyet şuurunda, çevrelerinde baştan ayağa örnek teşkil eden insanlardı. Şimdilerde İstanbul’da yaşayan insanların çoğu (tabiî ki istisnaları bulunmaktadır) medeniyetin ne olduğu konusunda tek bir mantıklı tarif getiremeyecek düzeydedir. “Medeniyet” bir anlamda “şehirli olmak” demekse de özelde “o şehrin değerlerini kendi davranışıyla gösterebilecek insan” demektir.

Burada akla şu soru geliyor o zaman: “Medeniyet” nedir?

Aslında bence medeniyetin tarifi yapılırken öncelikle medeniyetin ne olduğundan daha ziyade ne olmadığı ortaya konulmalıdır. Sanırım bu açıklamayı yaparsak ya da görmeye çalışırsak, hayatımızda medeniyete dair somut malzemeler elde edebiliriz.

Meselâ “değildir” medeniyet üst komşundan habersiz çok katlı binalarda yaşamak. Medeniyet değildir hayatı boyunca bir kitabı okurken derinden sarsılmamış olup markalı bir güneş gözlüğünü kafasına takarak evcil hayvan gezdirmek. Medenî değildir insan başka insanın acısını hissetmedikçe. Medeniyet, bir topluluğa girdiğinde kenarda oturup olan biteni yokmuş gibi izlemek değildir; kendini en özel kelimelerle ifade etmektir karşındakini incitmeden. Ve en güzel medeniyet, karşındaki insanı, görüşleri her ne kadar farklı olursa olsun, onu aşağılamadan konuşmak ve bir yüreği elde etmektir.

Bu tanımlamalar daha da artırılabilir elbette. Ama bunlar gösteriyor ki, medeniyet bizim düşündüklerimizden daha derin anlamlar içeren bir durumdur.

Her şehrin bir kimliği vardır aslında; yaşayan insanlara akseden, insanların kişilik ve karakter mizaçlarına etki eden… Aslında bu etkileşim karşılıklıdır bir açıdan. Şehir insan ya da insandır bir şehir başlı başına. Öyledir aslında gündelik hayatta da. Herhangi bir şehrin insanı hakkında yorum yaparken yaşadığı yerden yani memleketinden hareketle akıl yürütmeye çalışmamız. Şehirlerdir insana değer katan ve insandır bu değerleri kuşaktan kuşağa aktararak yaşatacak olan. Meselâ “Fatih’in İstanbul’u”, “Sezar’ın Roma’sı” gibi şehirle adı özdeşleşen insanlar vardır.

Ne var ki, son zamanlarda şehirleri bilhassa kendimiz ihmâl ediyoruz. Bir taraftan kendimiz ruhsuz ve düşüncesiz bir şekilde şehirlerimizin değerlerini yıkarken, diğer taraftan medeniyetimiz, tarihî şehirler dış güçler tarafından yıkılıyor. En acısı, buna karşı duyarsızlaştırılıyoruz!

Tarihimizin en özel kentleri gözümüz önünde yakıp yıkılırken sesimizi çıkarmıyoruz. Bugün bir Kudüs, Musul, Halep gibi birçok şehrimiz harabeye çevrilirken, bizle ortak tarihî medeniyete sahip insanlar buna ses çıkarmıyorlar. Aynı şey neden Batı’da bir ülkenin veya şehrin başına gelmiyor? Veya neden yine Batı’da ünlü bir şehrin, Paris, Roma veya başka bir şehirde benzer bir olay gerçekleşmiyor? Bu, düşündürücüdür.

Özetle şehirler, her medeniyetin özü olan yerlerdir. Fakat bizim medeniyetimiz için şehirlerimizin manevî yönü daha ağır basmaktadır. Şehir, insanın özüdür. Şehirler tüm doğruların, farklılıkların ve değişikliklerin yaşayabildiği yaşam merkezleridir.

Bizim medeniyetimizin şehirleri, sadece şehir ya da kent anlamı ifade etmeksizin, aynı zamanda “Müslüman şehir” tanımlamasına da uymakla yükümlüdürler. Bugün eğer bu ülkenin sınırları içinde bulunan bir şehirde yaşıyorsanız, her şeyden önce yaşadığınız yerin sadece coğrafî güzelliklerini yaşamak bir yana, maneviyatını anlamak ve bu anlamda ona katkıda bulunmakla yükümlüyüz. Aksi davranışta bulunmak, hem kendi sonumuzu, hem de şehrin muhteviyatını yok edecektir.

Sonuç olarak yeni nesli diriltecek olan şuuru vermek yolunda şehirlerimize yeniden Müslüman bakış açısı kazandırmadıkça ilerleme sağlanamayacaktır. Yeni neslin ihyası, Müslüman şehirler imar etmekten geçer; bu da medeniyet şuuruna ve iddialarına sahip olmakla gerçekleşecektir.