ÜZERİMDE Orta Doğu’nun tozu, kanı ve tüm yaşanmışlıklarıyla
seneler sonra geldim memleketime. Tam altı sene boyunca Ürdün’den Afganistan’a,
oradan Filistin’e, Lübnan’a, Mısır’a bir tüy gibi savruldum. Fotoğraflar
çektim, röportajlar yaptım, belgeseller hazırladım.
Senelerce toz, toprak, yol dinlemedim. Çok fazla insan
tanıdım, bir sürü hayat hikâyesi dinledim, dolaştım bir avâre gibi, fakat artık
yorgunum! Memleketimi özledim… Belki de alelacele yaşanmışlıklarım, hızlı kararlarım
sığmıyordu artık içime…
Bundan altı sene evvel bir sabah, babaannemin ölüm
haberiyle uyandım. Kimsem yoktu şu hayatta. Annem ve babam seneler önce vefât
etmişti. Babaannem büyüttü beni.
Beş yaşımdaydım; Üsküdar’da huzurlu bir mahallede,
kocaman bahçeli bir evi vardı. Bir tek bavulumla ve elimde babamın gençliğinden
kalan analog makinesiyle gelmiştim evine. Sessizce çıktık merdivenlerden. Köşede,
kendi odasının yanındaki odayı hazırlamıştı bana. Odama götürdü beni ve küçük
konsolumun başucuna babamın makinesini koydu. Yatağıma yatırdı, üstümü örttü ve
alnıma bir öpücük kondurdu. İşte o günden sonra birbirimizden başka kimsemizin
olmadığı yeni hayatımız başladı…
Her zaman destekçimdi. Çok kültürlü ve becerikli bir
kadındı. Senelerce dedemden kalan işleri tek başına idare etti. Günü geldiğinde
bana rahat bir hayat bırakmak için çok çalıştı. Hiçbir zaman yükünü
hafifletemedim. Her şey on sekiz yaşımda daha da zor olmaya başladı. Savaş
fotoğrafçısı olmak istemiştim, babam gibi. Asla kabul etmedi. Oğlu senelerce oradan
oraya dolaşmıştı. Senelerce hasret çekmişti. Ben doğduktan sonra babam, artık
burada çalışmaya başlamıştı. Tam hasret bitmişti ki torunu olmuş, hafta sonu
ziyaretleri ve piknikler derken babaannemin yalnızlığı bitmişti. Tâ ki, annem
ve babam bir trafik kazasında vefât edene kadar...
Babaannem bunun bir kaza olmadığına emindi. Senelerce
adliye koridorlarında bunu ispat etmek için çok çabaladı. Babamın günlüklerini,
seyahat notlarını senelerce okudu. Ben doğmadan önceki bir yılın notlarını
hiçbir zaman bulamadı. Her şey orada gizliydi. Benim de babam gibi gitmeme asla
izin vermedi. Bir gün ağlayarak yanıma geldi, ellerimi avcunun içine aldı ve
“Şehrazat, bu ismi baban sana neden koydu, biliyor musun?” dedi.
Bilmiyordum, bunu hiç anlatmamıştı. Elime yırtılmış
bir sayfa verdi, “Bunu saklamak için çok çabaladım fakat saklayamadım” dedi. Ağlayarak
odadan çıktı. Babaannem benim yanımda hiç ağlamazdı; bu, beni çok tedirgin
etmişti. Yavaşça okumaya başladım.
“02.05.1990-Üsküdar, İstanbul
Bugün Şehrazat doğdu. İşimi bıraktım, artık her şey geçmişin tozlu
raflarında. Bir gün gelecek, o tozlu raflardan bulacaksın benim ve kendinin
gerçeğini kızım. Şehrazat, ‘özgür kimse’ demektir. Bu ismi sana, her şeyini
kaybetsen de ismini yani özgürlüğünü kaybetmemem, kaybettirmemen için
koyuyorum. Yazdıklarımı oku ve yaşa kızım. Oku ve yaşa...”
Babamın ne demek istediğini anlamamıştım. Babaannemin
neden bu notu bana bu kadar sene vermediğini de… Sanırım babamın notlarını
okumam gerekiyordu.
Babaannemin yanına gidip babamın bütün yolculuk
notlarını ve günlüklerini bana vermesini istedim. Bütün gece uyumamıştım. Günlükler
ve notlar çok karışıktı. İngilizce, Türkçe ve İbranice yazıyordu. Türkçem ve
biraz İngilizcem vardı fakat İbranice hiç bilmiyordum. Çok fazla tarihî detay
da vardı ayrıca. İşte bunları şimdi
okumamın nedeni buydu. Babam, benim hayatıma seneler öncesinden yön vermişti.
O sene üniversite sınavına girdim ve çok iyi bir
üniversitede tarih okumaya başladım. Bölümüm İngilizceydi ve bir taraftan
İbranice öğrenmek için kursa gidiyordum. Ayrıca babamın arkadaşı Selim amcadan
fotoğrafçılık dersleri alıyordum. Dört sene boyunca kendimi sadece bu şifreyi
çözmek için yetiştirmiştim. Babaannem bu durumdan çok da rahatsız değildi. En
azından şimdilik hâlâ yanındaydım. Üniversitedeyken, bir dönem Amerika’ya film
eğitimine, bir yaz İsrail’e İbranicemi geliştirmeye gitmiştim. Dört senenin
sonunda şifreleri hâlâ çözememiştim fakat bir adres bulmuştum: Kadıköy’de bir
sahaf dükkânıydı…
Dükkân sahibesi, seksenli yaşlarında bir bayandı. Selâm
verdikten sonra, Ali Hisar’ın kızı olduğumu söyledim. Gözleri doldu, yüzü
bembeyaz oldu. Ve bir anda bana sarıldı. Kulağıma eğildi, “Şehrazat… Sonunda
geldin!” dedi. Çok şaşırmıştım. Beni tanımasına imkân yoktu. Nereden tanıdığını
sordum ve babamın notlarında buranın adresi olduğunu söyledim. Babamın
üniversiteden hocası olduğunu ve senelerce aynı devlet projesinde yer
aldıklarını anlattı.
Saatlerce konuştuk. Artık her şey daha açıktı. Babam, aslında savaş fotoğrafçısı görünümlü Türk istihbaratçısıydı. Bana birkaç kitap verdi ve bir daha gittiğim hiçbir yerde Ali Hisar’ın kızı olduğumu söylemememi istedi. Ne yazık ki ben, bunu ona çoktan söylemiştim.
Yirmi iki yaşındaydım ve üç dil biliyordum. Üniversite
mezunu işsiz biriydim. Aylarca günlüklerde bulduğum adreslere, mekânlara
gittim. Bazı parçalar birleşiyordu fakat hiçbir şey tam görünmüyordu. Bir gün
Selim amca bize geldi ve babaannemle bir odaya girip bir şeyler konuştular.
Çıktığında, babaannem ağlamaktan konuşamıyordu.
Selim amca bütün olan biteni anlattı ve elime bir
günlük tutuşturdu. Olayları çözebilmem için son adım buydu: Ben doğmadan önce
babamın yazdığı son günlük!
Günlükte anlatılanların tamamı, onun Orta Doğu’da
geçirdiği günlere dairdi. Son sayfası da benim elimdeydi: Doğduğum gün...
Selim amca, bunu babamın avukatının getirdiğini
söyledi. Seksen yaşlarında, bir sahaf sahibesinin ölümünün ardından vasiyetinde
bunun bana verilmesi gerektiği yazıyormuş. Böylece babamın ekibi benim
yaşadığımı ve hattâ günlüklerin şifresini çözmeye başladığımı duymuşlar. Hâlâ
devam eden istihbarat projesine dâhil olmamı, Orta Doğu’da, babamın günlüğünde
yazan yerlere gidip tanıştığı kişilerle konuşarak anlatmak istediği şeyi
öğrenmemi istiyorlardı. Kabul ettim fakat babaannem, gitmemem için elinden
geleni yapmaya hazırdı. Yirmi dört yaşıma yirmi gün kalmıştı. Babaannem
ağlarken, kesin bir dille gideceğimi söyledim. Tam yirmi gün sonra babaannem
vefât etti.
Tam on dokuz sene sonra, babaannemin ölümünün ertesi
günü, kimsesiz bir kız olarak düştüm yollara. Artık sığınacağım hiçbir limanım
yoktu ve ben de tıpkı babam gibi savruldum oradan oraya. Senelerce savaş
muhabirliğinin ardında bir istihbaratçı olarak dolaştım. Beş senenin sonunda,
sanırım şifreleri çözmeye başarmıştım. Babam, Orta Doğu’da çıkmış olan
savaşların nedenlerini ve arkasındakileri araştırıyordu. En sonunda, aslında
babamın da bir sonuca ulaşmadan işi bıraktığını anladım. Ben doğmadan bir ay
önce Lübnan’da, asla tam olarak sonuca ulaşamayacağını, çünkü bu işin
başlarının asırlardır aynı projeyi devam ettirdiğini anlatıyordu. Çok güzel
senelerinin ardından artık kök salmak istediğini ve annesinin yanına dönmesi
gerektiğini düşünüyordu.
Bunu, aynı şekilde yetkililerime ilettim. Fakat
şifrelerin ışığında babamın bitiremediği işi bitirmemi istediler. Biraz zaman
istedim ve o gece babamın doğduğum gün yazdığı notu tekrar okudum. İsmimi
kaybetmemem gerektiğini söylüyordu. Geçen senelerime baktım, hepsi benim için
çok güzel yıllardı. Babamın kızı gibi, kendim gibi, özgür hissettim. Fakat
artık işimi bitirmiştim. Ben bu şifre için, babamın inandıkları için yola
çıkmıştım. Onun inandığı ise sıcak bir aileydi. Düzeni değiştirecek şeyin iyi
nesiller yetiştirmek olduğunu düşünüyordu. Geçmişten ders alabilirdik fakat
savaşın nedenini ve kimin yaptığını bilmek, sonucu değiştirmeyecekti. O yüzden
artık özgür hissedeceğim tek bir yer kalmıştı; memleketim!
Artık yuvama dönmek istiyordum. Kimsem kalmadı fakat hâlâ güzel bahçeli bir evim var. İstifa mektubumu verdikten sonra ilk uçakla İstanbul’a döndüm. Hemen Üsküdar’a gittim. Sahili gördüğüm anda içime tarifsiz bir huzur dolmuştu. Burası doğduğum, büyüdüğüm yerdi. Babamdı, annemdi, babaannemdi…
O an babamın, aslında amacına ulaştığını anladım. Üç
dil biliyordum, bir sürü farklı ülke gezmiştim, üniversite mezunuydum ve
gerçekten babaannemden iyi bir eğitim almıştım. Senelerimi versem de, sonunda
savaşın nedenini öğrenmenin mantıksız olacağına karar vermiştim. İşte babam
başarmış, güzel yetiştirilen nesillerin elinde imkân olsa bile kendini
gerçekleştirme seçeceğini göstermişti bana! Ben, tam da babamın istediğini
yapmış, önce onu ve sonra kendimin gerçeğini bulmuştum!
Teşekkürler baba! Başardın, başardık…