Şehirlerin verdikleri ve aldıkları

İnsan kendinin yetiştiği dönemlerdeki şehre hâkim bir ruh ile çağa bağlanmaktadır. Kendi avuçlarından bir kaderle akıp giden zaman, insanın elini dönemsel ruhlarla tutar. Ve insan şehrin ruhuna zamanla böyle katılır. Katar, karışır ve şehrin dönemsel ruhunu, dönemlerin eserlerini kendini merkeze koyarak izah eder.

ŞEHİRLERİN ruhu yaşam şekillerinde ve yerleşik düzenlerinde kendini belli eder. O ruh, esasta bir medeniyet, bir kültür ve algılardan başka bir şey değildir.

Şehirlerin ruhu, toplumun yaşamını, bakışını, tavrını dolaylı veya doğrudan ama inkâr edilemez bir şekilde etkiler. Bu nasıl olur, çok bilinmez, ama tartışılmaz bir gerçek gibi o ruh, insanların hayatına egemen olur. Onu biçimlendirir, ona doğrultu ve yön vererek yönetir.

İnsan dönemsel olarak bu ruha kâh tepki göstererek, kâh kabul ederek, hem bedeninde, hem de ruhunda şehrin ağırlığını taşır. O ruh zamanla insanı inceltebilirken, deformasyona da uğratabilir ve sonuçta insanı kendi boyasıyla boyayabilir. Şehrin ruhunun insanlar tarafından oluşturularak onlar tarafından var kılınan, o mekâna kimlik ve kişilik kazandıran değerler olduğu tartışılmaz gerçeklerdendir.

Dolayısıyla bir şehrin gizemleri, tarihi, kültürü, mimarisi, mûsikîsi, edebiyatı, sanatı, folkloru, maddî ve manevî zenginliği, kişilerin kulağına fısıldadığı destanları, kendine ait tınısı ve yetiştirdiği seçkin insanlar incelenerek ancak anlaşılabilir. Bunların şehirlerin ruhu olduğuna inanılmasının asıl nedeni ise, o değerleri şehrin içerisinden söküp aldığımızda, karşımızda kocaman bir taş yığınından başka bir şeyin kalmayacağı gerçeğidir.

Şehirlerin ruhu, insanî ve toplumsal düzlemlerde birçok boyutta izlenir, yansıtılır ve ayan olur. Bu mânâda şehrin dili ve dokusu başlıca unsurlardandır. Bir bakıma, “Şehrin ruhu aslında dildir” de denilebilir. Yani şehir bir dünyadır. Şehre ruh katan bütün bu özelliklerde insanın her türlü katkısının olduğu da aşikârdır. Öyleyse şehre ruh veren, orada meskûn bulunan veya oranın bağrında yatan, insanın bizzat kendisidir. Şehir ile insan arasındaki ilişki, iki sevgilinin münasebeti gibidir. Şehri var eden insandır; insanı hayatta tutan da şehirdir. Nasıl ki insandan yoksun olan şehirler adeta ölü mekânlar ise, şehrin ruhundan yoksun olan insanlar da eksiktirler.

Şehrin kendi kültüründe var olan ve yaşatılan yaşayan dili, bir dönemi var eden en önemli niteliktir. Ve dil, insanla anlamlıdır. Dil bu minvâl üzere değil de değişikliye uğrayarak devam ederse ister istemez o şehrin ruhu değişir ve bu değişim, olumlu veya olumsuz farklı sonuçları da beraberinde getirir. Bir başka ifadeyle, insan kendisi tarafından kurulan ve kendisini üreten şehirle kurduğu ilişkiye bağlı olarak bir ruh üretir. Bu ruh, şehre verilen candır, onu ölümlülükten çıkarıp hayata döndüren nefestir. Bu nedenle şehirler de aynen insanlar gibi canlıdır ve hayattadır. Şehirler de teneffüs eder, yaşar ve günü geldiğinde milâtlarını doldururlar.

Bir şehri şehir yapan temel unsurlardan biri de manevî ve millî harsıdır. Şehirlerin ruhu bu değerler üzerinde yükselerek, bir hale gibi insanı sarıp sarmalar. İnsanın düşünme biçimine, duygu dünyasına egemen olur. Onun ruhuna o ruh öyle bir sızar ki adeta onu güçlü bir manyetik alan gibi çevreler. Dolayısıyla insan yaşadığı ve soluduğu şehrin hâl, tevazu ve zarafet hapishanelerinde mahkûmdur. Ruhu o ruhun sevdalısı olmuştur artık. Bu hâl, yaşam kültürünün kazandırdığı kaçınılmaz ve de güzel bir gönül birliğidir. Ve bu, ödenebilecek en güzel bedeldir.

Ancak insan, mizacı itibariyle o dili, o ruhu, o haleyi, emarelerini, etkilerini ve kültürünü her ne kadar üzerinde taşısa da yırtmaya, dağıtmaya, onları tersyüz etmeye eğilimlidir. İnsan, zaman zaman yaşadığı şehrin ruhuyla didişip durur. Ruhunu tam olarak şehrin ruhuna teslim edemeyen insanlar da o şehirlerde yaşamlarını bir şekilde sürdürürler. Bu tür didişmeler olumlu veya olumsuz kahramanlar doğurur. Ya da iyi bir derviş gibi, şehrin ruhunun münadisi ve ulağı olurlar.

Şehirlerin ruhu, bir âlem ve o âlemde bir yaşam ve bu yaşama bağlı olarak geliştirilen bir kültür olup, dönemsel olarak o şehrin insanında farklı karşılıklar bulur. Aslında insan neyi nasıl yaşıyorsa yaşasın, mutlaka o şehrin ruhundan yansımalar yapar. İnsanın ruhunun öncelikleri neyse ruhunun dili de ona evrilir. Çünkü insan ne kadar kontrol altına almaya çalışırsa çalışsın, gönlüne sinmiş olan şehrin ruhu onun dilindedir. İnsan yaşıyla ters orantılı olarak yaşadığı şehrin ruhuna döner ki bu geleneksel kültüre farklı bir dalıştır. Bu durum, çoğu insanda daha güçlü bir yaşam modeli olarak karşımıza çıkar. Bunlar bir ruh hâlidir, niyettir; neticede yaşamı şekillendiren maksatlardır. Bunun için şehrin ruhunu güçlü bir manyetik alan çemberine benzetmekte sakınca yoktur. Bu manyetik alanın yarıçapı bazen küçük, bazen de büyüktür. Bu nedenle şehrin ruhundan çıkış bazen çok kolay olurken, bazen de çok zor olmaktadır.

İnsanın içinde yaşadığı, yana yakıla aradığı ve hayatını etkileyen o şehrin ruhunun kökleri, o şehre ilk kazmayı vuran insanların niyetlerinde saklıdır; Kâbe’ye ruh veren İbrahim’in ruhu gibi… O niyetlerin kronolojk bir akışı, bir el değiştirişi, yakılıp yıkılışı ve de yeniden inşâsı vardır. Belki içinde yaşayanı olmasa da yüzyıllar sonraya tesir eden mahzun bir Endülüs ruhu vardır. İnsan o ruhu yaşamasa da ona saygıda kusur etmez asla. O ruhun notaları dilinde bir Hüzzam şarkı olur. O ruh, zaman zaman bakışlarda, zaman zaman yazılarda, zaman zaman da susularak yansıtılır. İnsan ayan ile de mükelleftir ve ideolojisi ne olursa olsun, bunu çok da saklayamaz. Zira şehirlerin ruhu ideolojilerden çok üstündür. Bundan dolayı şehirlerin ruhu yüzlerden, dillerden ve bedenlerden yansır. Öyle ki, dil, o şehrin şivesine kayar, yüz hatları o şehirden izler taşır, bakışlar o coğrafyanın ufuklarında doğan birer güneştir. Ayrıca beden dili, giysiler, renkler, halk oyunları, işaretler, espriler, armalar şehirlerin ruhlarının ifşasıdır daima.

O ruhlara eşlik eden, onları kalıcı kılan, onları kuşaktan kuşağa aktarılmasında tartışmasız katkısı olan şehirlerin ruhunu renklendiren faktörlerden biri de mimarî düzenlerdir. Zira mimarî, hayatı kısmen şekillendiren o şehrin binalarında saklanan ve şekillenen ruhların gökkuşaklarıdır. Her şeyin oluşumu o ruhlarla başlar. O ruh, bakir bir vadide çiçeklere dokunarak akan sabah suyu gibidir. Herhangi bir şey, bir nesne, ancak o şehrin ruhuyla buluşunca kendi iç bütünlüğüne ulaşmış olur. Ve daha sonra kendi momentumunu kazanır ancak.

Şehrin ruhunun değişimi insanın ruhunun değişimini hızlandırır.  Öyle ki, o güzel ruh zamanla değişerek yok olabilir de. Hatta o ruhu kaybeden şehirler yıkılabilir ve yersiz yurtsuz yaşayan insanların mekânsızlığına dönüşebilirler de. Sanki gece ayazındaki çıplak hayatlar gibi… Yersiz yurtsuz bir nesne gibi bir antikacıda, bitpazarında, bir dağın ininde ama kesinlikle ait olmadığı bir yerde sürgünde yaşamış gibi olur o ruhu kaybeden insan. Bu ise insanın kendi içinden sürgününe benzer. Ne yaparsa yapsın, yok olan o ruhu yakalamak o kadar kolay olmaz artık. Bundan sonra onun yaşadığı yaşamak mıdır? Ve o, gerçekten yaşamış mı olur? Yani akıp giden manzumluğa kafiye katamadan, ona renk veremeden var olmak yaşamak mıdır? Kocaman bir sarayda en kıyıda köşede kalmak gibi, bir sehpanın üstünde, bir tezgâhın altında tozlara bulanarak anlamsız bakışlara, hele de dokunuşlara mahkûm ve mecbur yaşamak, nasıl bir yaşamaktır?

Şehirlerin ruhu, bazen de sembolik düzlemlerde kendi sınırları içinde kendi anlamına özgü mesajlar yayar. Bir dönem başı dört mamur olan bir şehir, bir anlam deryasıdır ve adında saklar geçmişten taşıdıklarını. O şehirlerin “kadim şehir” gibi unvanları olur sonradan. Şehrin adı her zaman bir medeniyet esintisini, o medeniyette hayat bulan yaşamları simgeler. Şehrin ruhu kendisini bir resim gibi net çizgilerle yansıtır. O kendini saklamaz ve saklayamaz asla. O ruh veya anlam, pek çok hâdiseyi, pek çok kültürü kendi içinde barındırır.

Sonuç olarak, şehirlerin ruhu bir medeniyet, bir kültür, velhasıl bir zaman meselesidir. İnsanın uzun ve derin dalgalı hayatının tüm gelgitlerinde bir sonuç çıktısı olarak zaman, yıllar, dönemler, devirler, çağlar, evreler gibi eylemsizlik kaplarına dökülerek kendi gerçekliğini bulur. Zira zaman başı ve sonu belli, yekpare bir yaşanmışlığa şahit olarak vardır elbette, ancak onun fasılları, katmanları, şubeleri yani onun tüm kapıları insanın yaşamı için daha öncelikli argümanlardır. Çünkü insan kendinin yetiştiği dönemlerdeki şehre hâkim bir ruh ile çağa bağlanmaktadır. Kendi avuçlarından bir kaderle akıp giden zaman, insanın elini dönemsel ruhlarla tutar. Ve insan şehrin ruhuna zamanla böyle katılır. Katar, karışır ve şehrin dönemsel ruhunu, dönemlerin eserlerini kendini merkeze koyarak izah eder.