Şehirlerin ruhu, ruhumuzun şehirleri

İnsanlar şehirleri inşâ eder, şehirler de insanları. Şehrin insanları mutlu ise şehir de mutludur. Şehrin insanları gülüyorsa şehrin çehresi de size gülecektir. İnsanları mutsuzsa, yüzleri asıksa, şehrin de yüzü gülmeyecektir. Bu yüzden şehrin ruhunu ihya ve ibda için onun ruhuna hitap eden işler yapmak gerekir…

“ŞEREFÜ’l mekân bi’l mekîn/ Şerefü’l mekîn bi’l mekân.”

***

Kavram olarak şehir

“Şehir”, dilimize Farsçadan girmiş bir kelimedir. Ancak bir kelimenin ötesinde bir kavramıdır. Sözlüklerde şehir kavramı, “nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı, kent, site” olarak açıklanmış.

Osmanlı’da şehir kavramı “Cuma kılınır ve pazar kurulur yer” olarak kısaca tarif edilmekle birlikte, şehir, “hükümeti temsil eden valinin yanı sıra dinî işlere bakan bir müftüsü ve kazâ hakkına sahip bir kadısı, emniyet ve asayişten sorumlu teşkilatı (sâhibü’ş-şurta) ve genel ahlâkı, kamu düzenini korumak ve denetlemekle görevli Hisbe Teşkilatı ile bu teşkilata bağlı olarak çarşı ve pazarların denetimiyle görevli bir muhtesibi (sâhibü’s-sûk) olan yer” şeklinde izah edilmiş.[i]

Şehir denilince akla hemen “medine” ve “medeniyet” kelimeleri gelir. Belki bunda şehir kelimesinin Arapça karşılığının “medine” olmasının etkisi vardır. Yusuf Kaplan’a göre şehir, bütün varlıkların, bütün hakikatlerin, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin yaşanabildiği, tecrübe edilebildiği sürekli varoluş ve diriliş mekânıdır. Hususiyetle “medîne” kelimesinin karşılığıdır.

Şehir medeniyetin taşıyıcısı iken, medeniyet de şehri kurucu, güçlendirici ve şekillendiren bir unsurdur. “Medenî” (medeniyye) ve “medînî” kavramları da “şehre mensup olan, şehirli” anlamlarına gelir. Nitekim “medîne” kelimesinden “temeddün” masdarı türetilerek “şehirli veya medenî hayat yaşamak” anlamında kullanılmıştır.[ii]

İslâm filozofları şehirden (medîne) söz ederken şehrin idarî yapısıyla birlikte şehrin üzerine kurulu olduğu ve insanları saadete ulaştıracak olan ahlâkî ilkelerden söz ederler. Farabî ünlü eseri Medîne-i Fâzıla’da bu mevzu üzerinde durarak metafizik ve medenî ilim ve öteki ilimler arasındaki irtibatları kurar. Burada “medîne”, bütün bu bilimlerin toplumsal değerlerinin ortaya konulduğu ve bu esaslara göre yaşanan yerdir.[iii] İmam-ı Azam Ebu Hanife de “Valisi, hâkimi, sokağı, çarşısı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri şehirdir” demektedir.[iv]

Osmanlıların taşradaki temel yönetim birimleri olan sancak, kaza ve nahiye merkezleri genellikle “şehir” ve bazen “kasaba” diye bilinir. Ancak bir merkezin şehir olarak nitelendirilmesiyle ilgili kesin bir kriter mevcut değildir. Söz konusu yönetim birimlerinin merkezi anlamındaki “nefs” kelimesi de tam bir ayrım ifade etmez. Bazen yirmi otuz hanelik köyler de nefs adı altında kaydedilir. Bu bakımdan bir şehrin tanımlanmasında başta nüfus olmak üzere idarî fonksiyon ve ekonomik özellik gibi kriterler göz önüne alınır. Bu durumda en az 400 vergi nüfusu bulunan, idarî yönden sancak merkezi ise sancak beyine, kaza merkezi statüsünde ise kadı ve subaşı ile ticaret ve sanat ehline sahip yerler şehir sayılabilir.[v] 


Kent ve şehir arasındaki farklar

Günümüzde şehir kelimesi yerine bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde “kent” kavramı kullanılmaktadır. Kent, Soğdca “kand” kelimesinden dilimize girmiş ve “şehir, kale” anlamında kullanılan bir kelimedir. TDK Sözlüğü’ne göre kent, “sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun yerleşme, barınma, gidişgeliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinmelerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşılarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi”dir. Kent, Farsça “şehir” sözcüğünün Türkçedeki karşılığıdır. Kimine göre de kent, “city” veya “country” kelimelerinin karşılığıdır. Bu konuda kafa yoranlara göre kent ile şehir, ayrı anlamlara sahip iki farklı “dünya”dır.

Kıvılcım Akkoyunlu’ya göre kent, “toplumsal, siyasal, yönetsel ve ekonomik alanların bütün vatandaşlar için var olduğu yaşam alanıdır”. Yusuf Kaplan da bu hususta, “Kent ile şehri ayrı anlamlara sahip iki ayrı dünya olarak görmemiz gerekir” diyor. Ona göre kentleşme, sekülerleşmenin bir ürünüdür ve modernizmin doğumuna sebep olmuştur. Oysa şehir, bir medeniyet tasavvurunun ürünüdür.

Mustafa Karaosmanoğlu da, “Şehir, bir yanlış algılama biçimi olarak köyün büyümüş, nüfus kazanmış hâli değildir. Bilâkis şehir, iş bölümünün başladığı, aynî mübadelenin nakdî mübadele hâline dönüştüğü, hukukun daha ziyadesiyle yazılı hâle geldiği ve insanların belirli kurallar dâhilinde bir arada yaşadıkları mekânın adıdır” der.[vi]

Beşir Ayvazoğlu da şöyle tarif eder şehri ve kenti: “Nedir şehir? Bence, zekâsıyla diğer bütün canlılardan ayrılan insanın tabiata bağımlılıktan kurtulmak için kendine açtığı hürriyet alanı ve tabiata ilâvelerde bulunmak için gerçekleştirdiği yaratıcı faaliyetlerin bütünü. Daha özlü bir biçimde söylemek gerekirse, şehir, medeniyettir. Medeniyet kelimesinin kökü de Arapçada şehir anlamına gelen medîne değil mi? Batı dillerinde de öyle. Civilisation, şehir anlamındaki ‘civitas’tan türemiştir. Şehirlilik, bir bakıma bu ilişkinin yani şehir-medeniyet ilişkisinin farkına varmak, şehrin üretkenliğine katkıda bulunmak, en azından üretilmiş olanı koruma şuuruna sahip olmaktır. Biliyorsunuz, günümüz Türkçesinde şehir kavramının karşılığı olarak kent de kullanılıyor. ‘Şehir’i Türkçeden kovmak için icat edilen kent, bana sorarsanız, Ankara gibi yeni kurulmuş modern şehirler için kullanılabilir. İstanbul, Bursa, Kütahya, Konya ve benzeri şehirler şehirdir, kent değil. Ben, bir iradenin dayatmadığı, kendi kendini yaratan üretken ‘dişi’ şehirlere ‘şehir’, bir irade tarafından baştan sona plânlanarak yapılan ‘erkek’ şehirlere de ‘kent’ demeyi tercih edenlerdenim.”[vii]

Şehirde sınıflaşma yoktur. Şehir sadece içinde yaşayan insanların maddî ihtiyaçlarını karşılamayı düşünmez, onlara sosyal alanlar verir. Zira şehirler insanın manevî ihtiyaçlarının da karşılandığı bir ilim ve sanat merkezleridir aynı zamanda. Şehir ve insan bütünleşmiştir ve burada yaşayan insanların birbirlerinden sorumlu bir şekilde aralarında bir cemiyet bağı bulunur. Bu bağ ile hukuk kuralları yanında örf, âdet ve ahlâkî değerler ile şehre ruh veren nizamnameler de genel geçer bir özelliğe sahiptir.

Kentlerde ise sınıflaşma bariz bir şekilde kendisini gösterir. Bu sınıflaşma nedeniyle kentler, birbirinden bağımsız yaşayan, birbirlerinin sorunları ile ilgilenmeyen topluluklardan oluşur. Bu toplulukların birbirleriyle olan kopuk ilişkilerini salt hukuk kuralları belirler. Ancak bu hukuk ise hakların, özgürlüklerin sınırlarını belirler. Bu kurallar şehrin caddelerini ve sokaklarını çizebilir ama ona bir ruh veremez. Lütfi Bergen de, “Bir şehrin mimarisi yoksulluk üretmeye başlamışsa, artık ‘şehir’ kaybedilmiş, onun yerinde ‘kent’ zuhur etmiş demektir” diyor.[viii]

Mekke’ye gittiğinizde içinizi bir heyecan sarar. Bembeyaz ihramlarınız içinde “Lebbeyk” nidaları ile sokaklarında dolaşırken kıyamet gününün provasını yaşarsınız. Kâbe-i Muazzama’yı ilk gördüğünüzde kalbiniz duracak gibidir. 

İlk İslâm şehirlerinin özellikleri

Sezai Karakoç, İslâm Medeniyeti’ne mensup olan şehirlerin merkezdeki cami etrafında şekillenmesiyle ilgili, “Cami, geçmişte İslâm Medeniyeti’nin doğurgan kurumuydu, denebilirse, ana rahmiydi”[ix] ifadesini kullanır. Ona göre, şehrin merkezinde yer alan cami âdeta şehri doğurur, şekillendirir ve gelişmesini sağlar. Tüm bu özellikleriyle cami, sadece bir mimari unsur değil, aynı zamanda İslâm Medeniyeti’ne mensup şehirlerin can damarı mesabesindedir.[x]

İslâm’ın ilk yıllarında Mekke şehrine hâkim güç müşrikler olduğu için burada herhangi bir düzenleme yapma imkânı yoktu. Hazreti Peygamber’in Yesrib’e hicret etmesinden sonra yapılan birtakım düzenlemeler ile Yesrib, Medîne’ye dönüştü. Medîne’de inşâ edilen ilk yapı Mescidi-i Nebevî idi. Ancak burası sadece bir ibadethane değil, aynı zamanda kamu işlerinin yürütüldüğü bir merkezdi. Burası hukuk işlerinden eğitime, günümüz belediye işlerinden beytülmale kadar neredeyse kamuya dair ne kadar iş ve işlem varsa hepsinin birlikte yürütüldüğü bir hükümet konağı idi. Mescid-i Nebevî aynı zamanda İslâm şehirleri için örnek olacak olan cami merkezli şehir modeliydi. Hazreti Peygamber daha sonra da şehrin ekonomik hayatına yön verecek olan çarşı pazar işlerini de düzenledi. Cennetü’l-Baki mezarlığının yerinin belirlenmesi de bu düzenlemelerden biridir. Buna ilâve olarak Hazreti Peygamber’den sonra Hulefa-i Raşidin’den Hazreti Ömer döneminde Daru’l-İmare yani hükümet konağı da Mescid-i Nebevî yakınlarında inşâ edildi. 

Ashabdan Sa’d Bin Ebî Vakkas, Kûfe şehrini kurarken ilk önce merkez denilecek bir konumda cami yerini belirlemiş, yanına Daru’l-İmare binasını yaptırmıştı. Pazar yerini de bu merkeze kurdurmuştu. Ok menzili dışında dairevî bir alanı belirleyerek şehri bu dairenin etrafında kurdurmuştu.

Unutulmaması gereken bir diğer husus da camilerin işlevidir. Cami sadece bir ibadet mekânı değildir. Etrafına inşâ edilen çarşı, çeşme, hamam gibi yapıları da göz önünde bulundurulduğunda şehrin hem dinî, hem idarî, hem de kültürel merkezi durumundadır.

Osmanlı şehirleri de bu modeller ışığı altında biri şehrin içtimaî, sınaî ve ticarî faaliyetlerinin gerçekleştirildiği alanlar, diğeri ise şehir halkının umumiyetle ibadethaneler etrafında teşekkül eden ve ikâmet yerleri olan mahalleler olmak üzere genelde iki ana kısımdan meydana gelmiştir. Osmanlı döneminde bazı şehir merkezlerinde yaşayan insanların ortak bir tarihî ve kültürel geçmişi olmasa da şehirlerde ortak olan yapılar genellikle imaret, bedesten, kervansaray, pazar yeri, Cuma camileri gibi yapılar etrafında şekillenmiştir. Ancak bu yapıların tamamı bir şehirde mevcut olmayabilir. Meselâ imaret, bedesten, kervansaray gibi bazı ticarî tesisler daha ziyade gelişmiş anayollar üzerinde kurulan şehirlerde görülür.[xi]

Lütfi Bergen, “Eski Osmanlı şehirlerindeki idealleşen değer mimarî değil, mimarîyi belirleyen fazıl toplumdur” der. Ona göre eski Osmanlı şehirlerini inşâ eden kriterler şunlardı: “Malzemeyi israf etmeyeceksin. Yapı malzemesi söküldüğü zaman, aynı malzeme yeniden inşâ etmeye müsait olacak (betonda bu kriter yoktur). Kimsenin güneşini kesmeyeceksin. Tek başına yaşamayacaksın, topluluk (community) içinde olacaksın.”[xii]

Osmanlı’nın bir diğer özelliği de şehre yapılan bu yapıları vakıflar aracılığı ile korunmasını, yaşatılmasını ve ihtiyaç hâlinde tamiri, tadili ve genişletilmesini sağlamış olmasıdır.

Şehirlerin ruhu

Şehrin bir yüzü vardır, bir de ruhu. Şehrin yüzü imarı ve mimarisi ile kendini belli eder. Ancak bir şehir sadece caddeleri, kavşakları, binaları ve sokakları ile tanımlanamaz. Şehrin asıl unsuru insandır ve şehir insanlar gibi canlıdır. Zira şehirler de insanlar gibi yaşarlar, gülerler, üzülürler, ağlarlar ve hatta ölebilirler. Çünkü şehirlerin de bir ruhu vardır.

Mehmet Mazak, “Şehrin ruhu, o şehirde yüzyıllardır yaşayan insanların oluşturduğu anlamlar bütünüdür” diyor ve ekliyor: “Şehirler, bir toplumun kültürel gelişmişliğinin kendini gösterdiği yerlerdir.”[xiii]

Şehrin ihyası için elbette bayındırlık faaliyetleri gereklidir. Bunlar da şehrin görünen yüzü ile alâkalıdır. Sokaklar, caddeler, meydanlar, parklar, meskenler, iş merkezleri, ibadethaneler ve türbeler başta olmak üzere diğer yapılar şehirlerin çehresini, görünen yüzünü oluşturur. Bu yapılar şayet o toplumun kültürel değerleri ve medeniyet tasavvuru doğrultusunda insan ve inanç merkezli estetik kaygılarla inşâ edildilerse o şehrin huzur mekânları hâline gelirler. Bu yapıların varlığı o şehrin bir ruhunun olduğunun göstergesidir.

“Türbeler” dedik de, gerçekten birçok şehre ruh veren, oradaki mezarlarda metfun olan insanlardır. Bunun en müşahhas örneklerini Çanakkale ve Sarıkamış’ta görebiliriz. Bağrında yatan şehitler olmasa bir şehir olarak Çanakkale’nin ve Sarıkamış’ın ruhundan söz etmek mümkün değildir. Bu zaviyeden baktığınızda, şehirler ayna görevi görür ve bu aynada siz o şehrin ruhunu oluşturan unsurları görürsünüz.

Her şehir ait olduğu medeniyetin ruhunu taşır. Tam da burada Hacı Bayram-ı Velî’nin, “İnsan, şehri inşâ ederken aslında taşın toprağın arasında kendisini inşâ eder. Gönülde her ne var ise, şehir olarak görünür. Gönlü taş olanın şehri taş, gönlü aşk ile dolu olanın şehri gülistan olur” sözlerinin ne kadar yerinde ve ne kadar anlamlı olduğuna şahit oluyoruz. İnsanlar şehirleri inşâ eder, şehirler de insanları. Şehrin insanları mutlu ise şehir de mutludur. Şehrin insanları gülüyorsa şehrin çehresi de size gülecektir. İnsanları mutsuzsa, yüzleri asıksa, şehrin de yüzü gülmeyecektir. Bu yüzden şehrin ruhunu ihya ve ibda için onun ruhuna hitap eden işler yapmak gerekir. Eğer bir şehrin ruhunu hissedemiyorsanız, o şehir artık şehirlikten çıkmıştır ve bir kent olmuştur.

 

Ruhumuzun şehirleri

Şehirlerin ruhu bizi kendine çekecektir. Bizimle ruh yönünden irtibat kuran şehirler, ruhumuzun şehirleri olacaktır. Sürekli gitmek istediğimiz, özlediğimiz, gidince ayrılmak istemediğimiz… Şimdi de bu şehirlerden bazıları hakkında bir şeyler söyleyelim.

Şehirlerin anası Mekke

Mekke, “ümmü’l-kura” yani şehirlerin anasıdır. Çölün ortasında, kayalıkların içinde saklı bir inci gibidir. Lâkin onu bu kadar önemli kılan, esasen Kâbe’dir. Mekke’nin kalbidir Kâbe ve dolayısıyla dünyanın da kalbidir, müminlerin de. Mekke’nin ruhu da yine Kâbe’dir. Sonra zemzem, sonra Hira, sonra Sevr, sonra Hudeybiye…

Kâbe’yi kaç kere yıkmaya teşebbüs ettiler; kimi taşını söktü, kimi duvarını yıktı ama ne nurunu söndürebildiler, ne de onu yeryüzünden silebildiler. Kimi zaman da Tubba’nın saldırısında olduğu gibi lânete, Ebrehe’nin saldırısında olduğu gibi gazaba uğradılar.

Kâbe olmasaydı Mekke’nin ne adı olurdu, ne sanı. Çölün koynunda saklı, yalnızca burada yaşayanların bildiği, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerleşim yeri olurdu.

Mekke’ye gittiğinizde içinizi bir heyecan sarar. Bembeyaz ihramlarınız içinde “Lebbeyk” nidaları ile sokaklarında dolaşırken kıyamet gününün provasını yaşarsınız. Kâbe-i Muazzama’yı ilk gördüğünüzde kalbiniz duracak gibidir. O an ruhunuz bedeninizin kılavuzu olur. Dünya geride kalır sizden fersah fersah. Siz “Gel” çağrısına uymuş pervaneler gibi bırakırsınız kendinizi bir insan denizine. Artık varken yoksunuzdur, hiçliğin çarkında dönersiniz. Huzur-u İlâhîde kıyama durur gibi vakfede durur ve öz benliğinizle buluşursunuz Arafat’ta. Müzdelife’ye kadar refakat edersiniz benliğinize. Nefsinizi taşlarsınız Mina’da. Ve yine koşarsınız Kâbe’ye hiçlik denizinde arınmak için.

Kâbe’de eminsinizdir, emanettesinizdir. Ana rahmi gibidir Kâbe, size orada kimse dokunamaz. Mekke’nin sokakları doğduğunuz şehrin sokakları gibidir. Hiç yabancılık çekmezsiniz orada dil bilmeseniz de, yol bilmeseniz de. Orada hâl dili, kâl dilinin önüne geçmiştir. Mekke’nin ruhu Kâbe’dir. Kâbe sizi öz evlatları olarak kucaklamıştır. Asıl ondan ayrılınca başlar gurbetlik de, hasretlik de.

İslâm Medeniyeti’nin annesi Medîne

Önce Yesrib idi adı; tâ ki Kutlu Nebi hicret edene kadar. Yukarıda anlattığımız imar işleri ile sembol şehir oldu, örnek şehir oldu ve İslâm Medeniyeti’nin anası Medîne oldu. Ne hurma bahçeleri, ne verimli toprakları, ne havası, ne suyu; Medîne’yi Medîne yapan, Allah’ın ve müminlerin Sevgilisi, Resulü, Hazreti Peygamber’dir. Onun kabr-i şeriflerinin Medîne’de olması burayı ayrı bir yere koydu dünya şehirleri arasında. Sonra kutlu sahabeler ve tabiîn…

İşte Medîne, bağrında inciler saklayan bir hazine gibidir. Orada yabancılık çekmezsiniz. Öz yurdunuz gibidir. Ayrılamazsınız. Ayrıldığınızda gözünüz de, gönlünüz de, aklınız da orada kalır.


Ve Kudüs

Kudüs, kadim bir şehirdir. Yahudilerin de, Hıristiyanların da, Müslümanların da kutsal olarak saydığı bir şehir. Hazreti Musa, Hazreti Davut, Hazreti Süleyman, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed onun kutsiyet meşalesini tutuşturan peygamberlerden sadece birkaçıdır.

Kudüs demek, Mescid-i Aksa demektir. Mescid-i Aksa, hem ilk kıblemizdir, hem de Hazreti Peygamber’in miraca çıktığı yerdir. Bundan dolayı Müslümanların yanında değerini, saygı ve sevgisini hiç kaybetmedi.

Mescid-i Aksa’yı içinde barındıran Kudüs, Müslümanlar tarafından Hazreti Ömer zamanında fethedilmişti. Birinci Haçlı Savaşları sırasında kaybedilen Mescid-i Aksa, Selahaddin-i Eyyubi tarafından tekrar Müslümanların kontrolüne geçmişti. Bu durum, 22 Ağustos 1969’da Denis Michael Rohan adlı kişinin Mescid-i Aksa’yı kundaklama girişiminde bulunmasıyla değişmişti.[xiv]

Sezai Karakoç’un “Gökte yapılıp yere indirilen şehir”[xv] dediği şehirdir Kudüs. Karakoç daha sonra “Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri” mısraıyla semavî dinlerin tümünde kutsal kabul edilen Kudüs şehrinin uhrevî havası ve taşıdığı anlamla bütün insanlığın ortak değeri olduğunu vurgular.[xvi] Mazlumdur Kudüs, esirdir ve kurtarılmayı beklemektedir. Ağlamaktadır Kudüs. Mehmet Akif İnan’ın dizelerinde olduğu gibi: “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/ Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu/ Varıp eşiğine alnımı koydum/ Sanki bir yer altı nehri çağlıyordu.”[xvii]

Ruhu azap duymaktadır Kudüs’ün.

“Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi/ Ne diyor, ne diyor Kudüs bana şimdi/ Hani Şam’dan bir şamdan getirecektin/ Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine/ Ruhları aydınlatan bir lâmba/ İfriti döndürecek insana/ Söndürecek canavarın gözlerini/ İfriti döndürecek insana.”[xviii]

Nuri Pakdil de şöyle seslenir Kudüs’e: “Kudüs’ü İstanbul gibi görüyorum/ İstanbul’u Kudüs gibi görüyorum.”

Pakdil, bir başka şiirinde de şöyle seslenir Kudüs’e: “Yüreğimin yarısı Mekke’dir/ Geri kalanı da Medine’dir/ Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.”

İstanbul’un kalbi Eyyüb Sultan

İstanbul’un Fethi Hazreti Peygamber’in bir hadisi şerifi ile asırlar öncesinde, “İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o fetheden ordu ne güzel ordudur”[xix] diye müjdelenmişti. Bu müjde üzerine İstanbul, Müslümanlar tarafından ilk olarak Emevî Halifesi Muaviye zamanında tarafından 668-669 yıllarında kuşatıldı. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i hicret döneminde evinde misafir eden Ebû Eyyüb el-Ensari de bu kuşatma devam ederken hastalanarak 669 yılında vefat etti. Cenaze namazını Yezîd Bin Muâviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik tarafından surlara yakın bir yere götürülerek oraya defnedildi. Durumu öğrenen Bizans imparatorunun kuşatma kalktıktan sonra onu kabrinden çıkarıp vahşi hayvanlara yedireceğini söylediği, fakat İslâm ordusu kumandanı tarafından gönderilen cevapta, “Böyle bir şey yapıldığı takdirde İslâm ülkesinde yaşayan Hıristiyanların ve kiliselerin zarar göreceği” bildirilince kabre dokunmayacaklarına dair teminat verdiği nakledilmektedir.[xx]

Ebû Eyyüb’ün kabrinin sonraları bir bina içine alındığı, kıtlık zamanında kabrini ziyarete gelen Hıristiyanların onun hürmetine yağmur istediği ve asırlar boyunca bu kabrin itina ile korunduğu söylenmekte, bazı seyyahların verdiği bilgiler de bu rivayetleri doğrulamaktadır. Bu seyyahlardan Ali Bin Ebû Bekir el-Herevî, Ebû Eyyüb el-Ensari’nin kabrini ziyaret ettiğini belirtmiştir (Ziyârât, vr. 51a).[xxi]

Daha sonraları buraya çok sayıda manastır, kilise, ayazma ve kutsal sayılan mezarlar yapıldı. Ancak 1204 yılında Lâtinler İstanbul’u istilâ ederek şehri üç gün boyunca yağmaladılar. Hıristiyanlarca kutsal sayılan yerleri yıktıkları için Ebû Eyyüb’ün kabri de bu sırada tahrip edildi. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi esnasında kabrin yeri Akşemseddin tarafından keşif yoluyla belirlendi ve bugünkü şekilde cami ve türbe inşâ edildi.

Halife Muaviye, İstanbul’u 669 tarihinden sonra 672’de üçüncü kez kuşattı ama sonuç alamadı. İstanbul’un Müslümanlar tarafından dördüncü defa kuşatılması 712’de Emevi Halifesi Birinci Velid zamanında gerçekleşti. Yine Halife Birinci Velid’in 722’deki beşinci kuşatmasında Galata fethedildi ve buraya Arap Camii inşâ edildi. Abbasiler zamanında 782’deki altıncı kuşatma da başarısızdı. Abbasi Halifesi Mütevekkil zamanında, 854’te yedinci kuşatma ve 869’da dört ay süren sekizinci kuşatmada da sonuç alınamadı. Arapların dokuzuncu ve son kuşatması 970’te oldu ve sadece İstanbul’un haraca bağlanması sağlanabildi.

Osmanlılar zamanında da ilk kuşatma Birinci Bayezid zamanında 1391 yılında başladı. Tam beş yıl süren abluka 1396 yılına kadar devam etti. Bu sırada bir Haçlı ordusunun Bizans’a yardıma gelmesi nedeniyle abluka kaldırıldı ve Niğbolu’da yapılan savaşı Osmanlı Ordusu kazandı. Bizans, Osmanlı’nın şartlarını kabul etti. Ancak 1397 yılında İstanbul tekrar kuşatıldı. Bu kuşatmadan tam netice alınacakken bu sefer de Timur’un Osmanlı topraklarına girmesi nedeniyle kuşatma 1402’de kaldırıldı. İstanbul, 1412’de Şehzade Musa Çelebi, 1422’de İkinci Murad Han tarafından tekrar kuşatıldı. Ancak surlar aşılamadığı için kuşatma kaldırıldı.

1453 yılında Fatih Sultan Mehmed şehri kuşattı. Bu defa zamanın en modern topları ve karadan yürütülen gemiler ile sonuca varan Osmanlı Ordusu, İstanbul’a girerek müjdeye nail oldu. Bu bir fetih hareketiydi. Amaç bir yeri ele geçirmek değil, o şehirde yaşayan insanların gönlünü kazanmaktı. Fatih Sultan Mehmed de bir şiirinde, “Hüner bir şehir bünyâd etmektir/ Reâyâ gönlün âbâd etmektir” derken şehirlerde binalar ve sokaklar yapmanın hüner olmadığını, işin aslının halkın gönlünü mutlu etmek ve kazanmak olduğunu söyler.

İstanbul’un Fethi başta olmak üzere, İslâm’ın doğuşundan bugüne kadar gerçekleşen tüm fetihlerde fethedilen yerlerde yaşayan halkın gönlü kazanılmış ve onların gönüllü olarak İslâm ile şereflenmesi sağlanmıştır. İşte fethin özü budur. Bu şuur ile fethedilen yerlerde yapılan imar faaliyetlerinde de bu şuur hâkim olmuştur. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiği zaman Ayasofya’yı fethin sembolü olacak şekilde camiye çevirttiği gibi, Fatih Külliyesi’ni de inşâ ettirmişti. Bu külliye, camisi, medreseleri, kütüphanesi ve diğer müştemilatıyla İstanbul’un kent hüviyetinden şehir hüviyetine bürünmesinin bir nişanesi oldu. Ayrıca yeni fethedilen bu şehirde Eyyüb Sultan civarlarına Bursa’dan Müslüman Türkler getirerek iskân ettirdi. Böylece burada İstanbul’un simgesi hâline gelecek ikinci bir yerleşim mahalli oluşturdu.

Bu tarihten sonra “Dünya tek devlet olsa başkenti İstanbul olurdu” demiş Napolyon. Nedim de “Kasîde Der Vasf-ı Sa’d-Âbâd-ı Sitanbul” şiirinde, “Bu şehr-i Sitanbul ki bi-misl ü bahadır/ Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır/…/ Sitanbul’un evsâfını mümkün mü beyân hiç/ Maksûd hemân sadr-ı kerem-kâra senâdır” diyerek onun önemine vurgu yapmaktadır. Tıpkı Necip Fazıl’ın “Ay ve güneş, ezelden iki İstanbulludur” dizelerinde olduğu gibi…

Bugün İstanbul’da fethin sembolü olan Ayasofya başta olmak üzere Sultan Ahmed, Beyazıt, Topkapı, Süleymaniye, Eminönü ve Fatih’teki selatin camileri, Eyyüb Sultan’da metfun olan önemli şahsiyetlere ait kabirler, Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdai türbesi, Merkez Efendi türbesi, Ebü’l-Vefa türbesi ve aklıma gelmeyen onlarca yeri çıkardığınızda, İstanbul kandili sönmüş bir lâmba gibi ıssız kalmaz mı? İşte İstanbul’u İstanbul yapan bu mekânlar, tarihî binalar, kabirler, türbeler ve camiler bu şehrin ruhu değildir de nedir?

Diğerleri

İsterseniz diğer şehirleri Sezai Karakoç’tan dinleyelim: “Semerkant, Buhara, Bağdat dedikleri zaman hemen hatırımıza bir nevi masal kentleri gelir. Sıradan şehirler olarak gelmez aklımıza bunlar, bayağı bugün erişilmesi mümkün olmayan, âdeta masallara yaraşır şehirler gelir. Gerçekten de öyledirler. Nitekim Bursa’nın son durumunu bile görenler bilir ki, hatta şu andaki durumundan yapabileceğimiz çağrışımla, onlar geçmişte, hem de yakın geçmişte bile, âdeta birere masal şehriydi. Peki, bunlara bu efsunu, bu güzelliği, bu büyüyü, bu sırrı ne veriyordu? İslâm Medeniyeti. İslâm Medeniyeti’nin ruhu, İslâm Medeniyeti’nin güzelliği, İslâm Medeniyeti’nin zenginliği her tarafından fışkırıyordu o şehirlerin. Bu şehirler de, en küçük kasabamız da böyleydi.”[xxii]

Sahi, Semerkant ve Buhara denilince Şah-ı Nakşibend, Ahmed-i Yesevî, İsmail Buharî geliyor, değil mi? Bursa’da Emir Sultan, Üftade Hazretleri, Somuncu Baba… Sahi, “Somuncu” Baba denilince Aksaray, Bursa, Darende geliyor aklımıza. Bir de Hacı Bayram-ı Velî… “Hacı Bayram” denilince Ankara ve Akşemseddin… Şimdi Hacı Bayram’ı Ankara’dan, Somuncu Baba’yı Aksaray ve Darende’den, Emir Sultan’ı, Ulu Cami’yi, Yeşil Türbe’yi, Orhan Gazi’yi Bursa’dan, Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi’yi Söğüt’ten, Mevlâna’yı ve Şemsi, Alâeddin Camiî’ni Konya’dan, Suheyb-i Rumî’yi Çorum’dan, Sunullah Gaybî’yi Kütahya’dan, Yûnus’u Eskişehir’den, Hacı Bektaş-ı Velî’yi Hacıbektaş’tan, Şaban-ı Velî’yi Kastamonu’dan çıkarınca geriye ne kalır tonlarca taş ve tuğladan başka? İşte burada işin ehli bir mimarımız Mehmet Osmanlıoğlu şunu söylüyor: “Şehrin ruhunu alınca kent olur.”[xxiii]

Şehirde sınıflaşma yoktur. Şehir sadece içinde yaşayan insanların maddî ihtiyaçlarını karşılamayı düşünmez, onlara sosyal alanlar verir. 

Sonuç yerine

Eskilerin “Şerefü`l-mekân bi’l-mekîn” diye meşhur bir sözü vardır. Bu sözün mânâsı şudur: “Bir makamın şerefi, orada oturan insanlardan gelir.”

Muzaffer Özok Efendi bir sohbetlerinde, bu söz ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlar: “‘Şerefü’l mekân bi’l mekîn’ de vardır, ‘Şerefü’l mekîn bi’l mekân’ da vardır. Meselâ, bir zât Fatih Cami-i Şerifi’ne imam olsa, cami ona şeref verir. Aynı zât Fatma Kadın Camisi’ne imam olsa, o zât o camiye şeref verir. ‘Şerefü’l mekîn bi’l mekân’, ‘kişinin şerefi bulunduğu mekân iledir’ manâsına gelir.”[xxiv] 

Bu konuda Mehmet Güneş’in şu tespitleri ne kadar da doğrudur: “Şehirlerin mimarî yönden ve maddî açıdan gelişmesinde siyâsî ve idarî yöneticiler ne kadar mühimse, manevî ve kültürel yönden gelişmesinde de manevî önderlerin etkisi o kadar büyüktür. Manevî liderler sadece yaşadıkları dönemde değil, öldükten sonra da fikirleri ve ortaya çıkardıkları eserleriyle varoluşlarını devam ettirirler. Manevî liderler, halkın içinde var oldukları için siyâsî ya da bürokratik bir liderden daha avantajlıdırlar. Bunun nedeni, halka, yaşantıya direkt nüfus ederler ve etrafında bulunanları derinden etkileyebilirler. Manevî liderlere ait olan türbe, kümbet, mezar, külliye gibi manevî havası olan mekânlar zaman zaman turistik amaçla kullanıldığı için bazı şehirlerde manevî liderlere duyulan saygının istismar edildiği durumlar gözlemlenmektedir. Mimarî eserler ziyaretçisine farklı bir iç yolculuğun kapılarını araladığı için, manevî önderin hayatı, ziyaretçisine farklı yolculukların kapısını aralamaktadır. Manevî önder demek, bir şehrin ruhî olarak lideri demektir. O şehirde derinden izler bırakmış kişi demektir. Şu anda günümüzde dahi bu manevî önderlerin izleri devam etmektedir. Konya’nın Mevlânâ, Ankara’nın Hacı Bayram Veli ile anılması gibi, şehirlerde yaşayan manevî liderler de zamanla o şehre nüfus ederek manevî atmosferini etkiler ve şehir manevî önderle anılır.”[xxv]

“İnsanlar şehirleri, şehirler de insanları inşâ eder” demiştik. Şehirlere ruh veren de insandır, o ruhu alan da, öldüren de insan. Artık adına “modern” dedikleri kentlerin mimarilerinde kapitalizmin mabetleri hâline gelen AVM’ler, gökdelenler, rezidanslar ana merkezleri oluşturuyor. Buralarda mescitleri yerin altındaki otoparkların yanlarında bulabiliyorsunuz. Kentlerin kapitalist ideolojisi tüketimi öncelediğinden, insanı köleleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmakta. İnsanlığın menfaate kurban edildiği bu mekânların ruhu sadece paradır. Onun da değeri her gün değişmekte ve düşmekte.

Yazımızı Hayati Koca’nın şu sözleriyle sonlandırmak istiyorum: “Şehirlerin ruhu insanlardan uzaklaşmıştır. Şehirlerdeki evlerin birbirine yakınlığına inat, insanlar ruhlarını birbirinden uzaklaştırmıştır. Şehirlerin ulaşımda ve iletişimde insanlara sunduğu imkânı, insanlar birbirinden kaçışta imkân olarak kullanmışlardır. Birbirine yakın kurulan evler, birbirinden kopan, birbirine tahammül edemeyen bireyler yaratmıştır. Yalnızlaşan bireyler, hayata tutunmak için kendisiyle yarışır olmuştur. Kendisiyle yarışa doymayan, doyamayan bireyler kendi içinde ne kadar hızlı ilerliyorsa, bir başka bireyden de o kadar çabuk kopmuştur. Kendisini yenemeyen, yenileyemeyen, tanımayan bireylerin de şehirleri tanıması imkânsızlaşmıştır. Şehirler artık bir yaşam alanı değil, bir kaçış olmuştur. Kendi içinde kaybolan fertler bir de şehrin kalabalığında kaybolmaktadırlar. Şehirlerin ruhu aslında şehirlinin ruhudur. Bir şehirde yaşanan her ne varsa, şehir hangi renge bürünmüşse, o şehrin sakinlerinde de az veya çok o renk vardır. İnsanların aralarına koydukları mesafeler kadar, şehirler de insanlara mesafe bırakmaktadır. Bir şehirli gözlerinde ne varsa gökyüzünde de onu göreceğini unutmadan yaşamalıdır.”[xxvi]



[i] Mustafa Sabri Küçükaşcı, Şehir, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 38, sh: 441-446, İstanbul, 2010

[ii] İlhan Kutluer, “Medeniyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, TDV Yayınları, C. 28, s. 296, İstanbul 2003

[iii] Ekrem Demirli, Şehir Ve Peygamber, Sabah Ülkesi, Sayı: 43, Sayfa: 7-9, Nisan 2015

[iv] Halit Yıldırım, Şehir bizi boğuyor mu?, https://haberajandanet.com/

[v] İlhan Şahin, Şehir, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 38, sh: 446-449, İstanbul, 2010

[vi] Mustafa Karaosmanoğlu, İnsan ve Şehir, http://www.mustafakaraosmanoglu.com/insan-ve-sehir/

[vii] Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Kapı Yayınları, İstanbul 2015, s. 238-239.

[viii] Lütfi Bergen, Dindarlığın Kentsel Süreçte Kapitalistleşmesi, https://www.lutfibergen.com/category/ev-sehir

[ix] Sezai Karakoç, Kıyamet Aşısı, Diriliş Yayınları, İstanbul 2005, s. 130.

[x] Fikri Kula, Sezai Karakoç’un Şiir ve Hikâyelerinde Şehir ve Medeniyet, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2016

[xi] İlhan Şahin, 2010, agm.

[xii] Lütfi Bergen, agm.

[xiii] Mehmet Mazak, Ruhu Olan ve Olmayan Şehirler, https://mehmetmazak.net

[xiv] Emir Ali Şahin, Nuri Pakdil’in Şiir Coğrafyasında Kudüs, Akademik Platform, s: 69-78, 2018

[xv] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, İstanbul 2013, s. 627.

[xvi] Fikri Kula, age. s: 24

[xvii] Mehmet Akif İnan, Tenha Sözler, Sanat Yayınları, Konya 1994, s. 26-27.

[xviii] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, İstanbul 2013, s. 627.

[xix] Ahmed bin Hanbel, IV, 335; Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr, I (ikinci kisim), 81; et-Târihu’s-Sagîr, I, 341; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, II, 24; Hâkim, Müstedrek IV, 422; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI, 219; bk. Hadislerle Gerçekler, c. 2; s. 251-254)

[xx] Hüseyin Algül, Ebu Eyyüb El Ensari, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 10, s: 123-125, İstanbul, 1994

[xxi] Herevî, Ziyârât, Bursa Eski Eserler Haraççıoğlu Ktp., nr. 1095, vr. 51a.

[xxii] Sezai Karakoç, Çıkış Yolu II Medeniyetimizin Dirilişi, Diriliş Yayınları, İstanbul 2012, s. 142-143

[xxiii] Mimar Mehmet Osmanlıoğlu, İstanbul’un Anadolu’ya ihtiyacı var, 19.08.2018, Yeni Şafak Gazetesi

[xxiv] https://defter-i-ussak.blogspot.com/2015/04/sereful-mekan-bil-mekin.html

[xxv] Mehmet Güneş, Şehre Yansıyan Medeniyet Edebiyata Yansıyan Şehir, Ankara: Hece Yayınları, 2018

[xxvi] Hayati Koca, Şehirlerin ruhu,  https://www.adanapost.com