Şehirlere dokunmak

Şehirlerimizde yitirdiğimiz değerleri anıp hayıflanmak veya büyük bir özlemle nazar etmek bu minvâldeki sorunlarımızı kesinlikle çözmeyecektir. Şehirleri inşâ ve imar ederken, İbn Battûta’nın dediği gibi, gayret kuşağının belimizde hep takılı olmasından başka çaremiz görünmüyor.

HER bir düşünce yapısının, her hayata bakışın, her bir ideolojinin şehir tasavvuru farklı farklı olabilir ama ortak bir şehir tasavvuru ve buluşulan ortak yönleri de olacaktır muhakkak. Zıtlıkları barındıran bu bakış açısı, tezat ve tenakuz arasındaki makası daha da küçültecektir. Bununla birlikte, şehirleri sadece geçmişi baz alarak kopya etmek de tam doğru olmayacaktır. Kültürümüzden gelen, şehirlerimize dair retrospektif bilgilerimizde de yetersizlikler ve kopukluklar olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Şehirleri günümüz insanının estetiğine göre de inşâ etmek, hatta geleceği tasavvur ederek şimdiden buna şehirlileri alıştırmak dahi önem arz edecektir. Ama yine de kadim medeniyetimizin tözleri, yüzyıllardan gelen kültür süreci irdelenerek kimliğimizi tahkim gayretleri olmalıdır. İnsanların, toplumların en mühim eserleri şehirleridir ne de olsa.

Şehirliyi doyuracak fabrikalar ve günümüzün anlayışındaki ticarî faaliyetler olacaktır. Ama şehir olgusunu tamamen bunlar üzerinden kurgulama yanlışına düşmemek gerekiyor. Bu bağlamda şehirlerin derunundaki mânâlara kulak verip şehirleri sadece maddî medeniyet ekseniyle görmemeliyiz. Belki de bir denge gözetilmelidir. Her insan kendi dünyasını özgürce kendi inşâ etsin ama şehirleri ortak bir sağduyulu akıl üzerinden plânlamak daha elzem olacaktır.

Herkesin şehri biraz da insanın kendi içerisindedir. Şehir; sosyal ortam, çevre, kültür, tarih ve ruhla inşâ olunan mekândır. Her ne kadar kent olgusu hep soğuk kapitalist dünyanın dayatmasının bir ürünü olarak doğmuşsa da bazı gönüllere râm olmuş AVM’ler, gökdelenler, plazalar, rezidanslar, ışıltılı neon ışıklarıyla örülü kentler vardır ve bu anlayışlar haris, doymayan, sadece tüketimi temel alan bencilliklerle beslendiği için bunların karşısında mukavemet göstermek gibi bir sorumluluk olmalıdır. Çünkü bu kaybedişlerle birlikte, ruhu olmayan, hormonlu büyüklerin kazancı da hep geçici olacaktır.

Biraz özele inecek olursak, Osmanlı’da cadde ve sokaklarda sağa sola tükürülmesinin önlemini almanın yanında, bir kusmuğun üzerini kül ve kireçle örten birimler kurulmuş. Bilhassa devlet erkânı ve diğer hayır sahipleri sadece bu amaca yönelik hususi vakıflar kurmuşlar. İlk etapta tuhaf bir uygulama gibi geldi bana ama daha sonra bu uygulamanın yerinde ve ihtiyaç dâhili olduğuna kanaat getirdim. Yollara saçılan bu ifrazatın insanların en eski toplumsal sorunlarından biri olduğunu kim inkâr edebilir ki? Çevremize bir bakarsak, günümüzde de bunlara benzer durumlarla karşılaşmıyor değiliz.

Şehirlerde gerek sokak köpeklerinin, gerekse sokak kedilerinin kazuratı çevresel kirlilik ve hastalık yaymaktadır. Doğal ortamlarından koparıp daha çok evlerde bu hayvanları besleme kültürünün yaygınlaşması ve şehir sokaklarında çoğalmaları sonucunda istenmeyen böyle görüntülerle daha da çok karşılaşır olduk maalesef. Sokaklarda, caddelerde olumsuz ve sıkıntılı durumları gördükçe, “İlgili belediye birimleri, zabıta, çevre ile ilintili başka birimler ne işler yaparlar?” diye sorgulamaktan geri duramıyor insan.

En temel sorunlarımızı çözememişken, Osmanlı’daki bazı vakıfların ilgi alanlarını duyunca, meselâ kuşların beslenmesine yönelik olan vakıflar gibi, ne kadar ayrıntıya yönelip özenli bir hayat felsefesi edindiklerine hayran olmamak elde değil. Tekâmül daha çok ayrıntılarda gizli olmalı, ne diyelim.

İnsanı çıkarsanız, şehirler beton yığınlarıyla kalakalırlar. Önemli olan insanın mutluluğudur, zenginleşmesidir. İnsanın hem kendini, hem de yaşadığı ortamı tanıma büyüsünde yol alan bir zenginliktir bu. Pervasız tüketime, gösterişe hep bir itiraz olmalıdır. Serzeniş, ekonominin istismar aracı olan tüketim çılgınlığınadır. Bu hastalıklı duruma düşen medeniyetlerin yıkılışları kaçınılmazdır. Ama her şeye rağmen savurganlığın, gösterişin önü, derin düşünmesini ve yalın yaşamasını bilenlerce kesilecektir. Bu bağlamda tahripkâr anlayışlara, açgözlülüğün iktidarı olan kapitalizme hep bir itiraz olmalıdır. Kendi kültürlerini zenginleştiremeyen toplumlar, ekonomilerini daha çok zenginleştiremeyeceklerdir.

Medeniyetlerin inşâsında bilgi ve bilgelik bir vasıtadır. Bilgi ve bilgelik, yüzyılların içerisinde elde edilen bir olgudur. Hayatı anlamlı ve yaşanır kılan bilgi ve bilgeliğin vatanı yoktur. Bu aydınlıkta medeniyetler inşâ olur. Uygulamasız bilgi, bilgisiz uygulama olmayacağı da bir gerçektir. Arzulanan, istenen hep bir uzun soluklu, kalıcı bir medeniyet ve şehir tasavvuru olmalıdır. Gösterişe dönüşmeyen güzellikte aranan büyük bir medeniyet tasavvurudur bu. Aklı önceleyen felsefe, aklı tek başına yeterli görmez. İnsanlar sadece akıllarıyla değil, gönülleriyle de düşünmelidirler. Bu bilgi ve gönül ortamında hikmeti arayan arifane bir bakışla iyi sonuca ulaşılacaktır.


Şehri okumak

Şehirlerimiz çok yara aldı. Öncesinin mütevazı, fakir ama onurlu şehirleri bugün harabe veya metropol şehirler hâline geldiler. Rantiyecilere, “Gün bugündür” diyenlere meydan fazlasıyla boş bırakıldı ne yazık ki. Başka bir ifadeyle, modern zaman barbarları vasıtasıyla çok hırpalandılar. Ama yine de şehirlerimizde kurtarılacak bazı şeyler kalmıştır muhakkak. Medeniyetlerin ve doğal olarak şehirlerin üzerindeki bu behimî galebe hırslarını elimine etme, bütün insanlığın ortak gayretiyle olacaktır. Şehrin mimarisine ve bütün değerlerine duyarsız ve nobran olanlar hep olmuştur, olmaya da devam edecekler ne yazık ki. Bunların sayıları ve tahrip etkileri en azından geri dönüşümsüz olmamalıdır. Ayrıca verecekleri tahribatı azaltmak gibi büyük bir gaye güdülmesi elzem olacaktır. Bunların karşısındaki güç, şehirlerin tılsımını, esrarını, değer kıymet bilme aşkınlığında ve sahipliğinde olmalıdır.

Temelden gelen entelektüel elitizmin yanında sonradan da olsa şehirlerin yerlisi olmak, olabilmek gibi bir olgu da olmalıdır. Yaşanan, havası teneffüs edilen şehrin tarihine, yumuşak güç kabul ettiğimiz kültürüne aşina olmakla, onu içselleştirmekle olabilecek bir değer bu. Özellikle yeni nesillere tarih ve kültür bilinci ne kadar sağlıklı verilebilirse şehir bilinci de o nispette güçlenecektir. Şehirlinin kültürel seviyesi ne kadar üstte olursa o kadar başarıya ulaşılmış demektir.

Şehirli kimliğini kazanma ve kaybetmeme bağışıklığını kazanmalıyız. Bu konuyu biraz daha açacak olursak, yaşanan şehri keşfetmek, anlamak, şehri yorumlamak, şehri tarihi ve kültürüyle içselleştirmek, şehrin sembollerini kavramakla mümkün olacaktır. Şehir belleğini kuvvetlendirme, şehre kimlik kazandırma doğrultusundaki her faaliyet, her çaba değerlidir. Şehirleri yaşatan ruhlar, şehirlinin üzerinde bir melek gibi badirelerden koruyacaktır belki de. Bellek yitimine uğramış, kimliği zedelenmiş olan kimi şehirleri iyileştirme çabaları da buna dâhildir. Bunların sonucunda “kadim şehir” ve “kültür şehri” gibi olgularının içleri doldurulmuş olacaktır. Daha çok şehirlilerin şehirlerine karşı aidiyet duygularını pekiştirmek gerekiyor. Şehirde salt yaşıyor olmak elbette yeterli olmayacaktır.

Yüreğimdeki -şiir gibi olan- şehirlere bir kapı aralayacak olursam: “Bir şehir doğuyor kalabalığa, körpe bedenleri doyuran, hem doğuya, hem batıya açılan eli kalem tutan âlimin içselliğiyle, ilk yetmelerine sabahın. Bir şehir doğuyor kalabalığa, güngörmüş sakallı başucunda, çingene esintili gökyüzünde çift başlı kartalı süzen edasıyla, sözüm ona eskiyen sokağında acı kapanı çığlığı eşliğinde. Bir şehir doğuyor kalabalığa, hüznü içiren yabani ellerde, kepenk önüne izini bırakırcasına, aşkı çağıran yüreğin serzenişi ve hesap yapan adımlarında. Bir şehir doğuyor kalabalığa, sevda ekip medrese büyütülen günlere doğduğun ve büyüttüğün masallarında, ölüm güzellemesinde bıraktığın şiir, kalemine diziyor sözlerini. Bir şehir doğuyor kalabalığa, sabah güneşi konuyor soğuk eline, sandığında sakladığın hediye beyaz gecelerinin karanlığında güngörmüş, yalnızlığı yudumlayan ve de vazgeçilemeyen aşkında. Bir şehir doğuyor kalabalığa, gözünü açan beden sıcaklığında, şehrin ışıklarını söndürüp bir sevda daha gömüyor karanlığa; bir şehir daha doğuyor yarına, bir şehir daha doğuyor kalabalığa.”

Şehirler, medeniyetlerin zirve noktalarıdır. Medeniyetlerin aynasıdır. Şehirleri güzelleştirme adına daha da çok insan odaklı farkındalıklar geliştirmek gerekiyor. Her şey eskir, şehirleri de eskitir zaman ama şehirleri yaşayan, kendini yenileyen bir varlık olarak görürsek bu sorunsalı çözümleme noktasında bir nirengi noktası bulmuş oluruz. Meselâ şehre bakış noktasında Osmanlı anlayışı kısaca “Pazarı bulunur, mahkeme kurulur ve Cuma kılınır” şeklindedir. Yaşanılası şehirler için ne kadar öz ve derinlikli bir söylem.

Eskilerin toprak, su, hava ve ateş olarak adlandırdıkları anâsır-ı erbaa anlayışını şehirler için bir kıymet ve şehirliler için bir “Olmazsa olmaz” anlayışıyla ele almak gerekiyor. Daha öznel bir anlatımla, Türk-İslâm medeniyetimizin belleği olan şehirlerimize daha da özenli yaklaşmak gibi büyük bir sorumluluğumuz olmalı.

Bizim medeniyetimizin şehirler için tasavvuru ve çözüm önerileri hep olmuştur ve olacaktır. Şehirlerimizde yitirdiğimiz değerleri anıp hayıflanmak veya büyük bir özlemle nazar etmek bu minvâldeki sorunlarımızı kesinlikle çözmeyecektir. Şehirleri inşâ ve imar ederken, İbn Battûta’nın dediği gibi, gayret kuşağının belimizde hep takılı olmasından başka çaremiz görünmüyor.