Şehirler ve insanlar

Nasıl ki insanların bir ruhu varsa, şehirlerin de vardır. Aslında şehirlerin ruhuna damgasını vuran insanlardır. Ama zaman içinde bu ruhlar interaktif olarak birbirlerini şu veya bu biçimde etkiler hiç şüphesiz. İnsanların ruhsal yapısı ne kadar temizse, şehirlerin ruhsal yapısı da o kadar temiz olur.

Gelişim, etkileşim ve değişim

DÜNDEN bugüne insanoğlunun yaşam serüvenine baktığımız zaman hep kendini geliştirdiğini ve değiştirdiğini görürüz. Bu gelişim ve değişim, mantığın kurallarına göre akıllı, zeki ve irâdeli bir varlık olan insan için hem zorunlu bir olgu, hem de sosyal değişme açısından sosyoloji biliminin kanunlarına göre mecburî bir durumdur.

Hâl böyle olunca, daha ilk günden itibaren insanoğlu çevresini etkileyip değiştirmeye başlamış, günümüze gelinceye kadar bu değişim süreci kesintisiz olarak devam etmiştir. Hiç şüphe yoktur ki, bu etkileşim ve değişim süreci interaktif bir şekilde yarınlarda da olmaya devam edecektir.

Ancak, insanoğlunun târihinde vukû bulan bu etkileşim ve değişim belki de ilk zamanlarda (ilk binli yıllarda) ağır aksak ve yavaş yavaş olurken, son zamanlarda (son binli yıllarda) oldukça hızlanmış, hele de günümüzde baş döndürücü bir hâl almıştır.

Arkeolojik kazılar, antropolojik bulgular, bilim târihi ve insanlık târihi bize bu konuda epeyce bilgi vermekte ve insanoğlunun yaşam süreci hakkında önümüzü aydınlatarak yardımcı olmaktadır. Meselâ, Urfa’daki kazılarda ortaya çıkarılan “Göbeklitepe”, Gaziantep’teki “Zeugma mozaikleri”, Mısır’daki “Piramitler”, Medyen şehirleri, Bâbil’in asma bahçeleri, Lût kavminin yaşadığı “Sodom ve Gomore”, birçok ülkedeki eski Roma kalıntıları bu minvâl üzeredir.

Şehirleşme olgusu ve yaşanan süreçler

İnsanoğlunun daha rahat ve konforlu bir hayat yaşama arzusu arttıkça, daha işlevsel ve korunaklı habitat ve mekânlarda yaşama isteği çoğaldıkça, daha estetik ve sağlam binâlarda hayatlarını sürdürmeyi plânladıkça, sosyal yardımlaşma ve dayanışma duygusu kaçınılmaz olarak zorunlu hâle geldikçe ve dahi ihtiyaçlar ve imkânların artmasıyla birlikte sosyal, kültürel ve ticârî hayatta canlanmalar oldukça, insanlar kırsal kesimlerden, dağlardan, yaylalardan, çadırlardan, köy, mezra, kom gibi yerleşim birim ve habitatlardan yavaş yavaş ayrılarak bugün adına “şehir” denilen yerleşim birimlerine doğru akmışlar veya kendileri zaman içerisinde şehirler husûle getirmişlerdir.

Takdir edilir ki, şehirleşme olgusu ve buna bağlı olarak medeniyet ve uygarlıkların inşâsı, zaman dilimi açısından bir süreç ve sürekliliği gerektirir. Bu bakımdan hiçbir şehir ve şehirleşme olgusu durup dururken kendiliğinden bir anda olmamış ve oluşmamıştır.

Dünden bugüne baktığımızda, şehirleşme olgusu ve şehirlerin inşâsında muazzam değişikliklerin olduğu göze çarpmaktadır. Önceleri küçük birimler ve demografik yapı itibariyle nüfusun oldukça az olduğu şehirlerden günümüzde yerleşkeleri oldukça büyümüş ve nüfusları da alabildiğine artmış, hatta isimlendirmedeki niteliksel sıfatları da değişerek adları “metropol kentler”, “mega kentler” şeklinde ifâde edilen bir noktaya gelinmiştir.

Aynı zamanda târihî süreç içerisinde bu şehirlerin mimârî yapılarında, tezyinat ve süslemelerinde, amaç ve fonksiyonlarında, anlayış ve felsefelerinde, işgâl ettikleri mekânlar itibariyle yerleşkelerinde önemli değişmeler olmuş ve olmaya da devam etmektedir.

Şehirler, temiz ve kirli ruhlar

Mâmâfih, nasıl ki insanların bir ruhu varsa, şehirlerin de vardır. Aslında şehirlerin ruhuna damgasını vuran insanlardır. Ama zaman içinde bu ruhlar interaktif olarak birbirlerini şu veya bu biçimde etkiler hiç şüphesiz. İnsanların ruhsal yapısı ne kadar temizse, şehirlerin ruhsal yapısı da o kadar temiz olur. Tabiî bunun tersi de mümkündür. Yâni temiz ruhlar temiz şehirler oluşturur, kirli ruhlarsa kirli şehirler. Bunun örnekleri dünyada çoktur. Ama isim vermeye gerek yoktur. Bazen bir şehrin içindeki bazı semt ve mahâlleler bile insanların yaşam felsefesi ve davranış kalıpları itibariyle temiz veya kirli semtler, mahâller ve mekânlar hâline dönüşebiliyor.

Hatta dünyada öyle ülkeler, o ülkelerde öyle şehirler, o şehirlerde öyle semtler, o semtlerde öyle mahâlleler, o mahâllelerde öyle cadde ve sokaklar vardır ki belirli bir saatten sonra buralara bir yabancının girmesi asla mümkün değildir. Hatta o ülkenin asker ve polis teşkilâtı dahi buralara girmekte bir hayli zorlanmaktadır. Çünkü bu mahâller her türlü suçun işlendiği, uyuşturucu ve alkolün alabildiğine kullanıldığı, fuhuş ve kumar oynamanın sınırsız uygulandığı, emniyetin zerre kadar olmadığı karanlık yerler, “arka sokaklar” olarak nam salmışlardır.

İzm’lerin etkileri

İşte vahşi kapitalizmin, nerede duracağı belli olmayan modernizmin, gittikçe azgınlaşan hedonizmin, sosyal hastalıkların artmasına sebep olan anomizmin, toplumsal yapıda kaos oluşturan anarşizmin, aklı ve bilimi devre dışı bırakan teoizmin (bizde Kur’ân’ı devre dışı bırakan ya da aksesuar olarak kullanan bazı dînî grupların dincilik anlayışı), dini devre dışı bırakan ateizmin, Tanrı’yı devre dışı bırakan deizmin, din ve inanç düşmanlığı yapan sekülerizmin, aklı putlaştıran rasyonalizmin, bilimi putlaştıran pozitivizmin, insan hakları, özgürlükler ve hür irâdeyi baskılayan ve dışlayan totalitarizmin insanları getirdiği yer burasıdır. Zâten bundan farklı bir şeyin olması da mümkün olamazdı. Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir konu hakkındaki interaktif ilişki ve etkileşim, eşyanın tabiatına uygun olarak ancak böyle oluşur ve böyle şekillenirdi.

Bu gelinen nokta, şehircilik boyasıyla boyanmış tam bir “modern bedevîlik” olgusudur. İbni Haldûn’un “Hadarîlik” anlayışı dahi zamanın şartları itibariyle bugünün “medenîlik ve şehircilik” anlayışından çok daha ileride idi.

Müslümanların şehircilik anlayışı

Aslında İslâm, Rasûl’ün önderliğinde eskiden adı “Yesrib (nâhoş, hoş olmayan yer)” olan bir beldeyi tam mânâsıyla medenîleştirmiş ve adını da değiştirerek “Medine-i Münevvere (tenvir edilmiş, aydınlatılmış şehir” yapmıştı. İşte Müslümanlar, o günden itibaren gittikleri her yeri tenvir ve ihyâ ederek uzunca bir süre medenîleştirmiş ve bu meyanda nice medenî şehirler inşâ etmişlerdir. Bunlara örnek olarak Fustat (Kahire), Rey (Tahran), Nişâbur, Belh, Horasan, Buhâra, Semerkant, İşbîliyye (Sevilla), Gırnata/Granada (Gırnata şehri ve El-Hamra Sarayı), Kurtuba/Cordoba (Kurtuba şehri ve câmii), Rabat (Fas’ın başşehri), Konya, Bursa, Edirne, İstanbul gibi daha birçok şehri sayabiliriz.

İslâm anlayışına göre şehirler, Medine’de ilk örnekleri görüldüğü üzere en merkezî mekânda mescid/câmi, hemen yanında mektep (Medine’de Ehl-i Suffe), pazar ve bedesten (kapalı çarşı), imâret/imârethâne (yoksullara yemek ve yiyeceklerin dağıtıldığı yer ve kurumlar) ve diğer sosyal ihtiyaçları karşılayacak müştemilât (sâir yapıtlar) ve hâneler (evler) şeklinde tanzim edilirdi. Hâl böyle olunca, şehirlerin ruhu İslâm anlayışına göre şekillenirdi. İslâm da insanları ve insâniyeti merkeze alan, önceleyen bir din olduğu için, hâliyle bu ruh insanlara müspet olarak yansır ve ortaya muazzam bir güzellik ve iyilik tablosu çıkardı. Bu tabloda herkesin mutlu ve huzurlu olduğu, kötülüklerin, çirkinliklerin, ahlâksızlıkların söz konusu olmadığı, beşerî münâsebetlerde ve komşuluk ilişkilerinde ferdiyetçiliğin, nemelâzımcılığın değil de cemiyet ve cemaatin diğerkâmlık (empati), yardımlaşma ve dayanışma duygusunun öne çıktığı toplumsal bir portre vardı. Dolayısıyla şehirlerde yaşayan insanların psikolojileri olumsuz bir şekilde etkilenmez ve bugünün insanlarında sıkça görülen psikolojik sorunlar ve patolojik bulgular pek ortaya çıkmazdı.

Gelinen nokta ve son sözler

Günümüzde ise İslâm ülkelerindeki şehircilik anlayışları bu mânâda özelliğini ve karakterini kaybettiği için, gerek mimârîde, gerek tezyin ve tezyinatta, gerek estetikte, gerek sosyal yapı ve anlayışta, gerekse ahlâk, huzur, emniyet ve güvenlik açılarından olsun, eskiyle mukayese edilemeyecek kadar bir bozulma, çürüme, çözülme, yozlaşma ve keşmekeşlikle karşı karşıya bulunmaktayız.

Onun için şairin (N. F. Kısakürek) dediği gibi, “Durun kalabalıklar! Bu sokak, çıkmaz sokak” diyerek ve “Kaldırımlar” şiirini hatırlatarak, aynı zamanda da ünlü mütefekkir Mümtaz Turhan’ın “Cemiyet İçinde Fert” kitabı ile Peyâmi Safa’nın “Yalnızız” romanını da salık vererek bu makalemi bitirmek istiyorum, vesselâm…