
HENÜZ Corona belâsı ortaya
çıkmadan önceydi. Ailece Havza’dan Ankara’ya dönüyorduk. Yıllardır memlekete
gidip gelirken hep yanından geçiyorduk ama şehir merkezine girip gezmek hiç
aklımızdan geçmemişti. Bu defa nasıl oldu, bilmiyorum, ama Merzifon’a sapmak ve
belediyeci gözüyle şehre şöyle bir bakmak istedim.
Şehir
içinde dolaşırken eski bir cami ile sonradan medrese olduğunu öğrendiğim tarihî
bir yapı dikkatimi çekti. Çok güzel bir parkın içinde bulunan cami ve medrese,
dışarıdan bakınca harika görünüyordu. Bu arada ezan okunmaya başladı. Caminin
kapısında bir adam, “Çok güzel olmuş değil mi?” diye sordu. “Ne?” diye cevap
verdim. Benim yabancı olduğumu tuhaf bakışlarımdan anlamış olacak ki, “Cami”
dedi, “Yeni restore edildi, daha geçen hafta ibadete açıldı”.
Cami,
gerçekten de güzel olmuştu. Vakıflar Genel Müdürlüğü camiyi ve yanındaki
medreseyi restore ettirmiş ve her ikisini de kullanıma açmış. Medrese
içerisindeki odalar geleneksel el sanatları ile uğraşan firmalara kiralanmış.
Gözleme yapan bir kadın ve taburelerde oturanlara servis yapan otantik bir çay
ocağı dikkati çekiyordu. “Keşke dükkânlardan birinde eski kitaplar olsaydı da
insan kendini kadim zamanlarda hissetseydi” diye düşündüm.
Cami
1420 yılında yapılmış, “Çelebi Sultan Mehmet Camii” ismini taşıyor. Tarz olarak
Selçuklu-Osmanlı geçiş dönemi mimarisinin bir ürünü. Ankara’daki Ahi Evran Camii
ile aynı özellikleri taşıyor. Duvarlar, taş ve tuğla karışımı. Caminin kubbesi
yok, kiremit bir çatısı var. Tavanı, ahşap direkler üzerine kurulu sıra sıra dizilmiş
keresteler ile örtülmüş.
Cami
maalesef, İsmet İnönü zamanında uzunca bir dönem ibadete kapatılıp askerî depo
olarak kullanılmış. Rahmetli babam sık sık, “Bunlar, camileri ekin ambarı ve
ahıra çevirdiler” derdi. Ezanın Türkçe okutulduğu o dönemde gerçekten de pek çok
cami, devlete ait bir depo hâline getirilmişti. Halkın tamamına yakını Müslüman
olan bir memlekette yüz karası bir uygulama ve hatırlanınca insanı utandıran
bir durum!
Çelebi
Sultan Mehmet Camii, 1950’den sonra halkın talebi ile yeniden ibadete açılmış.
Askerî depo olarak kullanıldığı dönemde caminin zemini düzayak olsun diye
doldurulmuş. İbadete açıldıktan sonra da öylece kalan zemin, restorasyon ile
aslına uygun olarak boşaltılmış ve caminin ana havasını oluşturan ahşaba uygun
bir halı ile döşenmiş. İnsan böyle kadim dönem camilerinde ibadet ederken ayrı
bir huşû hissediyor. Belki de içerisinde yüzyıllardır ibadet yapılmış
olmasından insanı etkiliyor, kim bilir?
Namazdan
sonra yan taraftaki medreseyi de gezdim. Medrese, yeniden düzenlenmiş ve
bedestene benzer bir ticarethaneye dönüştürülmüş. Dışarıdan gelen insanların
otantik bir havada dinlenebilecekleri tarihî bir mekân ortaya çıkmış.
Medresenin restore edilmiş hâliyle bile içinde eskisi gibi ilim yapılamayacak
belki ama tarihini sevenler kendilerini huzur içinde hissedebilecekler.
Merzifon’daki
bu restorasyon, şehirlerimizin artık tarihleri ile barışmak istediklerinin bir
göstergesi. Artık şehirlerimiz, tarihî mimarilerini korumaya başladılar.
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi Osmanlı eserlerinden utanç duyulmuyor.
Batılılaşma ve modernleşme sevdâsına geçmişle bağların tümden kesildiği bir
dönemi yavaş yavaş geride bırakıyoruz. Artık insanlar yenilenmek için geçmişle
bağların kesilmesi gerektiğine inanmıyor, tam tersine, geçmiş ile bağların
sürdürülmesini yenilenmenin itici bir unsuru olarak görüyorlar. Bu nedenle
ecdat yadigârı eserler, artık yokluğa terk edilmiyor ve bilakis onları korumak
için özel gayret gösteriliyor.
Şehirler,
tarihlerini geri istiyorlar!