KOCAMAN bir kalabalığın
içerisindeyim. Çok zor çarpmamak insanlara! İstemediğin insanlara... Çünkü
istediğin insanla karşılaşmak çok zor! Kayboluyorum şimdi. İnsansız yerlere
geldim. Gökyüzünü göremediğim, denize erişemediğim… Çünkü griler esir etmiş
diğer tüm renkleri; beton beton üstüne…
Demir
parmaklıkların arkasındakini görmek istiyorum sanki ama tek gördüğüm demirler;
paslı kahve renkleri ve hatta griler… Çeviriyorum başımı bir sağa, bir sola.
Nasıl da sıkışmışım. Hayret! Boynumu zorlayarak kaldırınca başımı, bulutlara
dokunuverdi bakışlarım. Olamaz, bulutları da mı boyadılar griye? Yoksa o bir
duman mı, bir fabrika dumanı? Kaldır başını! Daha çok! Biraz daha… Ah, buldum
gökyüzünü! Solmuş mavisi, nasıl da nefessiz görünüyor. Belki de hastalanmıştır.
Kim getiriyor onu bu hâle acaba? Ben nereden bileyim.
Yürümeye
başlıyorum yavaş yavaş, yanımdan şapkalı bir adam geçiyor. Şapkasının çizgileri
besbelli yüzüne gölge düşürüyor, esmerliğini karakalem gibi yüzünün tümüne
dağıtıp alnını bir kat daha koyulaştırıyor. Adam boşluğa güldüğünde sararmış
dişlerini görüyorum. Ağzını kapamadan alelacele elindeki sigarayı dudaklarına
götürüyor. Ağzından gri dumanlar çıkıyor, bense ciğerlerinin griye boyandığını
hissediyorum. “Ne griymiş bu canım!” diyorum istemsiz. Sonra adam sigarasını
taş zemine atıyor. Zemin gri… Elleri grileşiyor adamın. Saç dipleri... Yüzü soluyor.
Yüzü gri... Adam tüm şehrin grisine kapılıyor, yok oluyor.
Ana
caddeye açılıyor kapım; meğer kaybolmamışım, aynı yerde yeniden varım. Önümden
arabalar geçiyor. Biri üzerime -yağan yağmurun hatırası kalsın diye belki-
çamura bulanmış suyu sıçratıyor. Kafamı kaldırıyorum, gülümsüyorum. Pembe bir
araba… Ne kadar da güzel! Bir bahar çiçeğini andırıyor. Ne yazık ki, ansızın
arkasındaki metal silindirden gökyüzüne yükselen griler başımı döndürüyor.
Gökyüzüne yükseliyor, güzel gökyüzüme. Şimdi araba gri, şoför gri… Zaten çok
şaşırmıştım arabanın kandıran pembesine.
Dükkânlar
rengârenk. Dümdüz yürüyorum. Dalga sesleri geliyor. Ah, çok yakında, denizin tuzunu
hissediyorum dilimde! Ayakkabılarım kirleniyor kaldırım köşelerinde. Bir
kahvehanede oturabilme düşüncesi yüreğimin ufkunda güneşi tutuşturuyor. Güneş,
denizin hayâlini kırmızıya ve turuncuya boyuyor. Kahveye destursuz dalıyorum.
Bir iskemleye oturup derince bir nefes alıyorum; birden mide bulandırıcı, ağır
bir kokudan beynim uyarı veriyor.
Etrafıma
bakınıyorum, duman görüyorum. Aranıyorum, nargileleri görüyorum. Bir çocuk
benim de nargile isteyip istemediğimi soruyor. Sonra da yanımda duran adama ben
nargile istiyor muyum diye. Adam bana soruyor. Gözlerine bakıyorum, grileşiyor.
Rengi mi kaçıyor mavilerin? Neden tüm maviler griye dönüyor? Ben çocuğa dönüyor,
gülümsüyorum. Anlamsızca bakıyor bana. Çocuğun yüzü henüz rengârenk… Ayağa
kalkıp hiçbir söz söylemeden bu gri mekânı soluksuz aşıyorum.
Bu
şehrin tüm koca duvarları arasından nasıl sıyrılacağımı bilemiyorum. Her şey
gökyüzüne uzanıyor, her şey maviye. Onu zehirliyorlar, bense parmak uçlarımda
tasavvuruyla yaşıyorum tüm bu derinliklerin. Hâlbuki içim öyle derin ki benim,
bir kuş kadar hafif ve hür yüreğim. Bir balıktan daha güçlü yüzgeç gibi
kulaçlarım. Ben denizi derinlerimden korkutabilirim ya da gökyüzünü
yüksekliğimden. Hiç olmadı, bayrak olur, rüzgâra eşlik edip türkü söylerim. Ama
beni derinlere verin. Yüreğim çırpınıyor kurtulabilmek için.
Ben,
bilir misiniz, ben gökyüzünün ya da denizin çekilmesinden korkuyorum. Evet,
itiraf ediyorum, deli gibi korkuyorum! Bunca yüzsüzlüğe, vefasızlığa nasıl
katlanıyorlar, bilemiyorum.
Efkârımdan
sıyrılıp kendimi deniz kıyısında buluyorum yine. Düşüncelerimden sıyrılınca var
oluyorum mekânda, hatta hayatta. Ben kalbimin tüm bu telâşlı ve gri
dünyalıklardan daha derin olduğunu düşünüyorum. Benim felsefem, benim dâvâm…
Varlık olamaz, bu yaşamak olamaz.
Sarıl
bana deniz, beni derinlerinde yaşat! Ağlasam da inanamam o zaman, akmaz
gözyaşlarım. Gökyüzüne kavuşuyor deniz suları…
Gri
binanın onuncu katındayım…