
ASKERLİK, dağılan duygularımı, yılgın bedenimi toplamıştı, gelişip güçlenmiştim Peygamber ocağında. Tezkereden sonra vardığım baba evimin soğuk duvarları içimi dondurmuyordu artık. Giderken bıraktığım ben değildim sanki. Bir zaman ruhumu dinlendirdim baba ocağımın sönmüş közünde. Hatıralar bir bir yakaladı gönlümü. Kimi şifa verdi, kimi keder, kimi güç…
Tek tek dolaştım ata dede dostlarımı. Üzerimde tuz ekmek hakkı olan akrabalarımı… Ellerini öpüp büyüklerimin hayır dualarını aldım, helallik istedim. Bavuluma dünyalıklarımı, yüreğime mazimi yükleyip, düştüm gurbetin yoluna.
Yol demişken, babam düştü aklıma. “İki yol var; biri doğru, diğeri eğri yoldur. Oğlum sen, sen ol doğrudan, doğruluktan şaşma. Yolun hep doğruya olsun!” derdi. Devrem, gel demişti bana, yolun bu taraflara düşerse. Dağdan bayırdan, kurttan kuştan korkmayan beni, korkutuyordu bu şehir! Yolumu ondan yana düşürdüm, köyümün dışında tek yakın tanıdığım oydu. İnsan yalnızlıktan korkar. İçimdeki ürperti bundandır, deyip tek dostuma doğru yola çıktım.
Babam iyi bir marangozdu. Kocaman kalaslar damarlı iri ellerinde hayat bulurdu insana hizmet etmek üzere. Ah gönlümün en derin hüznü babacığım, çalışırken muhabbet ederdi benimle. “Âlem, insan içindir ama insanın değildir. Varlık insandır, insan dışındaki her şey eşyadır. Eşya insanın hizmeti için verilmiştir. Oğlum, eşyaya hizmet edersen, eşya da sana hizmet eder…” derdi keskiyle ahşabı şekillendirirken...
Sanki altı ay önce ayrılmamış da uzun hasretler çekmişiz gibi kucakladı beni devrem. Anası, sevgi tüten yemeklerle donattı sofrayı. Sabun kokulu yatakta anam girdi düşüme. Hiç yabancılık çekmedim korkarak çaldığım kapıda... Rabbim işimi de rast getirdi birkaç gün içinde. Gün görmüş yaşı yetmişe varmış bir usta marangozun yanında iş bulmuştum. Elim yatkındı bu işlere. Babam, “Sende bendeki cevherin fazlası var. Her insan, fıtraten ve fiziken ona bahşedilen cevheri arama yolculuğundadır bu dünyada” derdi. Elimin cevherini biliyordum bilmesine de işletebilir miyim bilmiyordum, ta ki ustamı buluncaya kadar…
Bir yazgısı var hayatın, biz bilsek de bilmesek de… O nizam hiç aksamadan yürüyor. O kaderin içinde insan milyonlarca olasılıktan birini seçiyor, binlerce rolden birine talip oluyor ve sünnetullah onun yolunu açmaya kurgulandığı için, niyeti, gayreti ve sebatı kadar o yolu açıyor. Ben ustamı bulunca yolumu da bulduğumu anladım. Mesleğinin inceliklerini öğretmeye babamın ömrü yetmemişti. İkinci babam oldu ustam.
Seherde besmeleyle başlardım her gün işe. Mis gibi ahşap kokardı atölye. Talaşları tertemiz süpürür, ustamın kahvesini ateşe sürer, evinden inmesini beklerdim. Kahve kokusu çekerdi sanki onu buraya. Köpürürken cezvede kahve, ayak sesleri duyulurdu merdivenden ustamın. Dedesinin kendi elleriyle yaptığı inci misali ahşap konak sessiz ihtişamıyla ustamın hayatını, geçmişini ve bugününü anlatırdı kargacık burgacık şehrin orta yerinde hâl diliyle görmek isteyenlere.
Boy boy keskiler, zımpara kâğıtları, çekiç, mengene, gönye ve matkap uçları belli sırayla siline siline cilalanmış masada dizili, onları eyleme geçirecek usta elleri beklerken hâlâ odun yaktığımız sobanın yanına, yıllarını üzerinde geçirdiği koltuğuna oturur, dumanı tüten kahvesini yudumlarken günlük işlerimizi planlardı.
Göz aydınlığı bir erkek evladı olmuş onun da. Adını anarken beti benzi atan ustamın titreyen sesi, acının lisan bulmuş hâli olurdu. Arada sırada birdenbire sanki biraz evvel atölyedeymiş de, konuştukları meselenin devamı gibi “Tahsin olsa bu köşebenti buraya koydurmazdı” diye, o günkü işin içine katıverirdi. Aslında aklından hiç çıkmayan ciğerparesi, gözünün nuru civanıydı Tahsin. Sonra bir hatıra düşer hayal hanesinden başlardı anlatmaya. Kâh birazdan gelecek gibi pür neşe, kâh tüm dünya onunla zindan olmuş gibi bir melal ile… Sessizce dinler, onunla hüzünlenir, onunla coşardı benim de gönlüm. O civanını anlatırken benim kahramanım, koca çınarım geliverir gözümün önüne, sislenirdi göz pınarlarım. Atölyenin silueti olurdu benim babamın marangozhanesi. Ustam derdini sağaltırken acım bir deli rüzgâr olur, savrulurdu içimde.
Bir göz oda vardı atölyenin bahçeye açılan yönünde depo gibi kullanılan. İşe başladıktan kısa bir süre sonra iki yaralı yüreğin birbirine fısıldadığı o sırlı hâl dili benim ev ihtiyacıma çözüm buldurmuştu ikimizden bağımsız. Karın aniden bastırdığı bir gün elinde kalın yün battaniye ve yastıkla ustam yuva kuruvermişti bana.
O, sabah kahvesini içer, ilk günmüş, tek günmüş gibi iştiyakla koyulurdu işe. Bir yandan işimi yaparken bir yandan onu gözlerdim. Hiçbir şeyi hırpalamaz, hoyrat davranmaz, horlamazdı. “Her eşyanın bir hükmü var ve üzerimizde bir vebali” derdi. İsrafı sevmeyen gani bir cömertliğe sahipti ustam. Eşyanın ve zamanın kıymetini bilirdi de, eşya ve zaman da ona kıymet verirdi sanki. O eline alınca ahşap daha düzgün ve kısa zamanda şekillenirdi. Ellerinin dokunmadığı hiçbir eşya yoktu gün içinde. Adeta eliyle onlara talimat verirdi. O bir komutanmış gibi hepsi muti olup itaat ederdi ustama.
Ve gün böylece başlardı. (Devam edecek…)