Şehir ve mimari

Ortada bir anlam kargaşası vardır. Zira şehirler, insanın şerefiyle yaşayabileceği tek yer iken, kentler ise değerlerin öldürüldüğü, rûhsuz yapıların insana tahakküm kurarcasına yükseldiği yerlerdir. Kentlerde insan ve değerleri istilâ altındadır. Modernleşme, büyük ölçüde doğuşunu ve varlığını kentlere borçlu olan modernleşme, şehri de, insanı da âdeta öldürdü.

“ŞEHİR” denince akla hep bir medeniyet tasavvuru gelir. Kimilerinin de uygarlık… Yüksek binalar, geniş caddeler, kalabalık bir insan topluluğu, yoğun akan bir trafik, akla gelen şehir imajının diğer objeleri. Biraz daha mercek ayarını hassaslaştırdığımızda, bugünkü anlamda AVM’ler, eğlence mekânları, sinemalar, kafeler, oyun salonları… Kimine göre büyük okullar, üniversiteler, kimine göre hastaneler… Kısacası, aranılan her şeyin bulunduğu yerleşim birimi, yokun yok olduğu mekân…

İnsan faktöründen başlayarak, trafik, imar, altyapı, çevre ve ulaşım gibi ana konular, şehrin olmazsa olmazları…

Aslında olaya “medeniyet” kavramı penceresinden baktığımızda, karşımıza iki kavram çıkıyor: Şehir ve kent… İlk bakışta aynı anlama geldikleri gibi bir yanlış algımız olsa da aynı şeyler olmadığı yazılıp çizilmekte. Tıpkı uygarlık ve medeniyetin aynı şeyler olmadığı gibi…

Kavramlara doğru anlamlar yükleyemezsek, hayatımızda kara delikler açmış oluruz ve içi boşaltılan kavramlar bize kaos olarak geri döner. Bu yazımızda, aslında bir nevi şehir ve medeniyet kavramları üzerinden okumalar yapmayı uygun buldum. Yazımızın ağırlığını da bu konuda düşünen ve yazan değerli fikir adamlarımız Turgut Cansever, Yusuf Kaplan, Lütfi Bergen ve diğer bazı yazarlarımızın notları üzerinden yapacağım.

Medeniyet, uygarlık veya modernleşme

“Medeniyet” kelimesi dilimize Batı'daki “civilization” kelimesinin karşılığı olarak tercüme edilse de aralarında derin farklılıklar vardır. “Civilization” kelimesinin anlamı, belki uygarlık olabilir. Bu bakış açısıyla yola çıkıldığında, Batı ve İslâm Medeniyeti arasındaki farkları anlamamız mümkün değildir. Yine her iki kavramı şehirleşme veya kentleşme ile tarif etmek de en azından yanıltıcıdır.

Yusuf Kaplan’a göre medeniyet kavramı ile sivilizasyon kavramı, yalnızca yapısal/strüktürel olarak birbirine benzeyen ama varoluşsal olarak semantik bakımdan ve tarihî gelişim süreçleri açısından bambaşka anlam haritalarını, dünya tasavvurlarını, hakikat idraklerini, insan ve Tanrı fikirlerini hem ifade eden, hem de bunların ifadesi ve ifade edicisi olan, handiyse birbiriyle hiçbir benzerliği olmayan farklı kavramlardır.

“İslâm Medeniyeti nedir o zaman?” diye bir sual akla gelebilir. Bergen’e göre “İslâm Medeniyeti” kavramından anlamamız gereken şey, civilization değildir. İslâm Medeniyeti, fıkıhla yaşayan Müslüman toplum zuhur edip kendi ontolojisine mahsus “Şehir eşittir adalet yurdu” denklemini kurduğunda varlığından söz edebileceğimiz bir olgudur.

Şehir mi, kent mi?

Aslında karıştırdığımız diğer iki kavram da şehir ve kent kavramlarıdır. TDK’ya göre kent, Farsça “şehir” sözcüğünün Türkçedeki karşılığıdır. Kimine göre de kent, “city” veya “country” kelimelerinin karşılığıdır. Bu konuda kafa yoranlara göre kent ile şehir, ayrı anlamlara sahip iki ayrı “dünya”dır. Bu meyanda Yusuf Kaplan’a göre şehir, bütün varlıkların, bütün hakikatlerin, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin yaşanabildiği, tecrübe edilebildiği sürekli varoluş ve diriliş mekânıdır. Hususiyetle “medîne” kelimesinin karşılığıdır.

İsmet Özel’e göre Kur’ân hükümlerinin yürürlük kazandığı yer, şehirdir. Lütfi Bergen’e göre bir beldenin şehir olabilmesi için o beldede dinî ahkâmın yani İslâm fıkhının tatbik ediliyor olması gerekmektedir.

Kaplan’a göre şehir, Yaratıcının müdahalesine her an hazır, tabiatın yemişlerini devşirmeye her zaman hazırlıklı bir keşif ve mükâşefe aktörüdür ve yalnızca Müslümanlara özgü bir varoluş, bir tekevvün mekânıdır. Çünkü şehir yani medîne, her şeyden önce peygamberlerin yurdudur. Kaplan, şehirlerin insanlar gibi birer rûhu olduğunu da vurgular, hattâ şehirlerin rûhunun insanlarınkinden daha nârin, daha saf, daha temiz, daha derin bir rûh olduğunu söyler. Bu rûh daima diridir ve insana yaratılış gâyesini, yüklendiği emaneti ve aslî vazîfesini hatırlatır. Zira insanoğlu Allah’a kulluk etmek için yaratılmış, O'nun adını yeryüzünde hâkim kılmak üzere Tevhidî bir akîdeyi emanet olarak üzerine almış ve onun en aslî vazîfesi ise Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olduğudur.

Şehre bu gözle bakan Kaplan, şunları da ekler: “Şehirler, bu şaşmaz 'ubûdiyet' ve teslimiyetle, kevnî âyetler/işâretler olduklarını, insanların kendilerine bakarak İlâhî ilmi, kudreti, İlâhî celâl ve cemâl sıfatlarını idrak etmelerini, ubûdiyetlerini ve hilâfetlerini yerine getirmelerini durmadan hatırlatırlar insana.” Şehir bu yönüyle tıpkı bir ayna vazîfesi görür.

Peki, kent nedir o zaman?

En genel tanımı Kıvılcım Akkoyunlu, “toplumsal, siyasal, yönetsel ve ekonomik alanların bütün vatandaşlar için var olduğu yaşam alanıdır” şeklinde yapmış.

Milât'tan önce kentlerin her biri bir devleti ifade ederken, günümüzde bir ülkenin topraklarında asayişi sağlayan ve hizmet veren yönetim merkezleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden Marver kenti, “Duvarlarla çevrili insan yerleşimleri” şeklinde tarif etmiştir ki bu tarif, Tonoz’a göre Orta Çağ'ın en önemli kent tanımıdır. Marver tanımında, Orta Çağ'ın en belirgin yapılarından ve aynı zamanda dış tehlikelerden korunmak için yapılan kaleleri ele alıp insanların korunaklı bir şekilde yaşayabildikleri yerin kent olduğunu söylemiştir.

Max Weber de şehir ve kent kavramlarını farklı gören bir başka isimdir. Ona göre kentin ayırt edici vasfı, burjuva tarafından kurulmuş olmasıdır ve kent, Batı’ya özgüdür.

Louis Wirth ise tanıma sayısal yaklaşmış ve kentlerin derecelendirilmesinde üç etken olduğunu söylemiştir: Nüfus büyüklüğü, yoğunluğu ve heterojenliği... “Üç etken de yüksek değerlerde çıkıyorsa, bir yere kent denilebilir” demiştir. Hount kent için, “İnsanların birbiriyle buluştukları, malların değiş tokuş edildiği, fikirlerin yayıldığı bir ilişkiler ve kararlar merkezidir” ifadesini kullanır.

Nüfus yoğunluğu, ticaret, yönetim, yargı gibi nitelikler bir beldeyi kent yapabilir ama şehir yapmaya yetmemektedir. Burada bir de “belde” kavramını kullandık. Semih Akşener’e göre belde, nötr (tarafsız) bir kelime olup “yerleşim yeri” demektir. Bu tanıma göre mezra, köy, bucak, nahiye, kaza, kasaba, ilçe, il ve de adı ne olursa olsun, insanların oturduğu her yerleşim, bir beldedir. Fakat her belde (nüfusça kalabalık bile olsa) şehir veya kent değildir.

Bizim Batılılaşma adına Batı'dan gümrüksüz olarak ithâl ettiğimiz modernleşme, kan uyuşmazlığı sorunu yaşadığı için şehir kavramını yok etti ve pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi kente mecbur ettiği insanı ve onun tüm hakikatini yok etti.

Şehirler kentleşerek mi ölüyor?

Şehir ve kent kavramlarının ayrı kavramlar olduğunu ısrarla söyleyen düşünürlerimiz meseleye sadece bir dil meselesi olarak bakmamaktadırlar. Ortada bir anlam kargaşası vardır. Zira şehirler, insanın şerefiyle yaşayabileceği tek yer iken, kentler ise değerlerin öldürüldüğü, rûhsuz yapıların insana tahakküm kurarcasına yükseldiği yerlerdir. Kentlerde insan ve değerleri istilâ altındadır. Modernleşme, büyük ölçüde doğuşunu ve varlığını kentlere borçlu olan modernleşme, şehri de, insanı da âdeta öldürdü.

Olaya bu açıdan bakan Semih Akşeker, kentlerin birer nekropole yani ölükente dönüşme ihtimâlinin çok yüksek olduğunu, kentleri ortaya çıkaran nedenlerin onları çöküşe götüren nedenler ile aynı olduğunu iddia eder. Akşeker tezini, Kur’ân-ı Kerîm’de birçok kentin helâk edildiğini anlatan şu âyetler ile savunur:

“Halkı zalim olan nice karyeyi (kenti) kırıp geçirdik, ardından başka topluluklar vücuda getirdik.” (21/11)

“Bunlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir karye (kent) iman etmemişti.” (21/16)

Konuyla ilgili yazısında şu soruyu sorarak bizi düşünmeye de davet eder: “Herhangi bir nekropol görmek için çok uzak diyarlara gitmeye gerek yok, şu üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyası onlarca, hattâ yüzlerce yıkık kent ve uygarlık mezarlığı değil midir?”

Ona göre şehir ve kent arasında farklar ortaya konulmadıkça kapitalizm dışında bir başka siyâsî ve iktisâdî model geliştirilemeyecektir. Şehir ve kent arasında farklar ortaya konulduğunda da medeniyet ve uygarlık arasında farklar ortaya konulmuş olacaktır; zira şehir ve kent arasındaki farklar, medeniyet ve uygarlık arasında farklardan başka bir şey değildir.

Akşeker olaya hem herkesin anlayacağı, hem de gerçekten çok can alıcı şu misâllerle bir çerçeve çizmiş:

“Bir şehirde kendine özgü niteliklerden dolayı uygarlık ve ona ait kurumlar olamayacağı gibi, bir kentte de medeniyet ve ona ait müesseseler olamaz.

İnsanların yaşam kavgası verdiği bir kentte sadece ‘Allah rızâsı’ gözetilerek bir hayır/vakıf müessesesi tesis edilemeyeceği gibi, kardeşlik temeli üzerine kurulu bir şehirde de milyonlarca insanın ağır şartlar altında düşük/asgarî ücretlerle çalıştırıldığı bir fabrika/ofis/köle düzeni olamaz.

Bir kentte hayrına su ve şerbet dağıtılan bir sebil inşâ edilmeyeceği gibi, bir şehirde su gibi bir nimet, plâstik şişeler içinde para ile satılamaz. Siz hiç New York’ta lülelerinden gürül gürül sular akan bir çeşme ya da Paris’te bir köşe başında ücretsiz su ve şerbet dağıtılan bir sebil gördünüz mü? Görmediniz ve göremezsiniz!”

Semih Akşeker konuyu muhteşem bir final ile şu şekilde bağlamış: “Şimdi bazılarının 'Su bizde de para ile satılıyor' dediğini duyar gibiyim. Sahi, siz hâlâ bir şehirde yaşadığınızı mı zannediyorsunuz?”

İşte tam burada devreye girerek diyoruz ki, bir beldenin şehir olması, oranın ilelebet şehir olarak kalacağı anlamına da gelmemektedir. Nitekim eski şehirlerimizin bugün pek çoğu şehir olma vasfını yitirmiştir. Yusuf Kaplan, şehirleri öldüren şeyin, insanın nisyan hâli olduğunu söyler. Yani kendisine yüklenen “emanet”, ubûdiyet ve hilâfeti unutma ve terk etme, kendi rûhuna kastetme hâlidir. O da şu misâllerle görüşlerini destekler:

“Dünyanın en güzel, en âdil, en rûh ve hayat dolu kutlu şehirlerini imar eden bir medeniyetin mîrasyedi çocukları olarak, şehirlerin rûhuna bizden çok kasteden toplum yok yeryüzünde. Bir Şam'ın, bir Halep'in, bir Üsküp'ün, bir Saraybosna'nın rûhu hâlâ var! Ama İstanbul'un rûhu sırra kadem basmış durumda. Konya, betonarme yığınlarının altında can çekişiyor! Kayseri, mermer ve çelik saldırısına direnmeye çalışıyor! Sivas, Erzurum, Bursa, rûhunu yitiren 'barbarların' saldırıları karşısında metamorfoza uğramış gibi sanki!”

Bizim Batılılaşma adına Batı'dan gümrüksüz olarak ithâl ettiğimiz modernleşme, kan uyuşmazlığı sorunu yaşadığı için şehir kavramını yok etti ve pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi kente mecbur ettiği insanı ve onun tüm hakikatini yok etti. Ama Batılılaşmanın verdiği kent ise çarpıklıktan da kurtulamadı. Zira uygarlık bir ölçüde makineleşmeyi, beton yığınlarını şehrin ve insanın kalbine bir hançer gibi sokarken, oluşturduğu sınıflar ve bu sınıflar arasındaki uçurumlarla zulmün aracı oldu. Güç verdiği zümreler içinse zâhirde züppe bir şımarıklıktan öteye gidemedi ve asla medenîleşemedi.

Yusuf Kaplan, kentin varacağı son noktayı şu şekilde izah etmiş: “Polisten metropolise, oradan megapolise kadar yaşadığı serüven, insanın kentin yerine yerli yerince yerleşebileceği yeni yerler, muhkem, sarsılmaz yerleşim alanları arayışına soyunmasına yol açtı: İşte adına sanal-kent veya sanal-âlem dediğimiz net-ro-polis, bu arayış çabasının bir sonucu. Peki, sanal-kent ya da net-ro-polis ne, nasıl bir yer? Kentin de öldüğü bir yer… Yersiz-yurtsuzluk hâli... Bir kaçış mahalli... Kentin de, insanın da, hakikatin de, fizik gerçekliğin de buharlaştığı, sırra kadem bastığı bir göçebelik, tastamam bir göçüş, bir göçmüşlük labirenti...”

Şehir ve mimari

Buraya kadar olan kısımda şehir ve kent kavramları üzerinde bazı çıkarımlarda bulunduk. “İnsanı hapseden kentler, büyük kuleler, AVM’ler yerine şehirler kurmalıyız” diyoruz. Peki, şehrin mimarisi nasıl olacak? Mimari ne demek?

Turgut Cansever’e göre mimari, insanın çevresini biçimlendirme çabasının ürünüdür. Varlığın bütün veçhelerini, karmaşık ve sınırsız alanları kuşatan bir disiplin olan mimarinin herhangi bir basit şematik formülle tanımlanması uygun olmaz. Bu sebeple yukarıda verilen tanım, dört başı mamur ve kategorik bir tanım olmaktan ziyâde, sorun alanına genel bir yaklaşımın ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Varlığın bütün alanlarını kapsayan ve hayatın getirdiği sorunlarla sürekli girift ilişkiler içinde olan mimari, maddî, biyo-sosyal, psikolojik ve rûhî-aklî varlık düzeylerinde geliştirilir.

Cansever, yapılaşmanın insanın beşerî ihtiyaçları yanında mânevî ihtiyaçlarını da karşılayacak şekilde dizayn edilmesinden yanadır. Başta mahremiyet ve diğer mânevî unsurların dikkate alındığı bir yapılaşma modelini salık verir: “Ailenin yapısı, çocukların eğitimi, kültürel amaçlar, yaşlılara saygı ve mahremiyet şuuru, bir Müslüman evinin planimetrik organizasyonuna yansır. Bir evin mahremiyeti ile mahfuz ve mahrem bir mekân olarak ev anlayışı, birbiriyle ilişkili ifadelerdir. İki ev arasındaki mesafe, her tür mevzuat ve idareyle ilgili sınırlamalardan azâde hipotetik durumda, iki tür güç ve tavrın sonucudur: Birincisi korku, işbirliği ihtiyacı ve sosyal dayanışma; ikincisi ise güvenlik, mahremiyet ve ferdiyettir. Bu nedenledir ki, evler arasındaki fiziksel uzaklık, sokak ve mahallenin seçilmesiyle ilgili kararlar, bir binanın nasıl konumlandırılacağı gibi hususlar, komşuya karşı saygılı bir tavır için, güvenli bir özel hayat için kullanıcının arzularına bağlıdır.”

Cansever, İslâm mimarisinin Tevhid özelinde doğduğunu ve geliştiğini savunur. Ona göre İslâm mimarisi, “kutsal sanat”ın bir disiplinidir. “Kutsal sanat” teriminin ise salt dinî nesneler yahut yapılar, camiler ve mescitlere yahut da dinî merasimlerde kullanılan sanat ürünlerine tahsis edilmiş sanat eserleriyle sınırlı olmadığını savunur. Ona göre İslâm’daki Tevhid kavramı, kutsal ile seküler arasında böyle bir ayrıma gidilmesine izin vermez. Çünkü yeryüzündeki her nokta ve varlığın her ânı Kutsal Varlığın bir tecellisidir. Bakara Sûresi 115’inci âyette de belirtildiği gibi, “Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz Allah kuşatandır, bilendir”. “Bu sebeple Müslümana ait bir mimari, ancak Tevhid kavramı üzerinde geliştirilmelidir” der.


Yine ona göre İslâm mimarisini tasarlamak için atılması gereken ilk adım, adaletin ta kendisi demek olan “Her şeyi doğru yerine koymak” olmalıdır. “Bu da ancak, her şeyi diğer şeylere göre doğru yere koymakla; sadece maddî varlık düzeyinin unsurlarına göre değil, aynı zamanda biyo-sosyal ve dinî hakikatlere, kanunlara göre doğru yere koymakla mümkündür” der.

Cansever, İslâmî mimaride bir hânenin plânlanmasını şu şekilde tarif eder:

“Ev, harem ve selâmlık olmak üzere iki bölümden meydana gelir ve genellikle bir avlu etrafında teşekkül etmiştir. Bir İslâm şehrinde sokakta oturmaya izin verilmez. Oturulacak ve toplanılacak yerler, mescitler ve evlerdir. Sokak, evlerle tarif edilmiştir. Avlu, evi dış dünyadan muhafaza eder.

(…) İslâm mimarisinde iklim, pasif metotlarla kontrol edilmiştir. Bu bağlamda dikkate alınan ölçüler, mimari ile karşılıklı ilişki içindedir ve onunla bütünleşmiştir. Sözgelimi, pencereler soğuk iklimlerde ısı toplayıcılar olarak tasarlanırken, sıcak iklimlerde güneşin içeriye en az girmesini temin edecek şekilde inşâ edilir. Binaların dış kaplaması da, iklime göre ayarlanan pasif metotlar tesis ederek iklim faktörlerini ayrıntılı olarak göz önünde bulundurmaktadır. Açıkçası, israf ve gereksiz masraflara İslâm mimarisinde izin verilmez.

(…) Her ev, bir aile için inşâ edilir, mahremiyet esastır; evin bahçesi ise Cennet’teki sükûnu hatırlatan bir güzellik köşesidir.”

Osmanlıda şehir, “Cuma kılınan, pazar kurulan yer” olarak tarif edilir. Bu bağlamda Turgut Cansever, şehri şehir yapan unsurun yalnızca evler olmadığını belirterek daha geniş bir bakışla bütün bu faaliyetlerin içinde barındığı yapılar, yapı grupları ve bunları birbirine bağlayan ulaşım, altyapı, sosyal donanım sistemleri ile bunları tevzi eden, işleten kuruluşların bütünü olarak görür. Yine şehir mimarisinde kullanılan malzemenin, yapıların kalıcılıklarına göre değişkenlik arz ettiğini de Osmanlı mimarisi üzerinde örneklendirir: “Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi yapıların bir kısmının, meselâ sürekli değişen aile yapısına uyum sağlamak üzere geçici malzemeyle; idarî, dinî ve toplum hizmeti gören han, hamam, çarşı gibi yapıların ise kalıcı malzeme ile inşâ edilmiştir.” 

“Şehir, Müslüman toplumun mekân tasavvurudur” der Semih Akşeker. Ona göre Peygamber döneminde ev, sokak, mahalle, mescit, medrese, pazar, ikta ile şekillenen şehir anlayışı, Osmanlı döneminde kadı, vakıf, ahilik ve tımar gibi müesseseler ve aşevi, hamam, çeşme gibi yapıların eklenmesiyle çeşitlenmiştir. Şehrin cami, mahalle, pazar, vakıf, ahilik gibi kendine has müesseseleri vardır. Bu yapılardan en önemlisi olan cami, bir ibadet yeri olmasından öte insanların birbirleriyle tanıştıkları, kaynaştıkları bir yerdir. Bu yönüyle aslında bir dayanışma merkezidir ve içtimâî bir mekândır. Cemaat cami sayesinde birbiri ile tanışır, birbirinden haberdar olur, ne kimse aç kalır, ne kimse açıkta olur, ne de hasta ziyaretçisiz kalırdı. İşte bütün bunları sağlayan, cami merkezli cemaat yapısıdır!

Müslümanların camiye/cemaate istisnasız her gün beş kez ezanla davet edilmesinin arka plânında işbu toplumsallık yatmaktadır. İslâm şehirleri bu yüzden cami eksenli kurulmuştur. İslâmî şehrin olmazsa olmazı, hattâ kalbi olan camiler, bugün Müslümanlar arasında tanışma, kaynaşma, dayanışma ve yardımlaşmaya vesîle olmuyor, aralarında kuvvetli bir birlik ve beraberlik tesis etmiyorsa, aslî fonksiyonunu kaybetmiş demektir.

İslâm şehrinin bir diğer önemli mekânı da pazar yeridir. Hazreti Peygamber Medîne’ye hicret edince, var olan ve Yahudilerin kontrolünde bulunan her türlü tekelin, hilenin ve haksız kazancın merkezi olan pazarlar yerine Medîne Pazarı’nı kurmuştu. Bu pazarda, “Kimseden haraç alınmayacak, sabit yer edinilmeyecek, pazar yeri daraltılmayacak” gibi kurallarını da belirlemiştir. Pazar, mescitle beraber İslâm şehrinin en belirgin niteliğidir. Pazar, üretilen malların değiş tokuş edildiği veya satışa arz edildiği yegâne yer olması sebebiyle şehir hayatının vazgeçilmezidir. Bununla birlikte pazarın varlığı yeterli olmuyor, ayrıca ahlâkî temellere de sahip olması gerekiyor. Zira ahlâksız bir ticaret, toplumu içten içe kemirir ve toplumun dağılmasına kadar gidebilir.

Cansever, şehrin imarında sadece bugünün değil, gelecek nesillerin de düşünülmesinin esas olduğunu vurgular. Ona göre şehrin varlık özelliklerinin en üst amacı, kuşkusuz, yaşayan neslin olduğu kadar gelecek nesillerin de manevî-kültürel hayatının idrak ve davranış tercihlerinin en üst düzeyde gelişmesini sağlamak ve düzenlemektir.

“Bir şehir sadece binalar ve yollardan ibaret değildir” der haklı olarak Akşeker. Bir şehir, ancak etrafındaki tabiat ile birlikte var olabilir. Tabiat varsa şehir de vardır. Çeşmeler, köprüler, anıtlar, meydanlar, bağlar, bahçeler, meralar, göller, dereler, ormanlar, hattâ o bölgeye has endemik hayvan ve bitki türleri de yine o şehre aittir. İnsanların yaşadığı her şehirde zirâî araziler, ağaçlık alanlar ve içme suyu kaynakları da korunmalıdır.

Sonuç

Yusuf Kaplan, “Bugün Müslüman şehirler ne yazık ki, varlıklarını, canlılıklarını sürdürebilecek bir medeniyet rûhuna, medeniyet bilincine ve medeniyet iddialarına sahip olmaktan uzak oldukları için can çekişiyorlar. Yeniden Müslüman şehirler inşâ edemediğimiz sürece, dünyaya, insana dair hiçbir şey söyleyemeyeceğimizi, yeniden ve taze rûh üfleyecek şekilde yenilenerek gelemeyeceğimizi iyi bilelim” der.

Lütfi Bergen de modernitenin geldiği son noktadan yola çıkarak şu uyarılarda bulunuyor: “Modernitenin keşifler, sömürgecilik, emperyalizm, küreselleşme şeklinde sıralanabilecek yağma politikaları bulunuyor. Batı uygarlığı modernite öncesinde de iki yüzyıl kadar Haçlı Seferleri vesîlesiyle benzer bir politikayı gütmüştü. Batı’nın yeni saldırısının kırda yerleşim ve üretim modellerini tasfiye olduğu açıktır. Batı modernliği, üretim modernleşmesi politikasını terk etti. Biz iki üç kanepe-koltuk, bir miktar buzdolabı, üç beş kot pantolon üretip sattıkça göneniyoruz. Oysa Batı, sanayi üretimini yerel ekonomilere terk etti. Şimdiki saldırı ulus ötesi markalarla imaj yönetimi hakkındadır. Bunun için mahallelere ihtiyaç kalmadı, dünyanın kentlere uğratılması gerekiyor. Bir mânâda Batı, yeni iktisâdî dayatmasını kent üzerinden yapıyor. Modernleşme, bundan böyle kent ithâl etmek anlamına geliyor. Nitekim biz artık kent yapıları ithâl ediyoruz. 1860’larda ‘Caddemiz yok, üstünde arabaların dolaştığı yollarımız yok’ diye yakınan Namık Kemal’in meftun olduğu Londra ve Paris gibi kentlere yine meftunuz. Bu kez metro istiyoruz. Kentlerin metro gibi bir yatırımı rantabl kılabilmesi için devâsa büyüklüklere ermeleri gerekiyor. Lâkin büyüklükten bir cemaat çıkmayacaktır.”

Yazımızı Turgut Cansever’in şu güzel sözüyle sonlandırıyorum: “Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmâl ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.”

 

Kaynaklar

Yusuf Kaplan, İnsansız Şehir ve Şehirsiz İnsanla Nereye Kadar? 26 Eylül 2016, Yeni Şafak

Yusuf Kaplan, Bir Şehir Felsefesi-1: Medeniyet ve Sivilizasyon, 15 Şubat 2010, Yeni Şafak

Mertcan Tonoz, Kent Nedir?, http://sbpturkiye.com/kent-nedir.html

Kıvılcım Akkoyunlu, “Sürdürülebilir Kent”, Kent ve Politika: Antik Kentten Dünya Kentine, Der: Ayşegül Mengi, Ankara, İmge Yayınevi, 2007, s.11-26.

Max Weber, Şehir, çeviri: Musa Ceylan, Bakış Yayınları, İstanbul, 2003

Lütfi Bergen, Şehir, Mahalle ve Kent, http://www.edebistan.com/

Turgut Cansever, İslâm'da Şehir ve Mimari, Timaş Yayınları, 2016 http://semihakseker.blogspot.com/