Şehir ve medeniyet

Kendi rûh kökü ile çağın gerekliliklerini bağdaştırmış, üzerinde durduğu tarihî mîras ve misyona yabancılaşmamış ama geçmişe de takılıp kalmamış gençler, medeniyete beşiklik eden şehirleri ihya ve inşâ edebilirler.

MEDENİYETLERİN tezâhür ettiği uzamların başında şehirler gelmektedir. Şehirlerin tarihi, aynı zamanda medeniyet, insanlık ve kültürün de tarihidir. Bu bağlamda “şehir” kavramını ele aldığımızda, insanlığın yerleşik hayata geçtiği ilk zamanlara kadar gitmemiz gerekir.

Metal eşyaların kullanılmaya başlamasıyla birlikte silah teknolojileri de gelişmeye başladı. Bakır, demir ve tunç gibi maddeler ile silah yapmaya başlayan insanlar kaba taş ve odundan silahlara sahip olanlara karşı askerî üstünlük sağladılar. Bunun netîcesinde bulundukları ve gittikleri yerlerde çabucak üstünlük kuran bu insanlar, zamanla istilâ ettikleri topraklara yerleşmeye başladılar.

Yerleşik hayatın başlaması ile yerleşim yerleri oluşmaya başladı. İlkel mezralar ve köyler hâlinde ortaya çıkan bu ilk yerleşim yerleri tarımın ortaya çıkışına bağlı olarak gelişmeye başladı. Günümüze kadar var olagelmiş birçok kentin temeli bu dönemde atıldı.

Orta Çağ’da derebeylikler ve zanaatkârların etkisiyle kendini şekillendiren şehirler sanayileşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte siyasal-sosyal gelişmelere bağlı olarak gelişen yeni üretim biçimlerinin etkisine girdi. Sanayileşmeden sonra üretim biçimlerinin şekillendirdiği şehirler günümüze kadar geldi.

Şehirlerin ortaya çıkmasıyla birlikte mimari, sanat, edebiyat ve benzeri alanlar ortaya çıktı. Tüm bunların bir araya gelmesiyle birlikte de medeniyetler doğmaya başladı. Hiç şüphesiz, bu yönüyle baktığımızda medeniyetlerin şehirlerde neşet ettiğini görürüz. Medeniyetlere beşiklik eden şehirler, insanın ve insanlığın kültürel gelişimine tanıklık etmektedirler. Medeniyetlere beşiklik eden ve insanlık kültürüne mihmandarlık yapan şehirler, zaman içerisinde beşiklik ettikleri medeniyetlerin ve mihmandarlık yaptıkları kültürlerin simgeleri hâline de geldiler.

Bu şehirler emsâllerine göre “kadim şehir” unvanıyla tarihte yerlerini aldılar. Kadim şehirler aynı zamanda kıdemli şehirler olma özelliklerini de korudular. Bu kadim ve kıdemli şehirler, ev sahipliği yaptıkları medeniyetlerin kültür ve sanat merkezleri de oldular. Yani medeniyet, kültür ve sanat, şehirlerde neşet etti.

Buna mukabil köyler, bir asırdan daha kısa bir zaman öncesine kadar insanlığın en yoğun yaşadığı yerler olma özelliğini korudular. Şehirdeki sanata karşı köylerde daha çok zanaatlar gelişti. Doğayla mücadelenin merkezi olan köyde doğaya karşı üstünlük kurma ve doğanın karşısına çıkardığı zorlukları aşmak için zanaatlar gelişirken estetiğin belirleyici olduğu sanat daha özgürlükçü ve iş bölümünün çok keskin olduğu şehirlerde ortaya çıktı. Bu durum kır ve kent kültürünü oluşturan parametrelerin de farklılaşmasını doğurdu.

Fakat 20’nci yüzyılın ortalarında başlayan göç dalgası, şehirlerin tarihsel misyonunu negatif olarak etkilemeye başladı. Köyden şehre göç eden, geleneksel üretim biçimleri ve imece kültürünün etkisindeki kitleler şehirlere entegre olmakta zorlanmaya başladı.

Köyden şehre göç edenler daha şehir kültürüne entegre olamamışlarken, teknoloji, sosyalite ve üretim biçimlerinde gelişime paralel olarak şehirler de metropolleşmeye başladı. Bu kez “metropol kültürü” ortaya çıktı.

Özellikle köyden şehre göç edenler, daha şehir yaşamına entegre olamadan karşı karşıya kaldıkları metropolleşmeye karşı bir refleks geliştirdiler. Bu refleks, bu yeni kültüre entegre olmayı hızlandırmak yerine iyice yavaşlattı. Kır kültürü ile yetişmiş kitleler yeni iş olanakları için gittikleri şehirlerde komşuluk ilişkilerinden üretim biçimlerine, yaşam formlarından hayatı anlamlandırma biçimlerine kadar kasaba ve kır yaşantısının aksine derin karşıtlıklarla karşılaştılar.

Bu kitleler hem pratik, hem sosyal, hem de kültürel yaşamda karşılaştıkları karşıtlıkları eritmek ve o şehrin aktüel yaşamına entegre olmak yerine, yaşadıkları yeri tıpkı köylerdeki gibi şekillendirmeyi seçtiler. Şehirliler ise bu yeni misafirlerini ağırlamakta hiç gönüllü olmadıkları gibi, kendilerine nispeten daha durağan ama daha sıcak bu kültür temsilcilerini entegrasyon için heveslendirmek yerine kendi kültürlerini Jakoben bir tavırla hemen dayatma yoluna gittiler. Bu dayatmaya karşı refleksler geliştiren şehrin yeni sakinleri, “arabesk kültürü” ile karşılık verdiler.

Bu durum kır kültüründe yetişmiş ama zoraki nedenlerle şehre göç etmiş olan insanların şehir yaşamı ile olan etkileşimi ve iletişimini asgarî düzeye indirdi. Buna mukabil, kendini şehrin lokomotifi olarak gören herkes bu reflekse karşı bulunduğu pozisyonunu koruma eğiliminde ısrar etti. Başlarda çok görünür olmayan bu durum, şehirlerin zaman içerisinde üstlendiği tarihî misyonu tehdit eder hâle geldi.

Şehir, insanıyla birlikte ihya edilmediğinde tarihî misyonunu kaybeder

Bugün ülkemizde ve dünyada kadim ve kıdemli şehirlerin çoğunda şehrin sembolleri ile barışık olmayan, şehrin misyonuna entegre olamamış, şehrin aktüel yaşamına ayak uydurmakta gönülsüz ama şehrin üretim mekanizmaları içerisinde önemli yer tutan kitleler var. Bunun yanı sıra kendini şehrin lokomotifi olarak gören, üretim araçlarını ve sermayeyi elinde bulunduran, sanat ve estetiği kendi tekelinde gören “şehirli” kitleler de mevcût.

Bu iki kitle arasındaki görünmeyen ama varlığı her daim hissedilen çatışma, en çok şehirlerin rûhuna, şehirlerin tarihî misyonuna ve sanattan mimariye hayatın her bir alanında kendini gösteren şehrin simgelerine zarar veriyor.

Şehirlerin tarihsel gelişimine baktığımızda, şehrin çatışmadan ziyâde uzlaşmayı, duygulardan ziyâde aklı ön plâna çıkardığını görürüz. Bu uzlaşmanın varlığı en çok şehirlere yarar sağlayacağı gibi, uzlaşmanın olmaması da en çok zararı şehirlere verir.

Yeni bir medeniyet ortaya çıkarmak, kadim ve kıdemli şehirlerimizin ihyası, yeni kıdemli ve kadim şehirlerin inşâsı ile mümkündür. Bu ihyanın sağlanması da şehirlerin tarihsel misyonları ve şehirlerin rûhlarına uygun uzlaşmayla bir arada yaşayan, şehrin tüm gerçekliğinden haberdar toplumsal katmanların varlıkları ile mümkündür.

Özellikle gençleri bu bilinçten yoksun olan şehirler, tarihî misyonlarından uzaklaştıkları gibi, medeniyetin beşiği olma misyonlarını da kaybederler. Bunun da ötesinde, yeni bir medeniyet tasavvuru ortaya koyulmasına da engel olurlar.

Onun için kendi rûh kökü ile çağın gerekliliklerini bağdaştırmış, üzerinde durduğu tarihî mîras ve misyona yabancılaşmamış ama geçmişe de takılıp kalmamış gençler, medeniyete beşiklik eden şehirleri ihya ve inşâ edebilirler.