Şehir ve insana dair mülâhazalar

İnsanın asıl hikâyesi tam da dünyanın yüküne ortak olunca başladı. Dünyayı gönlünce olacağı zannına kapılan insanın ilk şaşkınlığı böyle böyle atlatıldı. Hayatın ilerleyen evrelerinde çokçalanan goygun acıların, şuh sıkıntıların üstünü örtecek son hep aynı. Ve bulunabilecek yeni çareler de hep aynı şekilde tedricî...

Şehirlere sığamayan insan

HAYATA hangi cihetiyle bakılırsa o minvâlde geri dönüşüm alınıyor. Örneğin, şehirde oturulan bir evin küçük olmasına atfen ısınma ve temizlik giderinin azlığıyla sevinç duyulmasının yanında, evin küçüklüğü ve yetersizliğinden şikâyet edilip veryansınlar arasında bir yerlerdedir hayat.

Her yeni çağ, şehirlere farklı ve yenilikçi bakışlar, yeni tılsımlarla şehirlerin inşâsına yönelik katkısını sunacaktır. Akıl ve vicdan örtüsünü şehirlere illâ giydirmek gerekiyor. Bu inşâ, insanın kendi tarihiyle paralel ikâmesiyle beraber devam edecektir. Her yeni çağ, kendi şehir ve müdavimlerini böyle oluşturacaktır. Şehirler de insanlar gibi hayatiyetini iniş çıkışlarla sürdürecektir. Hazıra konmanın aşındırmasıyla insanlar yoksullaşmaya başlarken, bir de başkalarının çabaları imkânsızlıklarla kamçılanmaktadır. Şehirlerin yükselişi ve irtifa kaybedişi böylelikle yaşanacaktır.

Şehirliyi besleme mevzuu

Bu ara başlık, “şehirlerde doyamama, şehirlerde zor yaşama” gibi birçok olumsuz varyasyonlarıyla ele alınabilir. Şehir tasavvurlarında İbni Haldun’un tespitleri daha çok önem arz eder. “Rızık nüfusa değil, nüfus rızka tâbidir” sözündeki gibi, doğru ve tılsımlı bakış açılarını bizlere gösterir. Belli bir yaşam standardı sunan şehirler, “Kıtlık zamanlarında insanları açlık değil, alışmış oldukları tokluk öldürür” şeklindeki İbni Haldun yorumuna götürür bizleri.

Şehirler, müdavimlerini sağlıklı ve yeterli şekilde barındırmasıyla beraber, özellikle yakınlarında ve kenarlarında adacıklar oluşturarak yeterli, dengeli ve sağlıklı besin sağlayabilmelerini gözetir.

Gerek altyapısı, gerekse bütün fizikî yetersizliklerle beraber mülksüzleşmiş geniş kitlerin mülk sahibi olabilmesinin yolları aranmalıdır. Taşrada, köyde, üretimin içerisinde olan insanın koyun vey sığıra çobanlığı bırakıp şehirde köpeklere çobanlık yapması gibi bir ikilemi de yaşamıyor değiliz. Buna benzer başka bir ikilemi de yine İbni Haldun yüzyıllar önce söylemiş: “Şehirlerde meyve vermeyen ağaçlar çoğalmışsa, o memleketin insanları sefalete düşmüştür.”

Şehirlere düşen yalnızlık

Şehirlerde kurulan medeniyeti sadece imkân çerçevesinde görmeyip daha çok vicdan ve ruh perspektifinde okumak, şehirlinin yalnızlığını aşağılara çekecektir. Başka bir cihetle şehirlere ruh biçen mahir terzilerin hem sayısını, hem çeşitliliğini, hem de niteliğini artırmak gerekmektedir. Özellikle büyük şehirler insanın yalnızlaşmasına, gönül yanının ihmâl edilmesine yol verebiliyorlar maalesef. Şehirleri, insan mutsuzluğuna yol açan bütün negatiflikleri bertaraf edip mutlu kentlere doğru yönlendirmek gerekiyor.

Bunca olumsuzluğun yanında büyük şehirlerde insanın kendini ifade edebilmesi, kimliğini bulabilmesi, kendi iç dünyasını onarmaya yönelik imkânlara ulaşabilmesi elbette mümkün.

Yalnızlığa merkezkaç etki

Herkesin merkezi kendine özel bulunduğu yerdeyken, çevreyle bağdaştırmalar asıl ve hasbî güç sağlayacaktır. Anlaşılma ile anlaşılamama arası bir alana kendini sürükleyip muğlak yalıtılmışlık çerçevesinde görevini tekmil edecektir. Doğanın diyalektiğinden insanın diyalektiğine bir salınımla... Gizli bir dokunuş, bu çağrışım gücüyle ve yaşama metaforu özelinde şekillenecek. İhtiyaçları araçsallaştırma ve itmam ile ikmâl arası bir yerlerde uğraşılar böyle şekillenecek. Merkezkaç etkisiyle hep bir savrulma hâli gözlense de tekerrürdeki teşne hâl, zafiri tüketircesine devam edip bu hassa üzre yol alacak. Bu merkezi oluşturan çekim, bidayette kendisinin olacak. Öyle veya böyle bu çerçevede kendisine bir merkez inşâ edip simbiyoz bir yaşam kuracak. Bu merkezkaç kuvvet, süngüsü yanında, katreden deryaya taşınıp istikameti çevrimiçi yapacak. Tek kalmışlık bu sonuçta, dalya yapabilmeye ne hacet! Bilinç mahsullerini yeknesak doldurup, gözünü karartan kurt misali, sürüsüne dalıp alacağını alıp çıkıverecek.

Kalabalıkların münasebetsizliği

Hayata basit taraflarından değil de daha çok karmaşık ve önem addettiğimiz taraflarından bakmakla oluyor bütün bunlar. Sokrates’in, öğrencisi ile arasında şöyle bir konuşma geçer: Sokrates, öğrencisine bir şeyler anlatır ve “Anladın mı?” diye sorar. Öğrencisi, “Anlamadım” der. Bu durum birkaç kez daha tekrarlanır ve sonunda Sokrates, öğrencisine, “Önemli şeyler söylediğimi sanıyorsun da onun için anlamıyorsun” der.

Tıpkı bunun gibi, çevremizdeki insanların ve daha çok hayatın bize söylediklerini, anlattıklarını çok mu önemsiyoruz? Bu durum, mutsuzluklarımıza katkı/aracılık mı ediyor? Anlaşılamamamız ve hatta anlayışsızlığımız bizatihi buralardan mı besleniyor?

Bildik yolların dışına çıkmak, çok okuyarak veya gözlemleyerek hayata dâhil olmanın kazanımlarına amenna, ama bu olguların getirisi olan duyumsama ve duygudaşlık -terzi kendi söküğünü dikemezmiş- başa gelmişliğin bir örnekliğini taşıyor gibi. Yaşananların hepsi kördüğüm dilemma. Hayatın hep bir tarafını çekiştiren bizzarure ve tahammülfersa zorluklar yaşanıyor. Her daim vitesleriyle oynanan bir araba gibi aşınıyor balatalar. Arabanın boşalması an meselesi ve bu kamyonun hangi durağa dalacağı belli değil. Acılar, üzüntüler ve mutsuzluklar çok sarî duruyor da mutluluk daha zor bulaşıcı nedendir.

Her ne kadar insanın kusurları bir cihette başarılarını beslese de mutluluğuna, huzuruna ket vurduğu kesin. Yaşanan bunca infial elbette bir intifaya sebep olacaktır. Adrenalin, vites yükseltmeler biz münasebetsiz insanlara tuz-biber gibi gelse de sadece dövüşkenliğimiz bile atlatamadığımız bir kötülük olarak yakamızda ilişik duruyor.

Üzerimizde bu kadar çok yaşama beceriksizliğimiz varken deneyimler ve yaşanmışlıklar bu beceriksizliklere bir çözüm olacak mı, göreceğiz. Yoksa bu bahiste hayâl kırıklıklarıyla çamura batmış merkep gibi mi olunacak, bakıp göreceğiz. Biz yine de ortadan düşünelim ve “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz” diyerek kalbimizi mutmain tutalım.

Son olarak önceki yazdıklarıma, fikirlerime akraba düşecek son bir cümle ile nihayetlendireyim: Maalesef hayat son derece hoyrat, son derece “herkes”!

Karanlığa gömülü hayatlar

Güneşin ışıkları yatık gelmeye başlayacak. Vaktin diri ışıkları soğulmuştur çoktandır. Göze oturan koyuluk, ağırlığı olmuştur. Yeni heveslerin yüreğinde kıpırdadığı zamanlar çoktan geçmiştir artık. Bedenin kendini salıp sesin-nefesin canda tükenmesi benzini sarartmıştır. Bu demek, kış gelecek, başka bir bahar gelecek. Üstelik hayat da daha zor geçecek demektir.

Yıllar omzuna binince, hareketlerin kısıtlanıp ağrı-yük olarak çıkıyor karşına. Boynuna taktığın titrler de fayda etmiyor maalesef. Kendini dinlemezsen bir nebze başın rahat ama masivada yaşanan bu gizem kimilerine göre makus talih, kimilerine mavera etkisinde oluyor. Tohumun rıhletiyle ruşeym doğacak, dur hele. Demek ki yine kış gelecek, başka başka baharlar gelecek. Üstelik hayat ne zor geçecek demek…

Gerek zaman, gerekse hayat tasarrufa imkân vermeyecek kadar kısa bilinir. İsraf edilmemişse hayat değer bulacak, bilinir. Bilinir ki, iç huzuru ve keşkesizliklerle sarf edilen hayatlar dahi geçecek. Bu akışın önünü tutacak yine bir kış, yeni dünyalar gelecek demek. Bu kış da hayat zor geçecek…

Çok bir unutma ve hatırlayamama sorunun yoksa sohbeti pir bir insana dahi dönüşmen mümkün. Çok ağrı toplayan bacaklarının canını yakmasının yanında, üşüyen sırtının çok ter atması kışını çağıracak ve başkaca baharların fırsatını kovalayacak. Üstelik kalan hayatın (Allah-u âlem) çok zor geçecek vesselâm.

İnsan olmanın ağırlığı

“Bunca varlık var iken/ Gitmez gönül darlığa” diyen Yûnus sözündeki gibi yetinmeli bakmak gerekmekte bu hayata. Tüy gibi hafif olup savrulmak rüzgârla ve kuş olup uçabilmek ufka... Bu temenniler daha çok kanaat ve çaba üzerine çağrışım yapsa da zamanın akıcılığıyla mülhem mükemmelliyetler olarak karşımızda duruyor.

Hayattaki gerçekler, metodoloji ve matematik, böyle geniş pencereden bakmaya çağırıyor. Dünyanın mânâ ve vuzuh hâli böyle sofistike bakışlarla izhar oluyor. Gerek medar-ı maişetin karşılanması, gerek karşılaşılan vurucu nanikler, gerekse dehlenen bütün zorluklar bu altyapının temellerini barındırıyor.

Ağırlığa güceniklik olmaz, hafifletmeye imkân var ise çaresine bakılır, yoksa Mevlâ’m kayıra tevekkülü... Karşılaşılan bütün işmarlar da buna dâhil bihakkın. Nefis ve şeytan çeldiriciliğine maruz kalmalar da cabası... Bu hayat yolculuğunda zorluklarla karşılaşan insanın mânâya matufluğunun gerisinde elbette bir noktada onu terbiye edecek yaşanmışlıklar olacaktır.

Filhakika, “Taş ağırdır ama daha çok da yerinde ağırdır” felsefesindeki ağırlık menkul olandır. Nasıl ki “Hayatlar arasında çok fark yoktur” dense de kapitalist insan için yengecin ve ıstakozun hayatı aynı değerde değildir maalesef. Bu değer farkını insanın ihtiyaçları, talepleri ve tercihleri belirlemektedir.

Bu minvâlde, insanın asıl hikâyesi tam da dünyanın yüküne ortak olunca başladı. Dünyayı gönlünce olacağı zannına kapılan insanın ilk şaşkınlığı böyle böyle atlatıldı. Hayatın ilerleyen evrelerinde çokçalanan goygun acıların, şuh sıkıntıların üstünü örtecek son hep aynı. Ve bulunabilecek yeni çareler de hep aynı şekilde tedricî...