ÇOCUKLUĞUMDA
okuduğum çizgi romanlardan bir seriydi “Mr. No”. Bu onun özgün adı mıydı, yoksa
Türkiye versiyonu muydu, bilmiyorum. Ama hikâyeleri daha çok Amazon bölgesinde
ve tek pervaneli uçağıyla oradan oraya koşmak ve “ormanın huzuru”nu bozan
haydutlara karşı amansız bir mücadele şeklinde geçiyordu.
Baştaki paragrafın anahtar
tamlamasının “ormanın huzuru” olduğunu anlamış olmalısınız. “Orman, hem de
Amazon ormanı ölçüsündeki bir kütlede ne huzur olur ki?” diyesi geliyor
insanın. Nereden hangi tehlikenin çıkacağı belli olmayan, uğultulu, gölgelik ve
bilinmez bir yerden söz ediyoruz “huzurlu orman”la.
Hepi topu dört, hadi on
olsun, bu kadarlık bir güvenli alanda ilerlenen bir yerde yol almakta, yani
görüş alanı bu kadarlık bir hacimde ilerlemekte olan Mr. No ne yapsın? Ama
yapıyordu tüm hikâyelerinde çizgi romanın şakaklarına ak düşmüş olan kahramanı.
Çünkü ormanın huzuru kendinden menkuldü ve dinamiği huzursuzluk gibi görülen, onun
huzurunda saklıydı ve özüne aitti. “Peki, kahramanı buralara salan neydi?”
sorusunun cevabı ise “Huzurun doğallığını bozan huzursuz yabancılar”dı.
Haydutlar, hırsızlar, hainler, bozguncular… Kimi aslan avlamaya geliyor, kimi
timsah derisinin peşine düşmüş, kimi kürk hayvanı peşinde, kimi fildişi
ticareti derdindeydi onların. Kimisi de gözlerden uzak alanlarda uyuşturucu
tarımı yapıyordu zehir tarlalarında. Ve her ne yaparlarsa yapsınlar, bu
“anarşistlerin” hepsine birden “huzurun katilleri” diyordu Mr. No. Tabiî unutmamışsam…
Onlara karşı verdiği
mücadeleyi sessiz, derinden ve huzuru bozmadan yapmak derdindeydi. Belki Tarzan
ya da Zagor gibi Amazon’un sarmaşıklarında tıpkı bir şempanze uçarılığında
yapmıyordu bu işi ve ayağı yere basıyordu. Ama topraktaki kuru çöpe basmamaya
da gayret ediyordu çıkaracağı “çıt” sesinin huzura zarar vereceği düşüncesiyle.
Sonunda başarıyordu da bunu; çünkü o yoktu. Zira adı “Olmayan Bey” idi. Yani “Mr.
No”…
“Huzur” üzerine iki çift
laf etmek gerekiyor. Her türlü negatif hareketlenmenin hedef edindiği içeriğe
sahip bir kavram olarak “huzur”, “Rahman’ın kozmik cihazının fabrika ayarları”nca
çalışmasını sağlayan temel husus olarak karşımıza çıkıyor. Müspet enerji yayan
bütün kavramların fideliği görevini yaymakla mükellef… Ve onun küçük kardeşi
olarak “Lütfen sessizlik!” tavsiye eden “sükûn” için “zamanın huzuru”
diyebiliriz. Tıpkı “mekânın sükûnu”nun da huzur olması gibi… Ve her iki
kavramın tüm sosyal birlikteliklerin fabrika ayarlarında işleyişini temin için
bir “nizam-ı âlem” serasına duyulan ihtiyacın zemini ve zamanı anlamında “huzur
ve sükûn”, doğurgan bir ana gibi “ışığı görenin çıktığı” bir bereketlilikle var
olmakta. Nerede? İnsan sosyografisinde, bitkinin ve hayvanın habitografisinde,
fiziğin ve kimyanın naturografyasında ve en önemlisi de kümulatif bir işleyiş
anlamında âlemlerin kozmografyasında.
Âlemin kozmografyasından
hareketle şunu düşünüyoruz: Hani denir ya “Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı,
bir at bir orduyu, bir ordu bir devleti kurtarır (ya da kurtarmaz)”, işte bu
sistematik devinimin müspet bir neticeye ulaşmasının yoludur huzur ve sükûn. Ya
da onun tek kavramda dercolunmuş ve bir bilinç dairesi içerisinde fabrika ayarı
kuralları çerçevesinde işleyişine işaret etmiş olan “nizam (intizam)” veya
bugünkü ağızla “düzen”.
Düzensizliği anlatmak
adına kullanılan “orman kanunu” bir tespit midir, yoksa bir itham mı? Aslında her
ikisi de… İşaret edilen mekâna göre hem huzuru, hem de huzursuzluğu belirten
bir durum söz konusu burada. Orman için buraya kadar huzuru tarif ederken,
“orman kanunu” ifadesiyle “insan toplumu için huzursuzluğun” altı çizilmekte.
Ve ikisi de doğal. Bu doğalı katleden hâldir orman kanununun insanlar arasında
cari olması. Bunun karşılığında da şunun altını çizebiliriz: “İnsan kanununun
ormana taşınması”…
Makalemizin kahramanı Mr. No, ormanda meri olması lazım gelen kanunun ortadan kaldırılmasıyla oluşan huzursuz ortamın tesisi için çırpınmakta Amazon ormanlarında. Çünkü oraya taşınan “insan kanunu”, doğal ruhu yok etme çabasında yeşillikler arasında. Kendi de bir insan, ama orman kanununun temsilcisi olmasına rağmen hem de. Ancak “olmayan bir insan”…
Sözü edilen bu olmayan insan
tipolojisini, temsil ettiği anlayış içerisinde ormanda bir kahraman hâline
getirirken, onu aynı formatta insanın dünyasına taşıdığımızı düşünürsek, ortaya
çıkan karakter tam bir anti-kahraman olacaktır. Yani şehirde, “olmayan” bir
orman kanunu temsilcisi… Yok, böyle bir şey olamaz!
Ama oldu.
Güzel bir edebî eser adı
olurdu “Önce şehirleri yediler!” ifadesi bence. Evet, gerçektende önce
şehirleri ve şehirliliği yediler. Bunun neticesi ise “huzursuz şehir” oldu. Ki
bu da iyi bir roman adı olur, değil mi? New York, Paris, Şanghay, Tokyo gibi
metropolleri, sonra da İstanbul’dan başlayarak Ankara ve İzmir gibi metropollerimizi…
Orada durun da… Durmadılar. Zira “çıta şehirlerin” huzurunu yemek oldukça
lezzetliydi.
Efendiler Efendisi’nin
(sav) tekniği, “önce şehirleri yememek” üzerineydi. Ya da “önce şehirleri mamur
etmek”… Şehir Yesrib’ti o zaman; yani “yenilmiş, huzuru berhava edilmiş” bir
büyük yerleşim alanı olarak Yesrib. Ve bir gün çıkageldi “Medine Güzeli”nin
İslâm medeniyeti. Yemek için değil elbette şehirleri. Aksine şehri mamur etmek
adına da değil. Medenileştirme niyetiyle “Niyet hayır, akıbet hayır”, değil
miydi? Ve tam da öyle oldu. Yesrib oldu Medine. Oraların ormanı adına çöl, çöl
olmaya devam etti. Sadece Medine’yle temas kurabilen bedevinin hayatı kısmen,
ama ruhu tamamen medenîleşti.
Sonunda insanlık ulaştı
bir başka medeniyet düzlemine. Şimdilerde cari olan bu medeniyetin adı “Batı medeniyeti”
olarak biliniyor. Tamam da, Batı’nın insanlığın son üç yüzyıllık dilimine
yedirdiği bu çağ, medeniyet mi acaba?
Kıstas kolay! Söz konusu
Batılı, medeniyetinin argümanlarını sırtlanıp doğrulduğunda, elbette şehirlerin
kapısını çalacaktı her medeniyet namzeti gibi. Neticede İslâm medeniyeti de
Yesrib’in kapısını çalmıştı orayı Medine yapmak için. Peki, Batılı aklın niyeti
neydi? Yesrib’i Medine yapmak mı? Aklınca elbette! Ne yazık ki yapamadı! Bırakın
Yesrib’i Medine yapmayı, tam tersini hayata geçirerek Medine’yi Yesrib yaptı.
Neon ışıkları ve asfalt yolları medeniyetinin altın madalyaları sanarak taktı,
takıştırdı. Ve hayâlindeki Medineleri “Işıklar içinde uyusun, üzerine yıldızlar
yağsın” duasıyla metropollere çevirdi. Hiçbir Yesrib’i Medine yapamadı. Zira ruhundaki
cangılın orman kanununu Mr. No’ları eliyle hayata geçirmeye girişmişti.
Görünmez adamlar ve orman
kanunu ormanda çok iyi uygulayabilirdi de aynı kanunun mayası insanın
dünyasında tutmadı. İşte bu nedenle önce şehirleri yediler. Kaybolan medeniyet
sofralarında meze olan evvelâ şehirlerdi, sarhoş olup sızansa şehirlilik.
Burada Tuzsuz Deli Bekir’lik Mr. No’lara kalmıştı. Onlar da “huzur” deyince bir
başka şey anlamaktaydılar. Orman kanunundaki huzursuzluğun huzuru…
Gerilere gidelim tekrar. İslâm
medeniyeti, Yesrib’i Medine Yapanın ardından, ama O’nun izlerine basa basa
geldi yüz yıl öncesine kadar. Coğrafya “Medine yıldızlarıyla” doluydu.
Medeniyet şehirdeydi ve tabiî buna bağlı olarak huzur da. Gerçek adıyla “huşu
içindeki İslâmiyet” de… Yanılıp yenilerek şakileşmek isteyen kentli, önce
şehrini ve peşi sıra şehirliliğinini soyunmak zorundaydı. Ondan sonra onu şehir
dışındaki alan çeker götürürdü. Haydutlar, hırsızlar, katiller için mekân elbette
Medine şehri değil, yabanî dağlar olacaktı. Zira Medine demek, huzur ruhunun
hâkim olduğu yerdi, şaki huzursuzluğunun değil. Bu huzur, Müslümanlığın saksısı
ya da saksının can suyu olarak iş yapmaktaydı. Bu nedenle İstanbul, huzurun
şehriydi. Hicaz, Şam, Bağdat, Halep, Kahire ve diğerleri, “şehir Müslümanlığı”nın
destanını yazdılar, sanatını zirvelere oturttular, irfanın “Edep Ya Hû!”sunun
intizamını nakşettiler ruhlara.
Artık “medeniyet” dersek,
bizatihi bu kavrama haksızlık yapmış oluruz; onun için “Batı’nın anti-medeniyeti”
diyeceğiz. Bir gün çıkageldiğinde Doğu’nun medeniyetine çökmek üzere, önce
şehir Müslümanlığının zemberek kolu anlamında işlev gören huzuru yedi o
anti-medeniyet. Şehir Müslümanlığı sökmez oldu ve onun yerine Medineler,
“yabanî şakiliği”nin mekânı oldular. Dağlar ıssızlaştı, ormanlar tenhalaştı,
huzur aralara kaçtı. Bu bir kurtuluş işareti mi? Hayır! Denildi ya yazının en
başında, Mr. No, serüvenini Amazon ormanlarında yaşatırdı biz çizgiroman seven
çocuklara; büyüdük şimdi, huzur istiyoruz, çocukluğumuza egemen oldukları çizgi
romanlarının da bir proje olduğunu anladığımız bu vakitten sonra Mr. No’lara
hayatımızda yer vermemiz mümkün değil.
Türkiye’nin şehirlerini
Medine, inancını şehir Müslümanlığı yapma zamanıdır artık! Yoksa şehirlerimizi,
şehir Müslümanlığımızı yedikleri gibi ruhumuzu da yemeye hazırlanmaktalar. Hem
de 1299’da bıraktıkları yerden başlayarak!