Şehir, insan ve toplum

Geleneksel yapıdan kopmadan yenilikten ve değişimden de beslenen toplum, kendi değerlerini kaybetmeden yaşamalıdır. İnsan dünyayı güzelleştirmek için vardır. İyi bir hayat sürmek için iyi ve güzellikleri toplumsal hayata da hâkim kılmalıdır.

DÜN “şehir yaşamı” denildiğinde mahalle hayatı, sokaklarda yankılanan alışık ve sempatik sesler, yıllar gerisine uzanan toplumun kendi bağlarıyla bütünleşen bir yapı karşımıza çıkardı. Her nedense şimdi kendimizi şehirden maada kentli addeder olduk. Kentin soğuk, yalnız, çıkarcı, vurdumduymaz kalabalığında hüzünleri, kederleri, kaderleri yaşıyoruz. Aile bağlarının gevşediği zamanımızda kentler bizi yalnızlaştırıyor, boğuyor.
Şairlere, sanatçılara, yazarlara ilham kaynağı olan şehirlerin bugünkü ruhunda bir başkalık var. Şairler ve yazarlar gördükleriyle, kendilerine dokunulduğunca yazar söylerler. Her dönem farklı bir açıdan tespit ve vurgulama olsa da günümüzde kentler çıkarcı, gözü yükseklerde ve kendinden başkasını görmeyen bir edayla geçmişin mimarî ihtişamından eksilerek yükseliyorlar. Sanatçılar kuşkusuz kentlerin eski, kazma vurulmadık tabiatın o renk cümbüşünü çok arıyorlar. Çareyi de modern akımların absürt renk ve çizgilerinde buluyorlar!
Havasını, suyunu, tarihî binalarını özleyen, serin sularına, denizlerine hasret kalan insanları kendine bağlayan farklı medeniyetlerle birlikte kendi medeniyetimiz, artık geçmişte kalmanın hüznünü yaşamaktadır. Günümüzde, geçmişte olduğu gibi şehirlere bağlanış bu özlemlerden ziyade dünle de bağı olan maişet sebebiyledir. Sadece kazanmak için şehirleri mesken tutanlar, dün o siluette, hayatın her anında anlamlı bakışları solur, idrakine yeni mânâlar katar ve hayatı dolu dolu yaşamaya çalışırlardı. Bugünse zihnî melekelerini sadece yaşamak için lâzım olana yöneltmiş durumdalar. Artık pek çok şeye ihtiyaçları yok. Binaların estetik duruşunu gözleri görmezken teknolojinin sözde nimetleriyle yaşamına can katmaktadırlar. Peki, ne oldu da o binalar yerlerini modern ve sakil, anlayışsız, taş ve özellikle de beton yığınlarına bıraktılar?
Bir tarihçi ve eğitimci olan dostuma şöyle bir soru tevdi etmiştim: “Bir tarihçi olarak dünde mi, bugünde mi yaşamak isterdiniz?” “Bugünde” dedi. Nedeni de şöyle açıkladı: “Bugün her türlü imkân var. Düne göre çok kitap basılıyor. Her şeyi bulabiliyorsunuz. Sefalet ve fakirlik dün vardı, bugün insanların durumu iyi sayılır. Sanat açısından derseniz, dünün mimarisi ve sanat anlayışına yetişemeyiz.”
İnsan düşünür ve hayâl eder. Tarihe düşsel bir yolculuk yapar. Her ne kadar tarihin farklı evrelerinde yaşamak istese de bütün bunlar birer hülyadan ibarettir. Gerçekle hayâl arasındaki fark, sadece gerçek olana dokunulmasıdır. Dünün tekniği bugünden farklıydı. Günümüzde her şeyi yapabilecek teknik ve imkân bulunmakla birlikte, sanat anlayışı olarak tarihî miraslara ulaşamayız. Bu bir bakış, anlayış meselesidir.
İnsan ve toplum, yoz kültürle besleniyor. Kültürel duyarlılığın olmadığı yerde zevkler de, incelikler de, anlayışlar da o yaşayışa göre biçimsizce temayül ediyor, gelişiyor. İnsan her taşını, yapısını, sokağını bildiği yerlerden, yapılardan, anlayışlardan ayrışmaya devam ediyor.
Şehirler, binalar, insan ve toplum bağlamında dünle bugün arasında çok büyük bir farklılık, bir değişim, bir uçurum var. Bunun saiki de insanın yaşamıyla alâkalı. Dün şehirler mamur ederken, insan merkezli bir yapının varlığı öne çıkardı. Eserler insanlarla var olur, anlam kazanırlardı. Kıymetli insanların fikirleri hayata egemen olurdu. Sanata adanmış güzel insanların yetişmesiyle binalarda serinlik, rahatlık, huzur vardı. Bugünse konfora dayalı hayat, huzuru gölgede bıraktı. Biçimsiz, şekilsiz bir hayat yaşanmaya başlandı. Hâlbuki yapılması gereken, güzel mimarlarla güzel binalar yapıp şehirlerin ruhunu değiştirebilmek olmalıydı. Şehirleri de güzelleştirebilirdik. Şehirlerin çarpık yapılaşmalarına, gökyüzüne doğru uzayıp giden gökdelenlere, alışveriş merkezlerine boyun eğdik. Minareler bu binaların arasında âdeta kayboldu. “Aslında kaybolan bu mabetlerden uzaklaşan insanlardır” dense sezadır. Plazalar (meydanlar, çarşılar), centerler, centrumlar (merkezler), AVM’ler hayatımıza gireli mutlu değiliz. Dün güzel ahlâkla güzel mimari arasında bir bağ vardı. Bu bağı yeniden tesis etmek elzemdir. Bu nasıl olacak?
Henüz yerle bir edilmeyen, sayıları az da olsa yaşayan tarihimizden bize miras kalan evlere, konaklara, hanlara bakmak yeterli. Hayat tanzimini de buna göre şekillendirmek icap eder. Atalarımızdan bize kalan evler her açıdan bir rahatlığın abidesi konumundaydı. Büyük- küçük evler, konaklar (geniş olmayanlar ise plânlı) ve daha birçok alan ince bir fikir ürünü olarak tasarlanmış, avlular geniş ve rahat olmakla birlikte, gelecek nesiller için de esnek bir yapıda öngörülmüştü. Böyle bir anlayış, gelecek nesillerin değişen ihtiyaçlarına göre düşünülmekteydi. Böylelikle bu mekânların yeni sahiplerine de kendi değişen isteklerine göre imkân sağlanmış oluyordu.
Şehirler insanoğlu tarafından gelecek nesillerin yaşama durumlarına göre de şekillendirilmelidir. İnşâ edilen, sadece yapanın ömür süreceği bir bina olarak düşünülebilir mi? Bir ev, konak, yalı, kasır, başka kuşakları da içinde barındırır. Bazı şehirlerin kuruluşlarında hayatın incelikleri de gözetilmelidir. Kentlerde bu anlayış maalesef yoktur!
Ev ev, şehir şehir toplumsal hayatı içinde barındıran yapılar ve bunları birbirine bağlayan ulaşım, sosyal donatım sistemleri, insanların tercihleri açısından farklı özelliklere sahipti. Böyle bir yapıda insan varlığının şehre yansıması, şehirlerin ahlâkî, sanatsal, felsefî ve dinî hayatın bütünleşmesine dairdi. Yani mekânlar sadece insan hayatının gerçek varlığına bir gönderme olarak algılanabilmekteydi. Fakat tarihten gelen bu anlayışlar zaman içinde yavaş yavaş değişime uğramakla, Batı’dan gelen çeşitli tesirler ve Batı kültürünün hâkimiyeti altına girmesiyle çevre duyarsızlığı başladı. Sorumsuzluklar ortaya çıktı. Kültürel kirlenme insan hayatına egemen oldu.
Mahalle sakinlerinin yaşadığı alanlara değer vererek, mahallenin yönetiminden emniyetine, sokakların temizliğinden çocukların gözetilmesine, kadınların mahremiyetine varan aşinalıkla çevre ilişkilerine verilen değerle yeniden bir anlayışa ihtiyaç bulunmaktadır.
Şehir plânlayıcılarından bazı kimseler, bugün binaların ve şehirlerin genel sağlığımızı ve ruh hâlimizi etkilediğini, diğer taraftan bazı şehir tasarımcıları da eşi olmayan bir tasarım yaratma kaygısının ve bu tasarımın şehirde yaşayanlar üzerindeki etkisinin önüne geçtiğini belirtiyorlar. Toynbee, geleceğin dünya şehri kategorisini gündeme getirir ve iki şehir tipinden söz eder: Geleneksel şehirler ve mekanize şehirler…
Mekanize şehirler, sanayileşmiş, teknolojik yönden oldukça donatılmış şehirler olarak karşımıza çıkar. Geleneksel yapıdan kopan, yenilik karşısında tutunamayan şehirler de toplum hayatında büyük değişime uğramış bulunmaktadır. Şehir ortamı, insanları yalnızca görsel olarak tanımaya imkân verir. Bireyleri kişilikleriyle tanıma imkânı alt seviyededir. Her gün çok fazla insanla karşılaşmanın normal hâle gelmesi, bu insanlar arasında aşırı tanışıklık durumunu meydana getirir. Fertlerin aralarında duygu, düşünce ya da duyarlılık bağlarının olmaması, birbirlerine çok yakın bir biçimde yaşayıp beraber çalışmaları, rekabetin ve ilerleme arzusu nedeniyle de karşılıklı sömürünün artmasına yol açmaktadır. Genelde kendi maliki olmadıkları evlerde oturmaları da burayı gelip geçici görmelerine sebep olup kişisel ilişkilerin kurulmasını önlemektedir. Bu ilişkilerde aile de etkilenecek ve değişime uğraması kaçınılmaz olacaktır.
Aile, kırsaldaki daha geniş akrabalık bağlarına dayanır. Grup yapısından uzaklaşan aile üyeleri pek çok bakımdan evin uzağında olan işle, eğitimle, eğlenceyle ve çeşitli uğraşlarla ilgileneceklerdir. Şehirlerdeki hemşericilik ilişkilerine rağmen toplum içindeki akrabalık ve geleneksel bağlar zayıflayacak, fertler arasındaki ilişkiler daha yüzeysel olacaktır.
Şehir toplumu, kırsal kesim toplumunun aksine geleneksellikten olabildiğince kopmuş, yenilikçi ve değişimci bir dinamik toplum olarak var olmaktadır. Geleneksel yapıdan kopmadan yenilikten ve değişimden de beslenen toplum, kendi değerlerini kaybetmeden yaşamalıdır.
İnsan dünyayı güzelleştirmek için vardır. İyi bir hayat sürmek için iyi ve güzellikleri toplumsal hayata da hâkim kılmalıdır.