Şehir bizi boğuyor mu?

Şehir, medeniyetin aynasıdır. Şehri dizayn eden anlayış ve disipline “mimari” diyoruz. Mimari de aslında bir medeniyetin şekillendiği canlı bir görüntüdür. Mimari, temsil ettiği medeniyet anlayışına göre tecessüm eder. Mimari üzerinden şehirleri kentlere dönüştürme çabası, aslında toplumun bağlı olduğu medeniyet anlayışı ile olan ilgisini keserek, onu kendi ideolojisi çerçevesinde değiştirme girişimidir.

GENELLİKLE şehirden yakınır olduk. Trafiği, gürültüsü, üzerimize gelen binaları, artan nüfusa cevap veremeyen yolları, bir yağmur yağdığında çektiğimiz su baskını çileleri… İtirazlarımız genellikle şehrin maddî yüzü olan altyapı eksiklikleri ile ilgili…
Sanki bu sözüme “Hayır, dahası da var” dediğinizi duyar gibi oldum. “Şehir magandaları, trafik canavarları, gürültü yapmayı bir meziyet sayan komşular, arabalardan dışarı taşan müzik sesleri, egzoz bağırtıları, apartman merdivenlerine atılan sigara izmaritleri, ortak kullanım alanlarına fırlatılan çöpler, çamaşır astığınız balkonunuza üstten silkelenen halılar…” Bu da şehirleşemeyen insan faktörü, değil mi?
“Şehre adapte olamayan, medenîleşemeyen insanlar” derken “şehir” ve “medeniyet” kavramlarını bir itiraz cümlesinde kullandık, değil mi?
Evet, “şehir ve medeniyet” kelimeleri et ve tırnak gibi birbirini tamamlayan, birbirinin varlık nedeni olan iki terim. Genellikle bir konu hakkında yazılan yazılar, konu ile ilgili terimleri açıklamakla başlar. Bu ise yazarın konuya hangi zaviyeden baktığını bize gösterdiği gibi, bizim de ilgimizi ve dikkatimizi işin bu cephesine çevirmemizi sağlar. Kavramları tam yerinde kullanmadığımızda, bir anlam anarşisi ile karşı karşıya kalırız. Her kavramın bir sözlük, bir de ıstılah anlamı vardır. Bu yüzden öncelikle şehir ve medeniyet terimlerini açıklayarak başlamak gerekir diye düşünüyorum.
Şehir mi, kent mi?
“Şehir” kelimesi dilimize Farsçadan girmiş. Sözlük anlamı, “nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı, kent, site”…
Arapçada ise “medine”, şehrin karşılığı… “Belde” ve “mısr” da kullanılmakta. “Medenî” kelimesi de buradan türemiş. En kısa anlamıyla “şehirli” demek. Zıddı “bedevî”… Çölde yaşayan, şehirli olmayan…
Mustafa Karaosmanoğlu “İnsan ve Şehir” yazısında, “Şehir, bir yanlış algılama biçimi olarak köyün büyümüş, nüfus kazanmış hâli değildir. Bilâkis şehir, işbölümünün başladığı, aynî mübadelenin nakdî mübadele hâline dönüştüğü, hukukun daha ziyadesiyle yazılı hâle geldiği ve insanların belirli kurallar dâhilinde bir arada yaşadıkları mekânın adıdır” der.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre de “valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri şehirdir”.
Yeri gelmişken, kent nedir, açıklayalım. Kent, Soğdca “kand” kelimesinden dilimize girmiş ve "şehir, kale" anlamında kullanılan bir kelime… TDK sözlüğüne göre, “sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, gidişgeliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinmelerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşılarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi”.
Günümüzde bu Arapça ve Farsça kelimelerin yerine “kent” kavramını kullanmak moda oldu. “Kentsel dönüşüm” gibi tabirler türedi. Acaba kent ve şehir aynı mıdır sizce?
Yusuf Kaplan, “Kent ile şehri ayrı anlamlara sahip iki ayrı dünya olarak görmemiz gerekir” diyor. Ona göre kentleşme, sekülerleşmenin bir ürünüdür ve modernizmin doğumuna sebep olmuştur. Oysa şehir bir medeniyet tasavvurunun ürünüdür.
Prof. Dr. Mazhar Bağlı da “Şehir ve Medeniyet” yazısında şehrin salt bir yerleşim birimi olmadığını belirterek çevreyi tanımlama ve çevreye kimlik edindirme pratiğini de içeren bir girişim ve bir kimlik oluşturma alanı olarak görür.
Şehirde burjuvazi, sınıflaşma yoktur. Kentlerde ise vardır. Şehirler, sadece içinde yaşayan insanların maddî ihtiyaçlarını karşılamayı düşünmez. Onlara sosyal alanlar verir. Zira şehirler insanın manevî ihtiyaçlarının da karşılandığı bir ilim ve sanat merkezidir aynı zamanda. Şehir ve insan bütünleşmiştir ve burada yaşayan insanların, birbirlerinden sorumlu bir şekilde aralarında bir cemiyet bağı bulunur. Kentler ise birbirinden bağımsız yaşayan, birbirlerinin sorunları ile ilgilenmeyen topluluklardan oluşur.
Şehirler hukuk kuralları yanında örf, âdet ve ahlâkî değerler ile şehre ruh veren nizamnamelere sahip iken, kent ise salt hukuka bağlıdır. Hukuk ise hakları, özgürlükleri belirler, şehrin caddelerini ve sokaklarını çizebilir, ama ona bir ruh veremez.
Haki Demir “Şehir ve Fikir” yazısında, şehir ve kent mukayesesini şu şekilde dile getirmiştir: “Şehir ya hayatın kaosu veya fikrin nazım plânıdır. Şehir ya fikrin taşa toprağa bulanmış hâlidir veya fikrin toprakla buluşma noktasıdır. Şehir ya fikrin kaos sahasıdır veya fikrin tecessüm etmiş hâlidir. Şehir ya taşın fikir üzerinde hâkimiyet kurduğu mekân organizasyonudur veya fikrin teşkilâtlanma maharetinin tecellisidir. Şehir ya fikri şekillendiren bir agoradır veya fikrin tatbikat sahasıdır. Şehir ya fikrin ilk içtimaî imtihanını kazandığı mekândır veya şehrin fikrî rüştünü ispatladığı coğrafyadır.”
Eğer siz ilk seçeneği tercih ediyorsanız, kentleşmeyi tercih etmiş olursunuz. Ama ikinci seçenekleri tercih ediyorsanız, o zaman özlediğiniz medeniyet tasavvurunun şekillendirdiği şehirleşmeyi tercih ediyorsunuz. İşte yazımızın başında belirttiğimiz çerçevede bizi boğan şehir değil, maalesef kenttir.
İslâm’ın şehir tasavvuru
İslâm’ın şehir tasavvurunu anlamak için ilk önce Hazreti Peygamber’in uygulamalarına bakmak gerekir.  Peygamberimiz şehircilik alanındaki ilk düzenlemeleri Hicret’ten sonra, henüz adı “Yesrib” olan Medine şehrinde yapmıştı. Bu düzenlemeler sayesinde bir kent olan Yesrib, Hicret’ten kısa süre sonra İslâm’ın “Medine-i Münevvere’si” ve kendinden sonra kurulacak yeni şehirler için numune-i imtisal olmuştur.
Hazreti Peygamber, Yesrib’i şehirleştirmek için önce ibadetin yanında, başta sahabenin eğitim işleri, devlet hizmetlerinin yürütüleceği Mescid-i Nebevî’yi inşâ ettirdi. Böylece ileride kurulacak Müslüman şehirleri için cami merkezli bir şehirleşme modelini başlattı. Daha sonra Mescid-i Nebevî dâhilinde, “beytü’l-mâl” şeklinde kullanılacak bir oda tahsis etti. Ardından Nebit pazarına giderek buranın durumunu inceledi ve uygun bulmadığı için ileride “Medine Pazarı” adını alacak yeni bir çarşı/pazar yeri belirledi.
Yine Baki mevkiini şehrin ibret aynası olan mezarlık olarak kararlaştırdı. Hazreti Ömer zamanında idarî işler için mescidin yakınında Dârü’l-İmâre inşâ edildi. Böylece İslâm şehirlerinin çekirdeğini teşkil eden en önemli unsurlar, “cami, pazar, hükûmet merkezi” olarak belirlendi. Bu nedenle İslâm şehir teorisinde “Cum’a kılınur, pazar kurulur” ilkesi hâkim olmuştur. Daha sonra caminin etrafına hamamlar ve bedestenler kuruldu.
Bu anlayışla cami merkezli kurulan İslâm şehirlerinin çoğunda camiden etrafa doğru bir ışık demeti gibi ana yollar dağılıyordu. Şehir halkı umumiyetle ibadethaneler etrafında teşekkül eden mahallelerde yaşıyordu. Bu mahallelere merkezden gelen yollar, cadde ve sokaklar genellikle dardı. Evler avlu duvarlarıyla çevriliydi.
Osmanlı mahallesinde sakinler birbirine müteselsilen kefildiler ve mahalle sakinleri tahrir defterlerine hane olarak yazılırdı. Dolayısı ile vergi mükellefi kişi, ailenin reisi idi, ailenin tüm üyeleri değil. Osmanlı mahallesinde kefalet müessesesi nedeniyle hırsızlık ya da faili meçhul bir olayın mesuliyeti mahalleliye aitti. Bu nedenle mahalleye elini kolunu sallayıp girmek mümkün değildi. Bu hem sokakların bir katır geçecek genişlikte olması nedeniyle böyle idi, hem de sokakların çoğunlukla çıkmazlarla kesilmesi nedeniyle. Cumbalar ardında sokağı gözleyen mutlaka birileri vardı. Mahalle sakinleri, oluşturdukları bu yaşam biçimi nedeniyle tüketim toplumu kurgusuna göre de yaşayamazlardı. Öncelikle evler küçük, avlular genişti. Evler kadınların mevsimine göre sebze ve meyvelerin dönüştürülmesine uygun bir şekilde dizayn edilmişti. Kısacası mahallenin yitimi, bir bakıma onu yaşatan kadının ve erkeğin de yitimi ile ilintilidir. (Lütfi Bergen, Şehir, Mahalle ve Kent)
Yeni bir şehir kurulurken vakıflar kurup ardından vakfa ait ihtiyaç duyulan dinî, sosyal ve ticarî hizmet binaları inşâ edilirdi.
Kentleşen şehir ve son tahlilde şehrin tezahürü
Şehir, medeniyetin aynasıdır. Şehri dizayn eden anlayış ve disipline “mimari” diyoruz. Mimari de aslında bir medeniyetin şekillendiği canlı bir görüntüdür. Mimari, temsil ettiği medeniyet anlayışına göre tecessüm eder. Mimari üzerinden şehirleri kentlere dönüştürme çabası, aslında toplumun bağlı olduğu medeniyet anlayışı ile olan ilgisini keserek, onu kendi ideolojisi çerçevesinde değiştirme girişimidir.
Yusuf Kaplan, konu ile ilgili bir yazısında, “Paul Virilio, modern seküler kentlerin ‘ölü mezarlıkları andırdığını’ söylerken hiç de yabana atılmaması gereken bir tespitte bulunur. Sekülerleşmenin ürünü kentleşme, şehri öldürdü çünkü. Sadece şehri değil, insanı da” der. Devamında da, “Kenti biz, modernleşme serencamımızın bir sonucu olarak her şey gibi Batı'dan ithâl ettik. O yüzden kent, Türkiye'de tutmadı; şehri de tuzla buz etti” tespitinde bulunur.
Kaplan, Batı’daki durumu da sorgular: “Peki, kent Batı'da tuttu mu? Tuttu ama insanı da yuttu bu arada. İnsansa kentte kendini de, kendi hakikatini de, hakikatin kendisini de unuttu tabiatıyla.” (Yusuf Kaplan, İnsansız Şehir ve Şehirsiz İnsanla Nereye Kadar?, Yeni Şafak)
Lütfi Bergen, şehirlerin kentleşmesinin tezahürünü şu şekilde resmeder: “Kuşlara, dağdaki kurtlara dahi aşını veren, suyunu tedarik eden şehir mantığımızı modernizmin kent tasavvuru içinde hayata geçiremeyecek kadar mekânını kaybetmiş varlıklara dönüştük. Bireysel âleminde dindarlıklarını yaşayanlar hâline geldik. Tarihte ortaya çıkmış önemli bir uygarlık olan Mısır ile günümüz Batı modernliğinin mimarisinin ‘gökyüzüne tırmanması’ ve kölelik oluşturması, zorlama bir benzerlik arayışı sayılabilir mi?” (Lütfi Bergen, Göğe Yükselen Konut İdeolojisi: Kent mi? Şehir mi?)
Kent hiçbir zaman şehir olmayacaktır. Şehir, cemaatleri cemiyet yapan mekândır. Bu yüzden şehirlerde yaşayanlar, şehri ortak alanları ile birlikte kullanan, birbirlerinin hukukuna saygılı oldukları kadar dertlerine, sevinçlerine ortak olan cemiyet oluşturmuş insanlardan müteşekkildir. Şehirlerde birbirinin külüne muhtaç olduğunu bilen, “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” şuurunda olan komşular vardır. Kentlerde ise kapı komşusunu bile tanımayan, onu gürültüsü ile rahatsız eden, hakka hukuka riayet etmeyi çağdaşlık zanneden apartman sakinleri vardır.
İslâm Medeniyeti’nin şehir tasavvurunda mahremiyet esastır. Bu yüzden evlerin birbirine yakınlığı, ses yalıtımı, tecessüs gibi mahremiyete halel getirecek unsurlar hesaplanmak zorundadır. Bu yüzden İslâmî mimari anlayışı ahlâkî değerler çerçevesinde şekillenip, bu gibi konularda çözüm üretmek zorundadır.
İlber Ortaylı’nın ifadesiyle, fetihle birlikte ölmekte olan bir dünya başkenti ayağa kaldırılmış, oraya yeni bir ruh verilmiştir. (Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 69.) Biz şimdi bu ruhu kentleşme adına kendi ellerimizle boğduk. Ruhu boğulan şehirde ise artık kendimiz boğulmaya başladık.
Diyeceksiniz ki, “Durum bu kadar vahim mi?”… Sanırım bu sorunun cevabı “Evet”... Zira arabeskin babalarından Ferdi Tayfur bile, “Bu şehir beni boğuyor” diyor. Ferdi Baba da böyle diyorsa, sorun bu kadar ciddî! Ne dersiniz artık burada sözü Ferdi Baba’ya bırakalım mı?
“Beni bu şehir boğuyor/ Bilmem, bana ne oluyor/ Çöken karanlığın içinde/ Umutlarım tükeniyor…”