Seherde bir bağa girdim

Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış ve bir yılı geçmişti hasbahçe serüveni. Gül kokuları ve dikenleri arasında yeni bir hayattı el sürmeden gülleri devşirmekle geçen zaman. Her ikisi de eş zamanlı olarak şunu düşünmeye başlamıştı çoktan: Büyük sevgiler daha çok anlayışsızlıktan yıkılırken, tüm imkânsızlıklara rağmen derin anlayış ve özveriler kalıcı sevgiler doğurmaktaydı.

“SEHERDE bir bağa girdim./ Ne bağ duydu, ne bağbancı./ El sundum, güllerin derdim./ Ne bağ duydu, ne bağbancı.”

Onlarca yıl yaşar, yaşadığınız kadar düşler kurar ve mutlu da olursunuz. Bazen mâzide olanları hatırlatır birçok neden. O zaman derin bir yürek acısıdır soluğunuz. Çünkü siz, baharda yaprağını yeşertip güz gelince gazele dönüştüren ve sonrasında, kaderini rüzgâra teslim eden ağaçlar gibi değilsiniz. Sizin gönlünüzden düşen, yaprağın ağaçtan düştüğü gibi düşmez kaldırımlara. Sonbaharı çok sevmeniz, yüreğinizdeki Haziranları asla yok etmez.

Aslında bir yaşam boyu acıların yoksunluklardan kaynaklandığını da iyi bilirsiniz. Bilirsiniz mutlulukların insanları gençleştirdiğini ve acıların meydana getirdiği deformasyonları. Olaylar karşısında insanların iki türlü davranış sergilediklerini de bilirsiniz: Ya ânî bir değişimle geçmişe çizgi çekerler ya da zamanla küçülen bir değişimle mâzinin sızısını yaşarlar.

Bu süreçte gülüşler acı, tebessümler buruk, bakışlar ateştir. Yürekler, acılarla buharlaşan bir demirci körüğüdür; yanındakiler sevgi sanır...

Ve uzunca bir zaman geçer sessiz sedâsız, kimselere değmeden ve dokunmadan, kendi hâlinde, işinde ve gücünde... Hiç plân ve programında yokken, bir gün hayatının seyrinde ânî bir değişimle karşılaşabilir her insan. O da bazıları gibi, doğrultusu ve yönü hakkında hiçbir detaylı bilgisi olmayan, sessiz ve içten bir “günaydın” ile uyandı günlerce. Aslında o, kendi zindanının karanlığına alışmış ve derin bir sükût içinde yaşarken hâlâ her seher vaktinde aynı sessizlikle o “günaydın”a teşekkür etmekte...

Zaman böyle kendi yalın hâlinde ilerlerken, yalnızlığının bir okla delindiğinin farkında olarak, için için “Mutlu muyum?” diye de düşünmekten kendini alamıyordu. Bir ara radyosundan, “ Kapıyı çalan kimdir/ Aç bakim, gelen kimdir” türküsünü dinlerken, nedensiz bir tebessüm dondu dudaklarında. Karanlıklar güldüğünü görmedi. Bir an “Acaba mı?” diye aklından geçirdi. O an hiç tatmadığı farklı ve bir o kadar da tatlı heyecan yaşadığını zindanının duvarları dahi hissetti. Kim bilir belki, ama...

“Ama”, hayatlarda hep önemli bir yere sahip… “Keşke”den sonraki ikinci kelime... O anlarda ya kafanız karışmış ya da yüreğiniz farklı bir hisle titremiştir. Aslında o da bazıları gibi çoktandır yüreği sevgiyle dolu, yaşanmışlıkları olan ve sevgiden anlayan bir dosta ihtiyaç duymaktaydı.

Ve nihâyet bir gün ânî bir kararla “günaydın”ları aldığı sarayın hasbahçesindeki sedef işlemeli, derinlikleri göğün mavisi ve safranın sarısıyla renklendirilmiş, duruşundan asâleti okunan ahşap bir kapı üzerindeki pirinç tokmağı inletti. O asil kapı, Yûsuf’u buyur eden kapılar gibi, ağır ağır güzel bir geleceğe açılmıştı sanki. Bu ânî ziyaretin nedenleri, iki gönül diyârında saklı iklimlerin gökkuşağına benzeyen eşik üzerinde, bâkir bir vadideki pınarlarının coşkusu gibi gözlerden gönüllere aktı. O, hayâllerini süsleyen Firdevs bahçesinde gezindiğini hissederken, dikkatli bir bakışla yalnızlık şarkısının bu bağın üzerinde yegâne senfoni olduğunu fark etti. Çünkü o, yalnızlık şarkılarının her türünü çok iyi bilenlerden biriydi.

Hasbahçede bağ sahibinin ılık cümleleri eşliğinde gülistan makâmına doğru ilerlerken, gönül gözüyle zihnine ve yüreğine görüp duyduklarını her solukta ince ince nakşetti. Gözlerin göremeyeceği geniş bir bağ, yüksek bir kubbe, bir o kadar da göz alıcı yeşil bir vadide bulunmanın hazzıyla dolaşırken, derinliğinden fışkıran pınarları yakînen görünce tarifsiz bir hayranlığa büründü. Bu güzel mekânın zamansız konuğu olmasından dolayı bağın sahibinin buğulu gözlerinde, beyaz incilerini kapatan kelâm mekânında saklı bir mutlukla beraber küçük tedirginliklerini de fark etti.

Bağın her yerinde, gözlerinin deryâsındaki buğular gibi kahve kokusu hâkimdi. O, bu güzel kokunun da etkisiyle gönül mahramalarını “bağ”ın her bir ağacına bağlayıp Neva bahçesinin güzelliklerini yüreğine akıtarak rûh dünyasını da sarhoş etti. Bağın büyüleyici güzelliğinde vaktin oldukça ilerlediğini fark edip mahcupça bağ sahibinin yüzüne baktığında, onun gözlerinde de derin bir mutluluk belirtisi gördü. Bu bakışların, hasbahçenin tabiatıyla örtüştüğünü ve bunun güzel fıtratın tabiî bir yansıması olduğunu düşünerek tüm cesaretiyle sordu: “Ey gülistan, şânınızdan beni haberdar ediniz!”

O, “Varlığım bu sarayın göz bebeği, güllerim hakikatin sırları, dikenlerimse sevenim için mutluluk veren acıdır” dediğinde, onun bu hoşnutluğunu gözlerini kaçırmasından anlayarak heyecanlandı.

Çoğu zaman hissettiklerimizi hak edecek birinin olmayışı serzenişimizdir. Çünkü herkesle aynı bağın bağbanı olmadığımız gibi, aynı dağın yolcusu olmamız da mümkün değildir asla. Yol arkadaşımızı bulduğumuzda adanmayı anlamlı bulur ve onun için bir Amok koşucusu olmayı dahi tercih edebiliriz. İç dünyamızı açarken, iç dünyasına girmeye de başlamış oluruz. Bu gönül sohbetlerinde çok da ketum davranamayız.

Kendince sarayları, dağları, ovaları ve bahçeleri olan, ama asla gezgincilere müsaade edilmeyen sessiz bir vadi, fırtınasız bir deniz, nadasa bırakılmış bir tarla ve bahçıvansız bir bağdır gördükleri.

Aynı zamanda bir o kadar ahenkli, bir o kadar dinamik ve bir o kadar da derinlikli olduğunu onun davranışlarından anladı. Suskunluğunun, her bülbülün anlayacağı bir yürek feryâdı olmadığı da çok açıktı. Yüreğinin yüreğine denk başka bir suskun yüreğin görünmez okuna açık olduğunu da anladı. Aslında o, bunun çok da kolay olmayacağını, dudaklarından sessizce dökülen “Merhaba”dan bağa girdiğinde fark etmişti. Belki de onun, günbatımlarında suskunluğun şarksını yağmurun ritminde, dolunayın parlaklığında veya muhatabının derinliğinde söylediğini düşündü. Kim bilir, bir zamanlar sevdâsıyla yetiştirdiği bahçıvan, güllerden nefret eden ve şarkılardan çok uzak biri çıkmış olabilir veya o bağın güzelliğini zedeleyecek zararlı fırtınalara neden olmuş olabilir.

Bağın önceki bahçıvanlarının dillerini sevgi için değil de bir makas gibi kullandıklarının derin hüznü, kahve gözlerinin arkasında saklıydı. Yaşadıkları, yüreğinin suyunu kurutup neredeyse çöle çevirmiş gibi olsa da bunları hissettirmeme gayreti, kurduğu seçkin ve nitelikli cümlelerin ahenginden anlaşılıyordu. Çöle dönmekte olan toprağının derinliklerindeki yaşam enerjisini de buruk tebessümler ele vermekteydi. Ayrıca olgun ve bir o kadar da güçlü duruşunu ellerinde açan baharın safran çiçekleri eleveriyordu. Denizinin ve göğünün maviliklerinden gönlünün tuvallerine muhteşem bir görsellik yansıttığını da yakînen müşahede etmenin huzurundaydı.

Aslında o, birkaç damla yağmurla mevsimlerin mütahayyil olacağına, suskun ve anlayış esaslı bir saygıyla yeni bir sevgi bağının kurulacağına inanıyordu. Diğer yandan bağın sahibi ise, yeniden yeşerteceği gülistanına değil bahçıvan tutmak, uzaktan nazar edilmesinin rahatsızlığını îmâ etmekle beraber, aslında bu nazar edicinin bağında görülmemiş bir renklilik oluşturacağı inancındaydı.

O, bu hasbahçenin muhteşem güzellikleri içinde âniden kendi yoksunluklarına devinerek, geçmişin sevgi kırgınlıkları içerisinde kendini nasıl bir çâresizliğe mahkûm ettiğini düşünüp derin derin soluklanıyordu. Şimdi bu bağdaki havayı yeni bir başlangıç duâsıyla teneffüs edip kendine dönerken, bazı şarkıların mutluluktan bestelendiğini hatırlayarak tebessüm etti. Siz de bilirsiniz kor olmuş yüreklerde en kıymetli sert cevherlerin eriyeceğini ve bundan dolayı hem kendinizin, hem de muhatabınızın şanslı sayılabileceğini. Bu durumlarda hem eriyen, hem de eriten, aynı potada olmaktan haz duyar. Bundan dolayı, kapıyı çalanın yüreği ile kapısı çalınanın yüreğinin birbirlerini dengeleyebileceği düşünülebilir o an.

Hasbahçede gezerken yapılan sohbetlerin içeriğindeki cümlelerin sessizce gidip dönüşlerinden, bu sürecin uzun bir zamana yayılacağı belliydi. Artık her iki yüreğin de bir bakıma acıların bayraklaştığı bir mekân olduğu ve bu yüreklerin birbirlerine çok yabancılık çekmeyeceği aşikârdı.

Yüreğinden aldığı ve aklına onaylattığı özgüven ve cesaretle hasbahçenin kapısından içeri yönelip el sunmadan gülleri dermek istediği sohbet esnasında hemen fark edilmişti. Ancak o, hasbahçe güllerinin kolay kolay derilemeyeceğinin hissiyatındaydı. Bağın sahibi bu eylemin hiç de kolay olmayacağını hissettirse de, o, bu bağda gülleri dermenin her türlü zahmete ve tüm zamanları fedâ etmeye değeceğine inanmıştı. Bu imkânsızlıklara rağmen her ikisi de bir sevdâya dayalı dostluğun çok şeye değeceğinin bilincindeydiler.

Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış ve bir yılı geçmişti hasbahçe serüveni. Gül kokuları ve dikenleri arasında yeni bir hayattı el sürmeden gülleri devşirmekle geçen zaman. Her ikisi de eş zamanlı olarak şunu düşünmeye başlamıştı çoktan: Büyük sevgiler daha çok anlayışsızlıktan yıkılırken, tüm imkânsızlıklara rağmen derin anlayış ve özveriler kalıcı sevgiler doğurmaktaydı.