Seher Sultan

“Sürmeli gözlerimde demirlendi acılar. Hangi mendil cesaret eder onu silmeye? Sustum şimdi; konuşsun şahidim olan yıllar! Hangi yürek cesaret eder onu dinlemeye?”

KARANLIK bir gecenin koynuna girdiğinde, gözlerini tavana diker, damı delip geçen yağmurun mertekler arasında bıraktığı izleri yırtıcı kuşlara, kanatlı ejderhalara, tek gözlü ve uzun kuyruklu devlere benzetirdi. Yeni yıkanmış ve yeni sırınmış yün yorganı ucundan kavrar, önce çene, sonra burun hizasına getirir, nasırlı ellerin kokusunu arar ve bulurdu. Uzunca bir süre burnunun üzerinde tuttuğu yorganı, en son gözlerini de kaplayacak şekilde başının üzerine geçirirdi. Çok geçmeden, oksijen eksikliğinden müteşekkil bir nefes darlığı çeker, baskıya daha fazla dayanamayan minik kalbi güm güm atardı.

Rüzgârın dalları okşayışından tutun da baba yadigârı tek göz pişiğin[i] yorgan üzerine serilişinden, hatta kendi nefesinden dahi huylanırdı.  Ağlamamak için dudaklarını kemirse de hıçkırıklarına hâkim olamazdı…
Ana gurban!
İşte tam o anlarda gecenin sessizliğini “Ana gurban!” sesi bozardı. Beklediği de budur! Sesin nereden, kimden ve nasıl geldiğini çok iyi bilmektedir. Yerinden ok gibi fırlar, karanlığı aydınlatan o mütebessim simada beliren bir çift ceylan gözle karşılaşırdı. Bu ritüeli, çocukluğu boyunca defalarca yaşamış olmasına rağmen saymayı akıl edememişti. Ana kucağı ve ana yatağı, iki sıcağın kesiştiği sönmeyen yanardağ… Birkaç dakika önce kokusunu yün yorgan arasında aradığı nasırlı eller, teninde gezinen kadifeye dönmüştü. Kalp çırpıntıları, hıçkırıklar dinmiş, tavan arasına gizlenen figürler, odaya doluşan sesler kaybolmuştu bir anda. Korkunun yerini huzur almıştı.

Sürmeli gözler

Başını, ikinci yastığın üzerindeki kaz tüyü yerine merhametin membaı saydığı göğüs kafesine koymayı yeğliyordu. Tütün kokulu parmakların, kıvırcık saçların arasında gezinmesinden aldığı hazzı hiçbir şeyden almıyordu. Rüyasız uykuları, onun göğsünde yatıp onun göğsünde uyandığında öğrenmişti. “Bir seher vakti” diye başlayan hikâyeleri de...

“Sürmeli gözlerimde demirlendi acılar. Hangi mendil cesaret eder onu silmeye? Sustum şimdi; konuşsun şahidim olan yıllar! Hangi yürek cesaret eder onu dinlemeye?”

İlk öğretmen

Öğrendiği o kadar çok şey vardı ki… Neye elini atsa, yüzünü nereye dönse, ona ve geçmişe ait izler buluyordu. Gelincik nakışlı kılıf içindeki elifbayı, duvardaki beyaz badanayı, yemeğe lezzet katan salçayı, tel tel erişte kesmeyi, kuşlara yem, yoksullara ekmek ve gençlere öğüt vermeyi, çamurdan kerpiç, kerpiçten dam, hamurdan aşhamra[ii] yapmayı, adam boyu çömleklerde turşu kurmayı, komşuları değil, mahalleyi doyuran aşureyi, tek katlı evde seksen katlı baklavayı… Zorluklara kol kanat gerip aza kanaat etmeyi, cömertliğin israf, iktisadın da cimrilik olmadığını…

Şifa kaynağı
Mehmetçiğe, kurbanlığa ve geline yıka yakmayı, on beşinde telli duvaklı gelin, doğurmadıklarına arkadaş, doğurduklarına ise sırdaş olmayı, fildişinden sürme çekmeyi, yüklüleri ultrasona sokmadan kız mı, erkek mi doğuracaklarını, vasiyet ederdi cehaleti ilimle yıkmayı ve kitap okumayı… Beyaz sabun ve yumurtanın akından yakı, arı sokmasına çakı, uçuğa çakmak çakmayı, siğile arpa ile okumayı, ardından “Biiznillahi Teâlâ” demeyi unutmamayı…
Mikâil’in gönderdiği rızk

Baş gitse de doğruluk ve adaletten şaşmamayı, ağaç budamayı, baltayla odun kırmayı, sekavülle[iii] gazel toplamayı, satılla[iv] kuyudan su çekmeyi, eyersiz ata binmeyi ve silah kuşanmayı… Erken yatıp erken kalkmayı, ağacı susuz, yemeği etsiz ve tuzsuz, sokağı lambasız, kabirleri de Kur’an’sız bırakmamayı… Besmele çekip, toprağı karıp tohum ekmeyi, bir atıp on toplamayı, bahçeyi ezan çiçekleri, kasımpatı, yediveren, papatya ve zambak ile donatmayı, gül dermeyi, gülden reçel kaynatmayı, kesilmeyen bereketin kaynağı sorulduğunda ise “Mikâil gönderdi” diyerek gülümsemeyi…

Mahir parmaklar
Zeytin çekirdeğinden tespih, üzerlik tohumundan süs, söğüt dalından sepet, kırmızı kilden tandır yapmayı, elde yahut pedallı makinada dikiş dikmeyi, yolda rastladıklarına selam vermeyi, büyükleri saymayı, küçükleri sevmeyi, haddi bilmeyi, töreyi çiğnememeyi, maniler ve kıssalarla mesaj vermeyi, kendi acılarına denk düşen, evlatlarını toprağın bağrına verenlerin evinde ağıt yakmayı, ardından teselli vermeyi, velhasıl her şeyi ondan öğrenmişti.

Son aşk ve güneş

Sadece kendisi değil, hanedeki her fert aynı fakülteden mezundu. O, hayat üniversitesinin en etkili ismiydi. Unvanı, bir rektörü kıskandıran cinstendi. Evet, o anneydi!

Şefkati, merhameti, diğerkâmlığı, civanmertliği, tecrübesi, insanlığı, duygusallığı ve aklı ile birçok insanın “Benim anam bambaşka!” sözünün tecelli ettiği, çilenin merkezindeki isimlerden sadece biriydi.

Onu güneşe benzetirdi. Evet, gökadanın en cazibedar yerçekimine sahip, hidrojen ve helyumdan müteşekkil güneşe… Yolunu aydınlatan, belini sıvazlayan, eve vardığında neşeyle karşılayan, çarşıya, medreseye, okula,  askere gidişinde el sallayıp dua ile uğurlayan, yetinmeyip su döken…

Sahi, güneşe benzeyen neydi? “İlk” öğretmenim, “son” aşkım diye nitelendirdiği gamzeli gülüşlerin buğday teni miydi, yoksa tenindeki sıcaklık mı? Ne zaman güneşten söz edilse pür dikkat kulak kesilirdi. Aklına fen bilgisinden üniteler, gözlerine resim dersinden manzaralar düşerdi; sarı renkli kuru kalemle çizdiği dairenin içine iri gözlerini yerleştirdikten sonra uzun uzun bakışı… Yemyeşil ovaların, uçsuz bucaksız denizlerin, kıvrım kıvrım nehirlerin, göğü delen ağaçların, bembeyaz bulutlara değen dağların, irili ufaklı kuşların ulaşamayacağı bir yerdeydi çünkü güneş.

Osmanlı kadını

Seneler seneleri kovaladı ama onun yerini dolduran başka bir göz, başka bir nefes ve ses hiç olmadı, olmayacak da! Vazgeçilmezleri arasında yer alanlarsa vaktinde kılınan namaz, aç karnına içilen açık ve limonlu çay, kış ayında bile tüketilen buzlu su, kendi elleriyle sardığı tütün ve günde en az üç kez okunan Kur’an…

Oyalı beyaz tülbendiyle pencere önüne kurulur ve gözlerini, sedef kakmalı rahle üzerindeki cami boy Hafız Osman hattı Kur'an-ı Kerim’den ayırmazdı.

On beş yaşında başladığı ve tiryakisi olduğu tütün meretinden ömrünün son dört yılında uzaklaşsa da sağ el işaret ve orta parmağındaki sarılık kaybolmamıştı. İdealist bir yapısı vardı, hedeflerini gerçekleştirmek için geceli gündüzlü çalışırdı. Kutsal Topraklar için senelerce gözyaşı döktü ve emeline, En Sevgili’ye kavuştu.

Ne sana uyacak bir fistan, ne de sana yakışacak bir destan buldum

İpekten bir gömlektir gözyaşları, şefkatle örülen. Sımsıcak bir yorgandır üzerine düşünce seni saran. Cennet kapısıdır kucağı, açınca sana Firdevsler sunan. Yed-i Beyza’dır dua iklimi, her an seninle olan; Arap tayıdır, üveyiktir senden ileri koşan...

Everest tepesidir sevgisi, bulutlardan sıyrılan. Çelikten iradedir

haksızlığa haykıran. Ayrı bir dünya, ayrı bir gezegendir varlığı kâinatta dolaşan. Gurbet odur, sıla odur, hasret odur ayrı kaldığın her an. Kızılırmak'tır türküsü, bize söylediği ninnisi... Tuna nehridir berraklığı, bir uçtan bir uca akan. Kıvrım kıvrım yollardır saçlarının uzunluğu; dalgalardır gelgitle çarpışan...

Kumlardır seccadesi, bendim biricik körpesi; kâh ağlayıp kâh susan...

Bir dost, bir arkadaştır nefesi yalnızlıktan kurtaran. Ardı sıra boş odada dolaşan en büyük hatıradır ondan geriye kalan. Dolaştırdım bütün elleri, söylettim tüm dilleri, bulamadım sana uyacak bir fistan, sana yakışacak bir destan…

Bana üç ana rengi bahşet, göğüne yedi renkli gökkuşağı çizeyim! Bana gidilecek şehirleri, ülkeleri söyle, Leyla’sız Mecnun olup yollara düşeyim! Bana gezegenleri değil, Cennet’i anlat, ayakların altındaki Firdevs’i göreyim…



[i] Kedi

[ii] Yöresel bir yemek

[iii] Çalı süpürgesi

[iv] Kova