KARANLIK bir gecenin koynuna girdiğinde, gözlerini tavana
diker, damı delip geçen yağmurun mertekler arasında bıraktığı izleri yırtıcı
kuşlara, kanatlı ejderhalara, tek gözlü ve uzun kuyruklu devlere benzetirdi.
Yeni yıkanmış ve yeni sırınmış yün yorganı ucundan kavrar, önce çene, sonra burun
hizasına getirir, nasırlı ellerin kokusunu arar ve bulurdu. Uzunca bir süre
burnunun üzerinde tuttuğu yorganı, en son gözlerini de kaplayacak şekilde
başının üzerine geçirirdi. Çok geçmeden, oksijen eksikliğinden müteşekkil bir
nefes darlığı çeker, baskıya daha fazla dayanamayan minik kalbi güm güm atardı.
Rüzgârın dalları okşayışından tutun da baba yadigârı
tek göz pişiğin[i] yorgan üzerine serilişinden, hatta kendi
nefesinden dahi huylanırdı. Ağlamamak
için dudaklarını kemirse de hıçkırıklarına hâkim olamazdı…
Ana gurban!
İşte tam o anlarda gecenin
sessizliğini “Ana gurban!” sesi
bozardı. Beklediği de budur! Sesin nereden, kimden ve nasıl geldiğini çok iyi
bilmektedir. Yerinden ok gibi fırlar, karanlığı aydınlatan o mütebessim simada
beliren bir çift ceylan gözle karşılaşırdı. Bu ritüeli, çocukluğu boyunca
defalarca yaşamış olmasına rağmen saymayı akıl edememişti. Ana kucağı ve ana
yatağı, iki sıcağın kesiştiği sönmeyen yanardağ… Birkaç dakika önce kokusunu
yün yorgan arasında aradığı nasırlı eller, teninde gezinen kadifeye dönmüştü.
Kalp çırpıntıları, hıçkırıklar dinmiş, tavan arasına gizlenen figürler, odaya
doluşan sesler kaybolmuştu bir anda. Korkunun yerini huzur almıştı.
Sürmeli gözler
Başını, ikinci yastığın üzerindeki kaz tüyü yerine
merhametin membaı saydığı göğüs kafesine koymayı yeğliyordu. Tütün kokulu
parmakların, kıvırcık saçların arasında gezinmesinden aldığı hazzı hiçbir
şeyden almıyordu. Rüyasız uykuları, onun göğsünde yatıp onun göğsünde
uyandığında öğrenmişti. “Bir seher vakti” diye başlayan hikâyeleri de...
“Sürmeli gözlerimde demirlendi acılar. Hangi mendil cesaret eder onu
silmeye? Sustum şimdi; konuşsun şahidim olan yıllar! Hangi yürek cesaret eder
onu dinlemeye?”
İlk öğretmen
Öğrendiği o kadar çok şey vardı ki… Neye elini atsa,
yüzünü nereye dönse, ona ve geçmişe ait izler buluyordu. Gelincik nakışlı kılıf
içindeki elifbayı, duvardaki beyaz badanayı, yemeğe lezzet katan salçayı, tel
tel erişte kesmeyi, kuşlara yem, yoksullara ekmek ve gençlere öğüt vermeyi,
çamurdan kerpiç, kerpiçten dam, hamurdan aşhamra[ii] yapmayı, adam boyu çömleklerde turşu
kurmayı, komşuları değil, mahalleyi doyuran aşureyi, tek katlı evde seksen
katlı baklavayı… Zorluklara kol kanat gerip aza kanaat etmeyi, cömertliğin
israf, iktisadın da cimrilik olmadığını…
Şifa kaynağı
Mehmetçiğe, kurbanlığa ve geline yıka
yakmayı, on beşinde telli duvaklı gelin, doğurmadıklarına arkadaş,
doğurduklarına ise sırdaş olmayı, fildişinden sürme çekmeyi, yüklüleri
ultrasona sokmadan kız mı, erkek mi doğuracaklarını, vasiyet ederdi cehaleti
ilimle yıkmayı ve kitap okumayı… Beyaz sabun ve yumurtanın akından yakı, arı
sokmasına çakı, uçuğa çakmak çakmayı, siğile arpa ile okumayı, ardından “Biiznillahi
Teâlâ” demeyi unutmamayı…
Mikâil’in gönderdiği rızk
Baş gitse de doğruluk ve adaletten şaşmamayı, ağaç
budamayı, baltayla odun kırmayı, sekavülle[iii] gazel toplamayı, satılla[iv] kuyudan su çekmeyi, eyersiz ata binmeyi
ve silah kuşanmayı… Erken yatıp erken kalkmayı, ağacı susuz, yemeği etsiz ve
tuzsuz, sokağı lambasız, kabirleri de Kur’an’sız bırakmamayı… Besmele çekip,
toprağı karıp tohum ekmeyi, bir atıp on toplamayı, bahçeyi ezan çiçekleri,
kasımpatı, yediveren, papatya ve zambak ile donatmayı, gül dermeyi, gülden
reçel kaynatmayı, kesilmeyen bereketin kaynağı sorulduğunda ise “Mikâil gönderdi” diyerek gülümsemeyi…
Mahir parmaklar
Zeytin çekirdeğinden tespih, üzerlik
tohumundan süs, söğüt dalından sepet, kırmızı kilden tandır yapmayı, elde yahut
pedallı makinada dikiş dikmeyi, yolda rastladıklarına selam vermeyi, büyükleri
saymayı, küçükleri sevmeyi, haddi bilmeyi, töreyi çiğnememeyi, maniler ve
kıssalarla mesaj vermeyi, kendi acılarına denk düşen, evlatlarını toprağın
bağrına verenlerin evinde ağıt yakmayı, ardından teselli vermeyi, velhasıl her
şeyi ondan öğrenmişti.
Son aşk ve güneş
Sadece kendisi değil, hanedeki her fert aynı
fakülteden mezundu. O, hayat üniversitesinin en etkili ismiydi. Unvanı, bir
rektörü kıskandıran cinstendi. Evet, o anneydi!
Şefkati, merhameti, diğerkâmlığı, civanmertliği,
tecrübesi, insanlığı, duygusallığı ve aklı ile birçok insanın “Benim anam bambaşka!” sözünün tecelli
ettiği, çilenin merkezindeki isimlerden sadece biriydi.
Onu güneşe benzetirdi. Evet, gökadanın en cazibedar
yerçekimine sahip, hidrojen ve helyumdan müteşekkil güneşe… Yolunu aydınlatan,
belini sıvazlayan, eve vardığında neşeyle karşılayan, çarşıya, medreseye,
okula, askere gidişinde el sallayıp dua
ile uğurlayan, yetinmeyip su döken…
Sahi, güneşe benzeyen neydi? “İlk” öğretmenim, “son”
aşkım diye nitelendirdiği gamzeli gülüşlerin buğday teni miydi, yoksa tenindeki
sıcaklık mı? Ne zaman güneşten söz edilse pür dikkat kulak kesilirdi. Aklına
fen bilgisinden üniteler, gözlerine resim dersinden manzaralar düşerdi; sarı
renkli kuru kalemle çizdiği dairenin içine iri gözlerini yerleştirdikten sonra
uzun uzun bakışı… Yemyeşil ovaların, uçsuz bucaksız denizlerin, kıvrım kıvrım
nehirlerin, göğü delen ağaçların, bembeyaz bulutlara değen dağların, irili
ufaklı kuşların ulaşamayacağı bir yerdeydi çünkü güneş.
Osmanlı kadını
Seneler seneleri kovaladı ama onun yerini dolduran
başka bir göz, başka bir nefes ve ses hiç olmadı, olmayacak da! Vazgeçilmezleri
arasında yer alanlarsa vaktinde kılınan namaz, aç karnına içilen açık ve
limonlu çay, kış ayında bile tüketilen buzlu su, kendi elleriyle sardığı tütün
ve günde en az üç kez okunan Kur’an…
Oyalı beyaz tülbendiyle pencere önüne kurulur ve
gözlerini, sedef kakmalı rahle üzerindeki cami boy Hafız Osman hattı Kur'an-ı
Kerim’den ayırmazdı.
On beş yaşında başladığı ve tiryakisi olduğu tütün
meretinden ömrünün son dört yılında uzaklaşsa da sağ el işaret ve orta
parmağındaki sarılık kaybolmamıştı. İdealist bir yapısı vardı, hedeflerini
gerçekleştirmek için geceli gündüzlü çalışırdı. Kutsal Topraklar için senelerce
gözyaşı döktü ve emeline, En Sevgili’ye kavuştu.
Ne sana uyacak bir fistan, ne de sana yakışacak bir destan buldum
İpekten bir gömlektir gözyaşları, şefkatle örülen.
Sımsıcak bir yorgandır üzerine düşünce seni saran. Cennet kapısıdır kucağı,
açınca sana Firdevsler sunan. Yed-i Beyza’dır dua iklimi, her an seninle olan;
Arap tayıdır, üveyiktir senden ileri koşan...
Everest tepesidir sevgisi, bulutlardan sıyrılan.
Çelikten iradedir
haksızlığa haykıran. Ayrı bir dünya, ayrı bir
gezegendir varlığı kâinatta dolaşan. Gurbet odur, sıla odur, hasret odur ayrı
kaldığın her an. Kızılırmak'tır türküsü, bize söylediği ninnisi... Tuna
nehridir berraklığı, bir uçtan bir uca akan. Kıvrım kıvrım yollardır saçlarının
uzunluğu; dalgalardır gelgitle çarpışan...
Kumlardır seccadesi, bendim biricik körpesi; kâh
ağlayıp kâh susan...
Bir dost, bir arkadaştır nefesi yalnızlıktan kurtaran.
Ardı sıra boş odada dolaşan en büyük hatıradır ondan geriye kalan. Dolaştırdım
bütün elleri, söylettim tüm dilleri, bulamadım sana uyacak bir fistan, sana
yakışacak bir destan…
Bana üç ana rengi bahşet, göğüne yedi renkli gökkuşağı
çizeyim! Bana gidilecek şehirleri, ülkeleri söyle, Leyla’sız Mecnun olup
yollara düşeyim! Bana gezegenleri değil, Cennet’i anlat, ayakların altındaki Firdevs’i
göreyim…