
ELİNDEKİ bastona
yüklemişti taşımakta zorlandığı -iki soluk arası araya sığdırılmış, anlatınca
kısa ama yaşayınca bitmeyecek- zamanları. Arzın ve arşın ortasında, çokluktan tekliğe,
varlıktan yokluğa, hiçlikten dirliğe uzanan insan gerçeklerinin idrakindeki son
demlerinde ağırlaşmış bedenini bir bankın üzerine dikkatlice yerleştirdi.
Renklerin
solduğu, canlılıkların yitirildiği, bir kuşun kanadından göçlerin başladığı kâinatı
seyre daldığında çınar ağacının yapraklarından birkaç tanesi süzülerek
kucağına, yanına ve ayaklarının önüne düşmeye başladı.
Sarıdan
kızıla dönen rengini, kenarlarından kurumaya başlayıp kırılganlaşan hatlarını
uzun uzun seyretti. Kitap aralarındaki papatyaları, gülleri hatırladı. Kurumuş,
bir parça dağılmış, kokularını yitirmiş fakat hâlâ gül ve hâlâ papatya şeklinde
olan çiçekleri…
Zaman…
Dipdiri, daima zinde… Fakat içinde olan, hevâsına kapılan, kenarından
köşesinden renk kaybetmeye, şeklinden sûretinden kayıplar vermeye mahkûm ve de
mecburdu. Gözü çocuk parkına takıldı; bir anne, çocuğunu sallıyordu salıncakta.
Sevgi dolu, şefkat yüklü... Anneliğin korumacı tavrıyla kuşatmıştı oyun alanını.
Sonra iki genç geçti önünden. Etraflarına savurdukları gülüşlerin tınısında
coşku ve canlılık vardı. Bakındıkça etrafına, zamana daha çok diş biledi, daha
çok sitem etti. Gökyüzünde bulutlar hızlı hızlı ilerliyor, ufak bir açıklıktan
cılız ışıklarını sızdıran güneşin çehresini tamamen kapatıyorlardı. Hafifçe esen
rüzgâr şiddetini giderek arttırıyor, kuruyan yapraklar yollardaki tozlarla
havada dönerek boşluğa sürükleniyordu.
Küçük
çocuk salıncağın demirine sarılmış kalmak için direnirken, anne sabırla yağacak
yağmura ikna yolları arıyordu. Aynı gökyüzünde çocuk, “Bak, güneş orada
saklanıyor, sobe yapacak bize” derken, o ise öfke, tahammülsüzlük ve kasveti seyrediyordu.
Hayat arkadaşlığı yaptığı bastonunu alıp ufak adımlarla ilerlerken,
serpiştirmeye başlayan yağmur onu hiç hızlandırmadı. Gelmekte olan bu şiddetli
yağmura yakalanmak için âdeta ayak sürüyor, her bir damlasını bedeninde ağırlamak,
ona dokunacak, varlığına şahit olacak bir güç arıyordu. İnsanlar sağa sola koşuyor,
şimşekler titreyen anlık çakışlarıyla herkesi daha çok paniğe kaptırıyordu.
Bahçe
kapısını açıp girdiğinde, bir serçenin kenarda öylece durduğunu, kendisini
görmesine rağmen kıpırdamadığını fark edince yaklaştı, avuçlarının arasına alıp
seyretmeye başladı. Sağ ayağı kırık olan bu küçücük canın korkudan hızla atan kalp
sesleri avuçlarında yankılanıyorken çaresizce bu korkuya teslim ediyordu kendini.
Çaresiz
olmayı düşündü; korkuyu ve teslimiyeti… Bu kadar hür bir canlının mecburiyeti
ve teslim oluşu, ayağındaki ufak kırığın içine hapsolmuştu. Aksi takdirde engin
gökyüzü onun kanatlarının altında olacak ve istediği dala konacak, dilediği
tonda şakıyacaktı. Ondandı insanın da teslim oluşu, boyun eğişi kırılganlıklarının
olduğu yerden hayata. Önce bu ürkek serçeyi mendili ile kuruladı; bir karton
kutunun içine yerleştirip bir parça da buğday koyarak önüne, evin arka kısmına
ilâve edilmiş odunlukta onu emniyete aldı. Şiddetlenen yağmurda kırık ayağına
rağmen canını kurtaran yaralı serçe, yarının umut dolu bir gün olacağından
habersiz korunmaya alınmıştı.
Titreyen
elleriyle anahtarı çevirdi. Sessiz ve ruhsuz dünyasının hâkimiyetine teslim
etti kendini. Perdeler, koltuklar, duvarda asılı çerçeveler, bu kulak yırtan ve
asap bozan yalnızlıktan yorulmuş, kendi içlerine çekilmiş, üzerindeki tozlar
dahi bu hareketsizlikten yerlerinden kıpırdayamaz hâle gelmişlerdi. Soğuk ve
üşüten yalnızlıkta akıp giden her saniyenin “geçmiş” hanesine yazıldığı ve “gelecek”
sayfalarının üzerine düşen bir parça ümidin olmadığı zamanlarda ışık görmek
için elini perdeye uzatırken ansızın vazgeçti.
Koltuğunun
yanı başında, masanın üzerindeki radyonun düğmesine dokundu. Oturup gözlerini
kapatarak kendini müziğin sözlerine bıraktı. Hacı Arif Bey’in “Olmaz ilaç
sine-i sad- pâreme/ Çâre bulunmaz bilirim yâreme/ Baksa tabîbân-ı cihan çâreme/
Çâre bulunmaz bilirim yâreme” şarkısı, Kani Karaca’nın duygulu sesinden tüm
ruhunun üzerine dağıldı. Ne de severdi onun sesinden Kur’ân, mevlit, kaside
dinlemeyi.
Kendisi,
loş ışıkta yere akseden gölgesi ve hayâlleri ile beraber eşlik etti Segâh mâkâmı
bu hüzne. Soylu hüzün Segâh... “Onun da tabiatı var” derdi mâkâmları çalışırken
hocası. “Su ve toprak tabiatlıdır, insanda kuşluktan ikindiye kadar olan
vakitte etki eder” şeklinde izahları düşürürdü sohbet aralarına. Ondandı akşam
ezanlarında çocuk yaştan itibaren daima hüzünlü hissedişi. Zaten bir kalbe
hüzün düşüyorsa, o kalbin soyluluğunun delaleti olmaz mıydı? Kalp hüzne açmışsa
kapılarını, bu onu, ağırlamayı bilen en nadide mekân yapmaz mıydı?
Kendi
de mırıldandı şarkının sözlerinden. Geçmişe uzandı hatıraları. Hayatın yorduğu bedeni,
fersiz gözleri uykuya teslim oldu koltuğun üzerinde. Biraz sonra omzuna dokunan
bir elin sarsıntısı ile gözlerini yavaşça araladı ve sıcak bir tebessüm yüzünü
aydınlattı. Oydu! Narçiçeği dantelalı yakalarının omuzlarına döküldüğü, renklerin
kendinden emin, kumaşların hâlinden memnun olduğu zamanlardan çıkıp gelmişti. Yüzü
aydınlık, gözleri umut yüklü ve tebessümü henüz incinmemiş… Hiç konuşmuyordu.
Elini uzattı. Onu seyrettikçe sonsuz bir huzur hissediyor, kalması için sımsıkı
sarılmak istiyordu. Titreyen bacaklarına hâkim olma gayreti ile yerinden kalktı
ve cama doğru yürüdüler. Perdeyi sıyırıp camı aralayınca ılık bir esinti
odadaki her köşeye heyecanla nüfuz etti. Beyaz tül perde, rüzgârı hissetmenin
coşkusu ile odaya doğru uçuştu ve tüm eşyaya zarif salınımlarla selâm verdi. Bu
esintiden eşyalar soluk aldı; masa, etajer gibi mobilyaların üzerindeki tozcuklar,
heyecandan odadaki harekete eşlik etti. Kapılar kıpırdadı ardından; pas tutmuş
menteşeler acıklı seslerle bir şeyler anlattı odaya. Duvarda asılı takvim
yaprakları, yaşanmamış günlerin yükünü sırtından atmak istercesine arka arkaya
sayfalarını uçuşturdu boşluğa…
Onu
seyrederken, sepet örgülü saçlarının ensesinde toplandığı modeli ne kadar da
özlediğini, dantellerin ve ipek kumaşların narinliğini, ayağındaki yüksek
ökçeli pabuçların ve formalarının nasıl da kendine uzak düştüklerini fark etti.
Dokunmak istedi yarım asır evveline fakat cesaret edemedi. Kaldırdığı eline
baktı. Kahverengi lekelerin sıkış tepiş yerleştiği, yıllarca vücudunun hayat
sıvısını taşıyan damarlarının süzülmüş teninden fırlayıp çıkacak kadar kendini
gösterdiği, ürkmüş, korkmuş bir yüreği andıran titremesinin hiç durmadığı bu elleri
ona değdirmeye imtina etti. Yaşadığı ıstırapların, bitmeyen yalnızlıkların ve
gelmeyeceği beklemenin ne çizgileri vardı onda, ne de hüznü ve dahi bunların
olacağına dair bir endişesi. İnsan bu, anın esiri ve geleceğin firarisi… Hızlı
adımlarının mesafesinde akıp giderken zaman, bir ayak boyu zoruyla kat edilen
yollara dönüşmesi, gözün ve kulağın koca dünyayı hapsettiği enerjiden bir tıkırtıyı
bekler durumların hayatlara girmesi…
Kayboluyordu
nefes nefes mekândaki tüm nesnelerin rengi ve görüntüleri. Yoktu narçiçeği
elbiseli, uzak yoldan gelen o gençlik misafiri. Perdeler kapalı her yer daha
karanlıktı. Üşüyordu sanki bedeni, özellikle ayakları. Gözlerine hükmedemiyor,
kilitli kapıların ağırlığındaymış gibi açılmıyor ya da çabalamıyordu. Radyo
susmuş, takvim yaprakları bir başka rüzgâra umut bağlamıştı; kapılar bir iki
cümle konuşmanın cezasını çekiyordu âdeta. Telefonun sesini duydu derinden. “Kısa
çaldı” diye düşündü. Oysa telefon arka arkaya çalmaya ısrarla devam ediyordu.
Bir hafta sonra eşyalar toplanırken, serçenin bir kutuda güvenceye alınmış hayatına; beklenenin ve gözlenenin uğramamasından, sonsuz bir vazgeçmişlikle noktalandığını kimse anlayamamıştı.