Sefîne-i Hilâfet

Libya’da darbeci Hafter’in kazanması, Libya ile yapmış olduğumuz deniz yetki alanları anlaşmasının ilgası anlamına gelecektir, bu da net! Bunu Yunanistan’ın, Kıbrıs Rum Kesimi’nin, İsrail’in ve yancıları durumundaki Mısır’ın istemesi gayet normal de, “içimizdeki İrlandalılara” ne oluyor arkadaş?

PEK Muhterem Kari,

Bir önceki yazımızda kalbiniz kadar temiz bu sayfaya “Kıyamet nerenin akşam ezanı saatinde kopacak? Tokyo’nun mu, Mekke’nin mi, Bünyan’ın mı, Lizbon’un mu?” sorusunu bırakmış ve bu sualin cevabını bu yazımda vereceğimi söylemiş idim.

Evvelki yazılarımızı takip eden karimiz, zamanın ve dahi mekânın eğilip bükülebildiğine ve izâfî olduğuna dair epeyce örnek vermiş olduğumuzu bilirler. Bu fasıldan devam edeyim efendim…

Bakınız, kıyametin hemen öncesini ve hemen sonrasını tasvir eden Tekvir Sûresi’nin ilk âyetleri bize neler söylüyor: (1) Güneş dürülüp karardığında, (2) Yıldızlar dökülüp söndüğünde, (3) Dağlar sökülüp yürütüldüğünde…”

Zamanı ve mekânı evirip çevirmeye muktedir olan Allah (cc), elbette kâinatı da dürüp bükmeye muktedirdir. Kıyamet ânında dürülen sadece güneş ve yıldızlar olmayacaktır muhakkak, dünya da bundan nasibini alacaktır. Dürülen dünya için de -dürülmüş, tortop edilmiş bir gazete gibi- zaman ve de mekân farkı kalmayacaktır. Kıyametin kopacağı akşam vakti, aslında -ve belki de- tüm dünya için aynı anda akşam vakti olacaktır.

***

Saatçi-II

Vefa’daki saatçiden Sefîne-i Tayy-i Zaman için aldığım dişlilerle dönüş yoluna vâsıl olduğumda -hep sonradan gelir ya insanın aklı başına- içimi bir kurt kemirmeye başlamıştı. Kahverengi kâğıt içinde sarılı olan dişliler sanki fıldır fıldır dönmekteydiler; beynimi kemiren kurtlar yüzünden böyle hissetmiş de olabilirim.

İhtiyacım olan dişlilere üç beş dakika içerisinde sahip olmuştum, bu iyi haberdi ama sanki bu kadar kolay olmamalıydı bu merhale. Murphy nam keferenin kanunlarına göre “her şey yolunda gidiyorsa, mutlaka ters giden bir şey vardır”. Normalde Saatçi’ye çizimleri ve siparişi verdikten sonra ustanın “Bugün git, haftaya gel” yahut en azından “Bugün git, yarın gel” demiş olması gerekiyordu.

Tam da ihtiyacım olan dişlilerin bu kadar kısa sürede camekânın üzerine sıralamış olmasından niçin ama niçin hiç işkillenmemiştim? Ânın heyecanından olsa gerek belki de…

Hem Saatçi’nin yüzündeki o tanıdık gülümseme… Bu yüz, Efrasiyab’ın otuz yıl evvelki yüzü olabilir mi ki? Daha neler! Sorularımın cevabı yine aynı dükkândaydı, geri döndüm. Aynı sokağa girdim, aynı dükkâna yöneldim. Lâkin bir tuhaflık, bir garabet vardı. Dükkânın önünde iki küçük masa, bu masalarda da kuru fasulye, pilav yiyen dört kişi… Daha neler!

Kapının önünde beyaz önlüğü turuncu yemek lekeleri ile dolu yamağın içeri davetine icabet ettim, ürkek adımlarla saatçi (!) dükkânına girdim, bir masaya iliştim.

“Ne verelim abime?”

Yamağa boş gözlerle baktım, kuru fasulye (ki bayılırım) ve pilav, ha bir de soğuk su söyledim. Yamak sorusunun cevabını almıştı ama ben sorumu sormaya -hattâ düşünmeye- korkuyordum.

Lokanta salaştı, sanki yıllardır boyanmamıştı, hattâ duvarda yer yer eski saatlerin izleri bile belli oluyordu. Tezgâhın arkasında o yorgun ahşap kapı da aynen duruyordu. Bir de yüzlerce saatten sadece guguklu saat yine aynı yerinde idi. Fasulye-pilav enfesti.

Yamağa çay söylemek ve malûmat almak için seslendim, geldi. Yemeklerin çok güzel olduğunu söyledim, ellerine sağlıktı. Peki, ne zamandır buradalardı? Öğrendim, dükkân otuz yıl kadar önce dedesi tarafından alınmış, şimdi de babasıyla kendisi işletiyorlarmış. Hemen yan sandalyede kahverengi paketin içinde duran dişliler olmasa, uyanmak için kendimi çimdikleyecektim. Çayımı içtikten ve hesabı ödedikten sonra dişlilerimi koltuğumun altına alıp hayret mâkâmında yola revân oldum. Bu gaileye nereden düştüm Allah’ım?!

***

Bu ayki seyahatimiz için hazırsanız Sefîne-i Tayy-i Zamanın motörünü çalıştıralım dostlar. Zaman nişangâhımızı yüz otuz yıl evvele, 16 Eylül 1890’a ve mekân nişangâhımızı da tâ Japonya’ya, Oşima Burnu’na kuruyoruz. Epeyce güherçile yakacağız yine. Sefîneye tüp taktırsam nasıl olur ki? Kemerler bağlı, kaskımız takılı, düğmemize basalım. Hır hır hır, fır fır fır…

Hava çok soğuk, okyanustan gelen fırtına Kashino Feneri’nin bulunduğu Oşima Burnu’nun dik yamaçlarını dövüyor; ayakta kalabilmek neredeyse imkânsız. Allah’tan, sıkı giyinmiştim ama yine de fenere sığınıyorum ve beklemeye koyuluyorum.

Saat 21:00 suları ve titrek ışıklarını hayâl meyâl görmeye başlıyorum. Dev dalgalar arasında bir ceviz kabuğu gibi gâh bata, gâh çıka bir gemi yaklaşıyor. Seyir hâlinde mi, yoksa sürükleniyor mu, bu mesafeden anlamak mümkün değil.

Biliyorum; 600 beygirlik motörün itmeye çalıştığı 80 metrelik geminin komutanı Miralay Osman Bey, bu sefere tam 14 ay evvel çıktı. Gemi yorgun, Osman Bey yorgun, 609 bahriyeli yorgun…

Osman Bey ve mürettebatını taşıyan gemi, tam 14 ay evvel Cennet mekân Sultan Abdülhamid Han’ın İmtiyaz Nişanı ve hediyelerini Japon İmparatoru Akihito’ya götürmek üzere Sarayburnu’ndan avara oldu. Amaç her ne kadar Japon İmparatoru’nun İstanbul’u ziyaretine nezâketen iade-i ziyaret ile karşılık vermek olsa da Ulu Hakan’ın siyâsî bir plânı daha vardı: Seyir boyunca uğranacak limanlarda Osmanlı ve Hilâfet sancağının dalgalandırılması ve bu uzak coğrafyalarda yaşayan Müslümanlara yalnız olmadıklarının hissettirilmesi… Bunda da fevkalâde muvaffak olunmuştu.

Elan dalgalarla boğuşan gemi, 11 ay evvel, Ekim 1889’da İngiliz işgali altındaki Bombay Limanı’na aborda yapmış, bir haftada gemiyi görmek üzere 150 bin Müslüman limana akın etmiştir. Osman Bey, 150 askeri ile karaya çıkmış, kendilerini muhabbetle selâmlayan binlerce Müslüman arasından geçerek camide Cuma namazını edâ etmişlerdir.

Gemi 10 gün sonra da Sri Lanka’nın başkenti Kolombo’ya ulaşmış, Cuma namazı için topluca gemiden inen mürettebatı, halk coşku ile bağrına basmıştır. 300 bin nüfuslu şehirde Osmanlı gemisini ziyaret etmek ve Hilâfet sancağına yüz sürmek için 200 bin Müslüman gemiyi ziyaret etmiştir.

10 gün sonraki durak olan Singapur Limanı’nda da durum evvelkilerden farklı değildir. Fırtına mevsimi olması hasebiyle gemi burada dört ay demirli kalmıştır. Bu dört ayda daha uzakta bulunan Sumatra, Siyam, Cava gibi kentlerden dahi Müslümanlar akın akın “Sefîne-i Hilâfet”i ziyarete gelmiştir.

Dört aylık dinlenmenin ardından gemi yeniden avara olmuş, sırasıyla Saygon, Hong Kong, Nagasaki ve Kobe’ye uğrayarak on ayın sonunda, 7 Haziran 1890 günü -ve nihâyet- Yokohama Limanı’na yanaşmıştır. Yol boyunca Hilâfet gemisine gösterilen teveccüh ve muhabbet, başta İngiltere olmak üzere sömürgeci devletler tarafından kaygı ve tedirginlikle takip edilmiştir.

Osman Paşa ve heyeti, buradan Tokyo’ya geçerek İmparator’a Abdülhamid Han’ın mektubunu, nişanını ve hediyelerini takdim etmiştir.

Japonya’da üç ay ağırlanan ve binlerce kilometre öteye Türk-Japon dostluğunun tohumlarını serpen Osmanlı gemisi, tayfun mevsimi uyarılarına rağmen Payitaht’tan gelen emirle dönüş yoluna koyulmuştur. Yolcu yolunda gerektir; hele ki yolcular bahriyeli ise!

İşte o gemi, bir gün önce demir aldı ve bulunduğum buruna doğru ilerliyor. Aslında sürüklenmekte olduklarından artık eminim. Önce geminin lumbozlarından süzülen titrek ışıkların hepsi birden söndüler ve yeniden yandılar, takriben on saniye sonra da okyanustan esen uğursuz rüzgâr, iliklerime kadar işleyen soğuk ve ürperti ile birlikte ahşabın kayaya çarpma sesini de getirdi.

Osman Bey, kıç güvertede ırgatın yanında. Önce aşağı kamaraya inip mürettebata yardım etmek için koşturuyor lâkin palavraya kadar su dolmuş durumda. Güverteye geri döndüğünde geminin alt ve baş tarafının dağılmış olduğunu müşahede ediyor. Geminin sadece kıç kasarası sağlam görünüyor ama o da iskele yönünde yatmış vaziyette. Kendisini kurtarabilen bahriyeliler kasarada toplanıyorlar. Bu aralık mizana direği kıça doğru devriliyor, babafingosu güçlü bir çatırtıyla kırılıp denize düşüyor.

Önce tüm lombozlar kararıyor ve gemi şaha kalkarak karanlık ve soğuk sulara batmaya başlıyor. Kasaradaki bahriyeliler aynı karanlık ve soğuk suya kendilerini bırakıyorlar. Gemi yavaş yavaş batıyor. Bu arada fenerin ışığı geminin pruvasını yalayıp geçiyor. 587 Osmanlı bahriyesinin tabutu olan geminin ismini okuyorum: “Ertuğrul”

Sonrası zifiri karanlık! Gözyaşlarımı silerek sefîneye geri dönüyorum.

***

Sahi, bizim “Japonya’da ne işimiz vardı”?

Ortak sınırımız yok, ortak denizimiz yok, ticaretimiz yok…

İşte dostlar, an gelir, tarih ve/veya coğrafya sizi çağırır; sırf bayrağınızı dalgalandırmak için bile olsa o yola koyulmak gerekir. 130 yıl önce neden Japonya’ya gitmişsek, bugün de -en az- o yüzden Libya’ya gidiyoruz. Kaldı ki, Libya’ya sadece kıyı şeridindeki Müslümanları bayrağımızla selâmlamaya da gitmiyoruz. Çok daha fazlası söz konusu…

Akdeniz ve Ege boyunca ülkemizi kuşatmaya çalışan Müslüman(!)-Hıristiyan-Yahudi hilâlini ortadan ikiye kırmak, bizsiz kurulmaya çalışılan oyunları bozmak, emperyalist yamyamların masasına tekmeyi basmak ve anamızın ak sütü gibi helâl olan Akdeniz petrollerinden payımızı almak için de gidiyoruz Libya’ya.

Dünyanın neresinde olursa olsun, darbeleri ve darbecileri destekleyenler, Amerika’nın değirmenine su taşıyan -en hafif tâbirle- gafillerdir, bu kadar net!

Libya’da darbeci Hafter’in kazanması, Libya ile yapmış olduğumuz deniz yetki alanları anlaşmasının ilgası anlamına gelecektir, bu da net! Bunu Yunanistan’ın, Kıbrıs Rum Kesimi’nin, İsrail’in ve yancıları durumundaki Mısır’ın istemesi gayet normal de, “içimizdeki İrlandalılara” ne oluyor arkadaş?

Anlayabilenler, anlayamayanlara -ki bunlardan birisi de bu fakir- anlatıversin bi’ zahmet!

Kalınız sağlıcakla efendim…