Seçmen kuzu değil

30 Ağustos’tan bir gün önce bir video yayınladı. “Ne alâka?” denmesin diye bu tarih seçilmiş. Vesile, vesiledir nitekim. Görev yaptığı dönemde millî bayramlara katılmadığına dair eleştirilere bunca yıl sonra cevap verdi. “Sadece bir defa hasta olduğu için katılmadığını” beyan etti. Doğruluğunu merak eden arşiv kayıtlarına baksın. Biz işin o tarafında değiliz. “Bunca yıl sonra cevap verme” kısmı ilginç geldi sadece. Ortak kanaat, “Ben buradayım” deme ihtiyacı…

ÖNCEKİ seçimde Meral Akşener karşı çıkmasaydı, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül olacaktı. Mutabakat sağlanamadı, istek-heves-arzu aşamasında kaldı. (Kısaca “iha” desek yakışır.)

Önümüzdeki seçim için de Gül’ün adı defalarca geldi gitti. Ümit, son nefes çıkana kadardır. Hâlâ arada bir ismi anılıyor.

Kendisi de fazlasıyla istekli. Ama önce biz muhalefet kanadına bakalım. Altılı masa etrafında toplanan liderler ve dışarıdan örtülü veya açık destekleyecek olanlar, çıkaracakları ismin “seçilecek aday” olması gerektiğini düşünüyorlar. Neredeyse noterden belge getirmesini, garanti göstermesini talep edecekler.

Hayattaysa ve işe devam ediyorsa Ortadoğu ve Balkanlar’ın en ünlü noteri Nihat Beyan çıkacak, “Kesin seçilir, yazın bunu bir kenara” diye beyan edecek, onlar da bu beyana (veya Beyan’a) güvenle kabul edip aday gösterecekler.

Masa etrafında dizili olan liderler öyle baksa bile, onların seçmen kitlesi aynı mı düşünür? Tıpış tıpış gidip oy verirler mi? “Ne yapalım arkadaş, başka çare yok; aslan liderlerimiz bunu münasip görmüş” diyerek Gül’ü seçerler mi?

Yarısı belki. Yahut en fazla yarısı…

“Erdoğan ile Gül ikinci tura kalsa, ne diye Gül’ü seçeyim?” diyenlerin sayısı az değil. Şimdiden görünüyor.

Bir kısmı “Erdoğan’ı seçerim” diyor, bir kısmı “Sandığa bile gitmem” diye görüşünü bildiriyor. Hem de öncesinde “Vallahi” diyerek… Biz, sonrasında yemin edenleri de aynı kefede değerlendiriyoruz. Uzatılan mikrofonlara, elinde kâğıt kalemle karşısına dikilen anketçi gençlere böyle söylüyorlar.

Bu hususu merak edip araştıran anket şirketinin yöneticisi Hakan Bayrakçı, Erdoğan ile Gül arasında yüzde 23 ile yüzde 25 kadar fark bulduklarını söyledi. Buyurun buradan yakın… Şuradan uzak.

Demek ki seçmen, kınalı kuzu değil. Kınasız kuzu da değil. Demirel’in ifadesiyle, binaenaleyh, seçmen kuzu değil.

Sandık başına tıpış tıpış gidecek kimse kalmadı artık. Bu defa vaziyet her zamankinden daha ciddî, daha kritik. Giden tak tak gidecek, tak tak dönecek; sert adımlarla. Hem de -inşallah- alnı açık, yüzü pak.

Bir de şu var tabiî: Önceki seçimde itiraz eden Meral Akşener, bu defa niye Gül’ün adaylığına razı gelsin?

Öte yanda HDP… Destek vermezse, muhalefet cephesi adayının seçilemeyeceğini adından iyi biliyor. (Zaten parti adı her an değişebilir, her an yeni bir parti kurulabilir. Belki kurulmuştur da kapatma dâvâsı henüz sonuçlanmadığı için kitle kanalize edilmemiştir.) Bu yüzden kendilerini kilidi çözecek “anahtar parti” görüp öyle ilân ediyorlar.

Uzatmayalım, HDP niye Gül’e destek versin? Gül, onların beğeneceği biri midir? Onların arzusu doğrultusunda yürüyecek yapıda mıdır? (O kadar değişmiş olamaz.)

HDP desteği olmazsa, alınan oylar yüzde 40’ı zor bulur.

Eskilerden bugüne sâlimen ulaşan “iki ucu keskin kılıç” diye bir söz vardır. Burada yedi uçlu bir değnek ya da kılıç ya da bıçak var, bütün uçlar keskin. Değdiği an, fena can yakar.

Değnekle ilgili başka türlü tanımlama yapana da saygı duyarız. Zira her hâlde de vaziyetin sıkıntılı olduğu aşikâr.

Geçelim öbür tarafa. İsmi üzerinde mutabakat sağlanması hâlinde, muhalefetin adayı olmayı seve seve kabul edeceğini her fırsatta belli eden eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e…

Baştan beri yadırgıyoruz. Ama o hiç tınmıyor, bu tarafın tepkilerini zerre kadar umursamıyor.

30 Ağustos’tan bir gün önce bir video yayınladı. “Ne alâka?” denmesin diye bu tarih seçilmiş. Vesile, vesiledir nitekim.

Görev yaptığı dönemde millî bayramlara katılmadığına dair eleştirilere bunca yıl sonra cevap verdi.

“Sadece bir defa hasta olduğu için katılmadığını” beyan etti. Doğruluğunu merak eden arşiv kayıtlarına baksın. Biz işin o tarafında değiliz. “Bunca yıl sonra cevap verme” kısmı ilginç geldi sadece.

Ortak kanaat, “Ben buradayım” deme ihtiyacı:

“Ben varım. Ben buradayım. Beni unutmayın sakın… Adımı anmış, ciddiyetle teklifte de bulunmuştunuz. Bir daha düşünün…”

Hani neredeyse durduğu yerde ayaklarını zemine vuracak.

Sayın Gül, AK Parti’nin en başta gelen kurucularından.

İlk hükûmetin ilk başbakanı.

Sonra dışişleri bakanı.

Daha sonra ilk cumhurbaşkanı.

(Bizim mahallenin otuz yıllık muhtarı değil.)

Daha daha sonra “Kardeşim Abdullah Gül” denildiğini unutarak, hepsinin üstüne birer çizgi çekerek, Erdoğan’ın karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıkma iha’sı.

İha’nın ne olduğunu başta izah etmiştik.

AK Parti kitlesindeki memnuniyetsizlerin kendisine destek olacağını hesap ediyor muhtemelen. Bunca hayat pahalılığı, bunca ekonomik sıkıntı varken, seçimi kazanmayı “çantada keklik” görüyor bile olabilir.

Mümkündür, öyle görülebilir.

Ben de bazen bulutlara bakıp geyik görüyorum, tavşan görüyorum. Hatta bir keresinde Atatürk bile gördüm. İnanmayan olursa, fotoğrafını gösterebilirim.

Ne çare, gerçekte hiçbiri yoktu. Zaten az sonra rüzgâr esti, şekiller değişti.

Ülkedeki bütün seçmenlerin oylarını alarak cumhurbaşkanı seçilme hayâli güzeldir mutlaka. Hatta baş döndürücüdür. İnsanı kanatlandırır.

Fakat gerçek, ne derece hayâle uyar?

İddialı konuşalım. Bırakın bütün ülkenin oyunu alıp cumhurbaşkanı seçilmeyi, kendi şehrinden bağımsız aday olsa, milletvekili veya belediye başkanı seçilebilir mi? Bir ihtimâl... Fakat seçilememek de var işin ucunda. O da aynı şekilde ihtimâl.

Neyse, hayâl kurmak iyidir yine de.

Şimdi de 30 Ağustos’tan bir gün önce yayınladığı mesaja geçelim. Kısa bir konuşmaydı. Oradan birkaç cümleye dikkat çekmek iyi olacak:

“Benden önce 30 Ağustos Bayramlarının resepsiyonları orduevlerinde yapılırdı. İlk defa cumhurbaşkanı olarak onları uhdeme aldım ve Çankaya’da çok daha görkemli bir şekilde kutlanmalarını sağladım. Anıtkabir ziyaretlerini yapmamam ise söz konusu değildi…”

Burada Çankaya vurgusu, “Baştan beri muhalefetin tepki gösterdiği külliyeye gitmem şart değil, gerekirse yine Çankaya Köşkü’nde devam edebilirim” demek anlamına gelir mi, bilmem. Bunu söylemek fazla iddialı olabilir. Yine de akla getiriyor ister istemez.

Onu geçelim ve bir gazetenin o konuşmayı nasıl yanlış deşifre ettiğine bakalım.

Sözcü o cümleyi şöyle yazmış: “İlk defa cumhurbaşkanı olarak onları ukdeme aldım ve…”

“Uhde” kelimesi, “ukde” oluvermiş.

Sözlüğe başvurmanın vaktidir.

Ukde’nin iki anlamı var: “1. Düğüm, yumru; 2. İçe dert olan şey.”

Uhde ise başka bir şey. O da iki anlamlı: “1. Bir kimsenin yapmakla yükümlü olduğu görev, iş; 2. Yükümlülük, sorumluluk.”

Karıştırmışlar anlaşılan. Birinin diğeriyle alâkası yok.

“Tabiî sevgili Musa… Sizin sözlüğe bakma alışkanlığınız pek olmadığı için…”

Özetle durum şu:

Abdullah Gül: “Uhde.”

Sözcü: “Ukde.”

Biz: “Oh de.”

Barış Manço: “Ah deme, oh de.”

Müdür: “Arayanlara yok de.”