SEÇME ve seçilme bir haktır. Aynı zamanda seçme ve seçilme
hakkı olanlar, ülke yönetiminde yetki ve karar sahibidirler. Ülkenin yalnızca
misafiri ya da olup bitenleri seyretmekle sınırlı sayılan varlıklar
değillerdir. Ülke yönetimi bu hakkın sahiplerine rağmen yürütülemez. Hem bu
hakkı üstün sayanlar, hem de bu hakkın kullanılmasından kendilerini muaf
tutanlar, bu hak söylemi ile halkı aldatmaya çalışanlardır.
Türkiye’de kesintilerle de olsa 1876’dan beri seçimler
yapılmaktadır. Ancak bu seçimler için seçme ve seçilme hakkının kısıtlanması
hiç eksik olmamıştır. Elinde sınırsız yetkileri toplayanlar, sürekli olarak
halkın seçme ve seçilme hakkından söz etmişlerdir. Buna karşılık, seçme ve
seçilme hakkına sahip olan halk kimdir?
Kabul etmeli ki, hiçbir insan topluluğu yalnızca
erkelerden veya kadınlardan ibaret değildir. Kadınsız bir toplum olmadığı gibi
erkeksiz bir toplum da yoktur. Toplumu oluşturan bu iki kesimden yalnızca
birisine (erkeklere) verildiği söylenen seçme ve seçilme hakkı, bütün toplumu
kuşatıcı değildir. Toplumun yarısı demek olan kadınların bu haklarını
kullanmayışlarına karşılık millî egemenlikten, millî iradeden söz etmek,
inandırıcılıktan uzaktır.
20’nci yüzyılın başında Türkiye büyük ölçüde tarım
toplumudur. 1927 sayımlarına göre nüfusun yüzde 80’i köylüdür. Köylü nüfus ise
büyük ölçüde siyasetin, medyanın, hatta ticaretin dışındadır. Edilgen durumdadır.
Askerlik yapması ve kendi şartlarına göre vergi ödemesinin dışında varlığı
görünür değildir.
Üstelik 1911-1922 arasında süregelen savaşlar
dolayısıyla büyük nüfus kayıpları yaşanmıştır. Savaşlarda şehit olan, esir
düşen ve kaybolanların dışında salgın hastalıklar da hem cephede, hem de cephe gerisinde
âdeta nüfusu kırıp geçirmiştir. Tehcir ve mübadeleden sonra, önceki dönemlere
göre Türkiye âdeta ıssız bir ülke hâline gelmiştir.
Böyle bir hengâmede, Türkiye’de 1923’ten itibaren tek
adamlı/tek partili bir yönetim kurulmuştur. Yönetim halka hizmet etmeyi,
yoksulluk, işsizlik, salgın hastalıklar, hastanesizlik ve okulsuzluk gibi
işlerle uğraşmak yerine halkı zorla Batılılara benzetmeyi tercih etmiştir.
Bu işler yapılırken yönetim en çok “Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir” ilkesini seslendirmiştir. Ancak parti basınından başka
hiçbir basın organı bırakılmamıştır. Partiye en çok hizmet eden basın organları
Hazine’den beslenmiştir. Halkı Batılılara benzetme çabaları konusunda hiçbir
zaman referandum yoluyla halkın görüşü alınmamıştır. Tek parti-tek adam
yönetimine muhalefet etmek vatan hainliği sayılmıştır. TBMM üyelerini ve bütün
yöneticileri iktidar partisi başkanı kendi anlayışına ve isteğine göre tayin
etmiştir.
Nezihe Muhiddin’in mücadelesi
İzmir’in işgal günlerinde İstanbul’da yapılan
mitinglerde konuşmacı olarak Halide Edip ve Nezihe Muhiddin gibi kadınlar ön
plâna çıkmıştır. İşgalcilere karşı her seviyeden yapılan mücadelede dönemin
kadınları da üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmişlerdir. 1923’te
adaylarını yalnızca Kemal Paşa’nın tayin ettiği seçimlere kadınların katılması
engellenmiştir.
Kadın hakları konusunda en önemli değişim Lozan’da
başlamıştır. İktisat ve hukuk gibi iki ana bölümden oluşan kapitülasyonların
kaldırılmasına İtilaf Devletleri itiraz etmiştir. Kapitülasyonlar
kaldırıldığında “Gayr-i Müslimlere de şer’î hukuk uygulanır” bahanesini
savunmuşlardır. Buna karşılık Türk heyeti, “Siz kapitülasyonları kaldırırsanız,
biz gayr-i Müslimlerin razı olacağı bir medenî kanunu getireceğiz” diye vaat
etmiştir. Bu gibi vaatlerden dolayı kapitülasyonlar aşamalı olarak
kaldırılmıştır. Bu vaadin bir sonucu olarak 1926’da İsviçre Medenî Kanunu
alınıp uygulanmıştır. Elbette bu uygulamadan gayr-i Müslimler ve İtilaf
Devletleri memnun kalmıştır. Türk halkının memnuniyeti ya da memnuniyetsizliği
ise önemsenmemiştir.
İsviçre Medenî Kanunu, Hıristiyan bir toplumun
ihtiyaçlarına ve geleneklerine göre hazırlanmıştır. Türklerin ihtiyaçlarına ve
geleneklerine göre de bir medenî kanun yapılabilirdi. Ancak böyle bir kanun
yapmak yerine, Hıristiyan İsviçre’nin medenî kanunu tercih edilmiştir.
Bu tercih ile öncelikle Lozan’da İtilaf Devletlerine
verilen vaatler yerine getirilmiştir. Kadınların haklarını ve ihtiyaçlarını gözeten
bir kanun yapımına şer’î hukuk engelmiş gibi bir hayâlî gerekçe 1926’dan beri
tekrarlanmaktadır. Dolayısı ile kadınlara, “Eğer haklarınızı istiyorsanız şer’î
hukuku bırakmalı, ondan vazgeçmelisiniz” telkinleri yapılmıştır. Kadınlar kendi
hakları ve ihtiyaçları ile inançları arasında ikilemde bırakılmışlardır. Günlük
hayatın zorlaması ve kadınların haklarını kullanması ile önünde sonunda
inançlarını bırakacakları, dönemin otoritesi tarafından öngörülmüştür.
1921’de İstanbul’da yayınlanan “Kadınlar Dünyası”
dergisi, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesini istediği gibi, 15
Kasım 1921’de, Köy ve Bucak Yönetim Kanunu TBMM’de görüşülürken Erzurum Milletvekili
Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in “kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesi” teklifi,
Kemal Paşa taraftarlarından oluşan Birinci Grup tarafından engellenmiştir. 3
Nisan 1923’te yine TBMM’de “Mebus İntihab Kanunu” ile kadın nüfus yok sayılarak
yirmi bin erkek seçmen nüfusuna göre bir mebusun (milletvekilliğinin) seçilmesini
öngören yasa görüşülürken, Hüseyin Avni Bey, kadınlara seçme ve seçilme
hakkının teslimini istemiş, seçme ve seçilme hakkının verilmesi değil,
alınmasının söz konusu olduğunu belirtmiştir. Tunalı Hilmi Bey bu görüşe destek
olmuştur. Vakit Gazetesi de yayınları ile kadınların seçme ve seçilme hakkını
savunmuştur.
1923 seçimlerine katılmaları engellenmiş olan bir grup
kadın, Nezihe Muhiddin başkanlığında, 15 Haziran 1923’te, İstanbul
Darülfünün’da yaptıkları Kadın Şûrâsı toplantısında “Kadınlar Halk Fırkası”
kurmayı kararlaştırıp valiliğe müracaat etmiş, buna rağmen valilik bu isteği
altı ay sonra, 1909 tarihli seçim kanununu bahane ederek reddetmiştir.
Kadınlar Halk Fırkası girişimini, yaptığı haberlerle
Vakit Gazetesi desteklemiştir. CHP’nin kurulmasından altı ay önce Kadınlar Halk
Fırkası kurulmaya başlanılmış, ancak altı ay sonra kurulan CHP tarafından bu
girişim engellenmiştir. Çünkü CHP isteseydi, 1909 tarihli seçim kanununu üç beş
dakika içinde değiştirebilirdi. Ama Kemal Paşa başkanlığındaki CHP, kadınların
girişimini engellemeyi tercih etmiştir.
Kadınlar, parti kurmaları CHP tarafından engellendiği
için yine Nezihe Muhiddin öncülüğünde, 7 Şubat 1924 günü “Türk Kadınlar
Birliği” (TKB) adıyla bu sefer bir dernek kurmuşlardır. Bu derneği kurabilmek
için, dernek tüzüğünde siyasetle uğraşmayacakları kaydı düşülmüştür. Birlik
tarafından hak ve statülerini geliştirmek amacıyla 1925’te “Kadın Yolu” adlı
dergi çıkarılmıştır. Türk Kadınlar Birliği tarafından 1925’te Halide Edip ve
Nezihe Muhiddin milletvekilliğine aday gösterilmiş, ancak CHP yönetimi
tarafından adaylıkları yine engellenmiştir.
1927 yılında yapılan Türk Kadınları Birliği Kongresi’nde
Nezihe Muhiddin, birliğin bir hayır kurumu olmadığını, kadınların sosyal ve
siyâsî hakları için kurulduğunu belirtmiştir. Ancak CHP’li olan bazı
delegelerin karşı çıkmalarına rağmen birliğin tüzüğünde, kadınların sosyal ve
siyâsî hakları için mücadele edecekleri belirtilmiştir. Böylece Nezihe
Muhiddin, CHP’nin hedefi durumuna gelmiştir. 1927’de yapılan milletvekili
seçimlerine/tayinine, TKB’nin çabalarına rağmen kadın adayların katılması yine
engellenmiştir. Nezihe Muhiddin, bu çabalarından dolayı CHP’li delegeler
tarafından TKB başkanlığından uzaklaştırılmıştır. Yerine seçilen Latife Bekir’i
CHP Genel Başkanı Kemal Paşa tebrik etmiştir. Latife Bekir, 1930 yerel
seçimlerinde (kadınların seçme ve seçilme hakkının bir kısmının kabul
edilmesinin ardından) CHP’den İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine
seçilerek/tayin edilerek ödüllendirilmiştir.
Kadınlara seçilme haklarını tam anlamıyla kim verdi?
17 Şubat 1935’te 17 kadın, CHP listesinden
milletvekili tayin edilmiştir. Üstelik bu 17 kadının da gayr-i Müslim oldukları
hatırlandığında, Türk kadınlarının haklarının 1930-1934 aralığında teslim
edildiği iddiası oldukça yersiz ve mesnetsiz olmaktadır. Bütün bu örneklere
göre kadın hakları konusunda yapılan uzun vadeli çalışmaların sonunda kadınlar,
siyâsî haklarını ancak kullanmaya başlamışlardır. Bu hakları CHP ve onun Genel
başkanı vermiş değildir. Aksine, uzun ve yorucu mücadelelerin sonunda bu hakları
teslim etmek zorunda kalmışlardır.
1932’de Türk Ocağı’nın kapatılmasına benzeyen bir
örnek TKB’de de yaşanır. Çünkü CHP yönetimine göre, CHP ve onun kadın kolları
varken TKB gibi bir derneğe ihtiyaç yoktur. CHP’nin isteği ve partili
delegelerin ısrarı üzerine yalnızca kadın hakları için çalışan TKB, 10 Mayıs
1935’te kendi kendisini feshetmiştir. Dünyada bunun bir örneğini bulmak zordur.
Kadınlara bütün haklarını verdiği iddiasında olan bir
yönetim, kadın hakları için çalışan TKB’yi kapatmıştır. TKB yeniden, ancak
1949’da kurulmuş ve daha sonra kamu yararına çalışan bir dernek statüsünde
sayılmıştır.
1930’larda Türkiye’de kadınların ezici çoğunluğu
başörtülüydü. Başörtülü Türk kadınlarının hiçbir kamu kuruluşunda çalışmalarına,
hatta o hâlleriyle okumalarına, üniversitelere gitmelerine de izin
verilmemiştir. Tek parti-tek adam döneminde kadın polis, kadın asker-subay
yoktur. Bütün mesleklerde kadınların çalışma hakkı da yoktur.
1999’da İstanbul’dan seçilmiş olan başörtülü bir kadın
milletvekilinin seçiminin geçersiz olması için Atatürkçü/Batıcı/lâikçi kesim
tarafından bir çeşit seferberlik ilân edilmiştir. Bundan dolayı kadınların
haklarına CHP ve onun Genel Başkanı Kemal Paşa ile ulaştıkları iddiası
beyhudedir. Hatta ona rağmen ulaşmış olduklarının tespiti daha doğru ve
gerçekçidir.
2015’e kadar hiçbir başörtülü kadın belediye meclis
üyesi/başkanı ya da milletvekili seçilebilmiş değildir. Ancak 2015’ten itibaren
kadınların kıyafetlerine ve siyâsî görüşlerine bakılmaksızın seçme ve seçilme haklarını
kullanmaları mümkün hâle getirilmiştir. Kadınların haklarını kullanmalarına
İslâmî kesimin engel olduğu ama CHP ve onun liderinin İslâmî kesime rağmen bu hakları
verdiği iddiasının tarihî bir karşılığı yoktur.
Seçme ve seçilme yerine tayinin olduğu, muhalefetin
olmadığı, her işe CHP Genel Başkanının karar verdiği, basının yalnızca bir
partinin malı sayıldığı bir dönemde, 1930’larda, kadınlara seçme ve seçilme
hakkının verildiği, kadınların da bu haklarını kullandıkları iddiası tümüyle
mitolojik bir hikâyedir.