Seçimin düşündürdükleri

Yanlış uygulamasıyla 6284 sayılı Kanun, bırakınız önlemeyi, kadına karşı şiddeti arttırmış, kutsal kabul ettiğimiz ailenin temeline dinamit koymuştur. 6284 sayılı Kanun kaldırılmalı veya en azından müşterek hak ve hukuku gözetecek şekilde ıslah edilmelidir.

BASINDAN: “28 Mayıs 2023 Başkanlık Seçimi büyük bir katılımla gerçekleşti.”

Elhamdülillah! Milletimiz ve Devletimiz 28 Mayıs’ta, “Yükselen Türkiye” rotasında büyük bir engeli daha atlattı.

Seçim öncesi ne demiştik?

“Ey milletim! 14 Mayıs’taki bu seçimler, sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi değildir. Önümüzdeki bu seçimler sadece partilerin hükümete gelme yarışı değildir. Bu seçimler sadece, duçar olduğumuz ‘ekonomi krizini’ kimin hâlledeceğinin tayini değildir. Bu seçim, ‘Yükselen Türkiye’ rotasının yerde mi, zirvede mi olup olmayacağının kararıdır.

Tarihî bir dönüm noktasındayız. Ya Batı’nın boyunduruğu altında olan milletler listesinde kalacak ya da ‘Yırtarım dağları, enginlere sığmaz taşarım’ heyecanıyla hür, bağımsız, müreffeh, ‘Yükselen Türkiye’yi’ inşâya devam etmiş olacağız, biiznillah.” (“Hayatın Sırrı: Seçim”, Kültür Ajanda-Mayıs 2023)

Biiznillah, hedef istikamete devam ediyoruz Yükselen Türkiye’yi hedefe götürmek azmi ve gayretiyle. Her engel aşıldığında, yapılması gereken, durumun muhasebesidir. Yapılan yanlışların ve doğruların tespiti, yanlışların düzeltilmesine ve doğruların arttırılmasına yol açacaktır. Yani öz değerlendirme yapılmalıdır.

Oyların yüzde 52’sini almak galip olmaya yetmiştir. Fakat bu oran vatanperverleri tatmin etmiş midir? Maalesef, hayır! Nedenini izah edelim…

Mayıs 28 Seçimlerinde seçmen sayısı 64 milyon 197 bin 419. Kullanılan oy, 54 milyon 23 bin 616. Katılım oranı yüzde 84,15. Katılmayanların oranı yüzde 15,85. Yükselen Türkiye’ye “Evet” diyenlerin oranı 0,434; “Hayır” diyenlerin oranı yaklaşık 0,397; katılmayanların oranı 0,159 ve geçersiz reylerin oranı 0,010. Geçersizlerin istemeden reylerini zayi ettiklerini kabul etsek ve hesaba dâhil etmesek de, “Evet” demeyenlerin oranı “0,397 + 0,159”. Bu da eşittir 0,556. Yani her bin kişide 556 kişi “Evet” dememiş. Bu, yüksek bir değerdir. Seçime katılmayanları “Hayır” diyenlerle neden birlikte değerlendiriyoruz? Çünkü bu seçimin tarihî bir dönüm noktası ve çok önemli, müstesna bir seçim olduğunu söylemiştik. Eğer vatandaş rey kullanmıyorsa, söylenenleri ya kabul etmiyor, ya önemsemiyor ya da anlamıyor yahut yeterli derecede anlatılmamış.

Reylerini “Hayır” olarak kullananların yarısını ana muhalefet partisinin seçmenleri oluşturuyor. “Kemikleşmiş kitle” olarak vasıflandırılan bu zihniyet, parti yöneticilerini tenkit etse de, hatta küfretse de sırf “Erdoğan düşmanlığı” sebebiyle reyini değiştirmeyi düşünmez. “Klinik vaka” olarak nitelendirilecek bu yapı “ıslah olmaz” bir görüntü sergilemektedir. Vatan ve millet dertleri bulunmayanlara çarpı attık diyelim, fakat bunlara dışarıdan katılan diğer yarısına ne oluyor? Memleketin karşı karşıya kaldığı tehlikeleri neden görmüyor veya umursamıyorlar? Tedavisi mümkün olan bu hâlet-i ruhiyeye yaklaşmak ve bunu anlamak lâzım.

Enflasyonun aniden yüzde yüzü aşan yükselişinin neticesi, geçim yükünün ağır baskısı altında mı kaldılar? Daha önce tükettiği erzakın yarısıyla iktifa etmek mecburiyetinde mi kaldılar? Aile efradının ihtiyaçlarını karşılayamayacağının mahcubiyetinde mi oldular? Artan servis ücretlerine karşılık çocuğunu dolmuşla götürme tasarrufunda mı kaldılar? Üç bin liralık daire kirasını on bin liraya çıkartan ev sahibinin “Ya öde ya da boşalt” tehdidiyle her akşam mücadele mi ediyorlar?

Bütün bu meseleler beyninde hercümerç olmuş bir kişide “Yükselen Türkiye’nin büyük ülküsünün” yer etmesini nasıl isteyeceksiniz? Her insanda nefis vardır. Nefis hâkimiyeti ise her kişinin harcı değildir.

Cumhurreisimize “Evet” deyip Devlet’in bekâsını önceleyenlerin bir eli yağda bir eli balda olduğu zannedilmesin. Çokları var ki, meselelerle boğuştuğu hâlde her birini kenara atıp “Önce vatan!” diyebilmiştir. Millî Mücadele’de, kağnısında mermi taşıyan köylü anamız, yağmur yağdığında çocuğundan önce merminin üstünü örtme ferasetini ve fedakârlığını gösterebilmiştir. Türk milletini büyük yapan işte bu meziyetidir ki “Allah-u Teâlâ’ya olan imanı ve vatanına olan sevgisi” bu hasletlerden yoksun olana hikâye gibi gelir. Evet, dıştaki düşmanların içteki uşaklarının melun iş birliğini sezen vatandaşlarımız, desteksiz vaatlere aldanmayarak, her şeye rağmen, iktidarın devamına “Evet” diyebilmiştir.

“Evet” diyen vatandaşın reylerini ilelebet devam edebileceğini umanlar, enflasyon canavarının karşısında aslan yerine kedi mukavemeti göstereceklerse, açılan derin yaralara merhem olunamayacaksa, yaklaşan yerel seçimlerde büyük bir şok dalgasıyla karşılaşmaları sürpriz olmayacaktır. Şimdiden bizden hatırlatması!

Vatandaşın tepkisine neden olan icraat yetersizliklerini ve yanlışları ele alalım…

Gıda fiyatlarının anî ve fahiş şekilde yükselmesi

Çok merak ediyoruz, Tarım Bakanlığı ne işle iştigal eder acaba? Faaliyetlerinde “plânlama” diye bir mevzu bulunmaz mı?

Anlaşılması için basit bir misâl verelim: Bir önceki yerel seçimlerde, mutfaklarımızın temel ihtiyaçlarından soğan ve patatesin kilogram fiyatı bir lira civarında seyrederken, seçimlere birkaç ay kala soğanın fiyatı beş liraya, patatesinki ise on liraya doğru yükseldi. Patates üretiminin az olduğu anlaşılıyor. Yalnız bu iki maddede değil, diğer gıdalarda da anî artışlar vardı. Büyük firmaların stokçuluğundan kaynaklandığını ileri süren iktidar, depoların teftişi ve cezalarla bu menfi durumu önlemeye çalıştı. Alınan tedbirler yeterli olmayınca çareyi ilçe meydanlarında tanzim satış istasyonları kurdurarak, serbest piyasanın yarı fiyatına vatandaşa yardımcı oldu. Bu tatbikat hem gıdadaki fiyat artışını engelledi, hem de ucuz alışveriş yapan vatandaşa malî destek sağladı.

2023 Seçimlerinden önce yani 2022 yılında patatesin kilogram fiyatı soğanınkinin yaklaşık iki katıydı. Patatesin daha kârlı olduğunu gören müstahsilin üretimini ekseriyetle patatese yönlendirdiği anlaşılıyor. 2023 başlarında patates 4-5 lira iken soğan 8-10 lira civarında satılıyordu. Seçime birkaç ay kala yine aynı filmi tekrar seyretmeye başladık. Gıdada enflasyon aniden yükseldi. Patatesin fiyatı on liraya, soğanın fiyatı ise otuz liraya çıktı. Soğandaki bu yükselişin, üretimdeki azlığından kaynaklandığı meydandaydı. İktidar, yapmış olduğu icraatları yeterli görmüş olacak ki bu defa tanzim satış yerleri açmaya gerek duymadı.

İktidar yine gidişatı stokçuluğa bağladı. Beş büyük firmaya astronomik cezalar kesildi. Netice pek değişmedi. Evet, iktidarı değiştirmek isteyen güçlerin enflasyona etkisini kabul etmek lâzım. Ama sizin de eliniz armut toplamamalı!

İş yine dönüp dolaşıp Tarım Bakanlığı’nın marifetine kalıyor; yetkililer ile müstahsilin yani üreticinin ilişkisine dayanıyor. Üretimde “plânlama” öne çıkıyor. Müstahsile bakış “Saldım çayıra, Mevlâ’m kayıra” zihniyeti olduğu müddetçe, aynı sahnelerin tekerrür edeceği kaçınılmaz olacaktır. Şimdi bazı sivri akıllılar çıkıp, “Efendim, serbest piyasa, müdahale edilemez” diyecekler. Tamam, anladık; üreticiye baskı yapılamaz ama yönlendirmenin çeşitli usulleri var. İhtiyaç duyulan maddelere, mazot ve gübre gibi girdilerde “süspanse” yapmak bunlardan biri.

Nüfusa göre yeterli tarımın yapılmasını sağlamak devletin aslî görevlerindendir. Bu görev yurt sathındaki verilere göre ancak “plânlama” yapmak suretiyle mümkün olabilir. Seçimlerden önce soğanın fiyatı patatesin iki üç katı oldu ya, gelecek aylarda bunun tersi olacağına şahit olacağız.

“Evet” diyen vatandaşın reylerini ilelebet devam edebileceğini umanlar, enflasyon canavarının karşısında aslan yerine kedi mukavemeti göstereceklerse, açılan derin yaralara merhem olunamayacaksa, yaklaşan yerel seçimlerde büyük bir şok dalgasıyla karşılaşmaları sürpriz olmayacaktır. Şimdiden bizden hatırlatması! 

“Kanun 6284”

Yapılan önemli yanlışlardan biri de “pozitif ayrımcılık” meselesidir. “Kadına şiddeti önleyeceğiz, aileyi koruyacağız” diye hukuk dışı hâdiselerin meydana gelmesine yol açılmıştır.

Ailenin korunması ve kadına karşı şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı Kanun, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilmiş ve 20 Mart 2012’de Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu mevzu ile alâkalı 4320 sayılı Kanun da yürürlükten kaldırılmış oldu.

6284 sayılı Kanun gereğince, şiddet uygulayan eşin ortak konuttan derhâl uzaklaştırılması, eşlerin müşterek konutunun şiddet gören eşe tahsis edilmesi söz konusudur. Şiddete başvuran eş suçludur, tamam; peki, suç nasıl tespit edilecek, evden uzaklaştırma kararı nasıl alınacak?

Kanuna göre, evden uzaklaştırma kararı alınabilmesi için herhangi bir delil veya belge aranmaz, mağdur olduğunu iddia eden kişinin bu hususta yalnızca beyanda bulunması yeterlidir.

Mağdur olduğunu iddia eden kadının mahkemeye dilekçe vermesi kâfidir. Kadın gerçekten şiddet gördü mü? Vesvese gibi psikolojik bozukluk mu var? Yoksa kadın herhangi bir sebeple kocasına kızdığı için mi buna başvuruyor? Veya her ailede görülen mutat “ağız dalaşı” neticesinde şiddet gördüğünü iddia mı ediyor? Hiçbir delil ve şahide başvurulmaksızın hâkim hemen kararı basıyor: “Koca suçlu! Derhâl evden uzaklaştırılacak. Binaya dahi yaklaştırılmayacak. Bununla alâkalı Emniyet görevlileri lüzumlu tedbiri alacak.” Oldu mu ya? Delil ve kayıt aranmaksızın karşı tarafın suçlu olduğuna karar verilip cezalandırılması dünyanın hangi hukukunda görülmüş? Olacak şey değil!

Peki, kocası şiddet sayılabilecek bir fiil işlememişse, eşi bir münakaşa sonucu başvuru yapmış ise, eve işten yorgun gelen eş, Emniyet mensupları tarafından binadan uzaklaştırıldığında duçar olacağı yıkımın ve psikolojik bunalımın hesabı yapılıyor mu? İki ay uzaklaştırma alan eş sağda solda yatıp kalktığında, kafasında bin türlü şüphe ve menfi düşünce oluştuğunda kini günden güne artar bir vaziyette iken, günün birinde sokakta eşi ile karşılaştığında, şimdi siz seyredin gümbürtüyü! Mevzubahis şiddet, asıl şimdi vuku bulacaktır kaçınılmaz olarak.

Vuku bulan bu şiddette 6284 sayılı Kanun’un yanlış uygulanmasından doğan ağır tahrik ve suça teşvikinin rolü yok mu?

6284 sayılı Kanun’un aileyi koruduğunu ve kadına şiddeti önlediğini canla başla savunanlar eğer haklılarsa, bu mevzuda suçların yıldan yıla azalması lâzımdır. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’na göre istatistik değerleri bunun tersini gösteriyor. Kadın cinayetlerinin yıllara göre dağılımı şöyle: 2012 yılı 145 adet, 2013 yılı 231 adet, 2014 yılı 290 adet, 2015 yılı 293 adet, 2016 yılı 289 adet, 2017 yılı 350 adet, 2018 yılı 405 adet, 2019 yılı 421 adet, 2020 yılı 409 adet, 2021 yılı 348 adet, 2022 yılı 381 adet. Ve 2023 yılının henüz ilk dört ayında 165 adet kadın cinayeti ve şüpheli kadın ölümü kaydedilmiştir.

İstatistik değerleri, cinayetlerin kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yıldan yıla daha da arttığını gösteriyor. Demek ki 6284 sayılı Kanun işe yaramamış, fayda sağlamamıştır.

Adalet Bakanlığı Adlî Sicil İstatistik Genel Müdürlüğünün resmî verilerine göre, son beş yılda 1 milyon 973 bin baba, evinden uzaklaştırılmıştır. Yaklaşık 2 milyon aile ve bunların çoluk çocuğu mağdur, en az 200 bin aile yıkılarak perişan olmuştur.

Yanlış uygulamasıyla 6284 sayılı Kanun, bırakınız önlemeyi, kadına karşı şiddeti arttırmış, kutsal kabul ettiğimiz ailenin temeline dinamit koymuştur. 6284 sayılı Kanun kaldırılmalı veya en azından müşterek hak ve hukuku gözetecek şekilde ıslah edilmelidir.

 

İmar affı

Yapılan büyük yanlışlardan biri de “imar affı” veya “imar barışı” adıyla tanımlanan ruhsatsız (kaçak) veya ruhsat proje ve eklerine yani imar mevzuatına aykırı yapılara yapı kayıt belgesi düzenlemek suretiyle mülkiyet hakkı kazandırılmasıdır.

En son imar affı, genel seçimlerden önce 6 Haziran 2018 tarihinde yürürlüğe girdi. Vatandaşın binası ile ilgili sıkıntıları bertaraf etmek, alınamayan bina vergilerinin alınmasını temin etmekle bütçeye katkı sağlamak gibi masumane gayeler barındıran teşebbüsün deprem coğrafyası olan yurdumuzda yapı güvenliğiyle ilgili tehlikeleri beraberinde getirdiği göz ardı edilmiştir, maalesef.

1948 yılından itibaren yirminin üzerinde imar affıyla alâkalı kanunlar çıkarıldı. Özellikle seçimlerden önce yapılan bu tatbikatlar iktidarların rey potansiyelini hedeflediklerini de göstermektedir. İmar aflarının büyük mahsurlarından biri de vatandaşta alışkanlık hâline gelmesi, kaçak ya da aykırı yapıların yapılmasına adeta teşvik etmesidir. “İmar plânı olmayan hisseli arsaya veya Hazine arazisine evimi kondurayım” ya da “Ruhsatlı binama bir kat daha ilâve edeyim, nasıl olsa devlet baba affeder” zihniyeti, kanunlara uygun çalışma yapanlara kötü emsâl teşkil ediyor. Dürüst vatandaş imar kurallarına uyduğu için haksız rekabetle cezalandırılıyor, dürüst davrandığı için de “enayi” durumuna düşürülüyor.

İmar affının mahsurlarından biri de kaçak ya da aykırı yapmayı engelleyen unsurları ortadan kaldırmasıdır. Elektrik, su, doğalgaz gibi abonelik gerektiren ve idarenin onayı ile faaliyete geçen hususlar ancak imarlı yapılar için mümkün olmaktadır. 1985 tarihli İmar Kanunu’na ilâve olan “geçici 15’inci madde”, afet riski altındaki alanlar da dâhil olmak üzere ruhsatsız veya iskânı olmayan yapılara beş yıla kadar geçici elektrik, su ve doğalgaz bağlantısı ve aboneliğine imkân tanımıştır. Bir kere elde edilen bu hakkın ilelebet devam ettiği ve edeceği kamuoyunun malûmudur.

İmar Kanunu’na getirilen “geçici 16’ncı madde” ise “yapı güvenliği” ile alâkalı olup bize göre en önemli husustur. Bu maddeye göre, yapı kayıt belgesi düzenlenen yapıların depreme dayanıklılığı malikin sorumluluğuna bırakılmaktadır. Yapı kayıt belgesi düzenleyerek fevkalâde bir hak elde eden bir kişi nasıl olur da binasının çürük olduğunu söyleyebilir? Sonra bu tespiti yapacak bilgi ve ehliyete sahip midir? Diğer önemli bir mahsur, afla kat mülkiyetini elde edenin daireleri rahatlıkla üçüncü şahıslara satabilmesidir. Satın alanlar ise iskânlı yani “Yapı kullanım izni olan dairemiz oldu” diye huzur içinde yerleşeceklerdir. Yapının depremde yıkılacaklar listesinde olduğundan bîhaber olarak hem de. Hâlbuki yapı kayıt belgesi vermeden önce deprem riski durumu, faal meslek mensuplarının vereceği raporla tespit ettirilebilirdi hazırda Devlet’in elinde “yapı denetim kuruluşları” gibi denetimde tam teşekküllü şirketler varken.

“Böyle önemli bir mevzu yurt genelinde ne kadar binayı etkiliyor?” diye bir soru akla gelebilir. 2022’nin Ekim ayında TBMM’de gündeme gelen bu soru, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı tarafından, “Türkiye genelinde 7 milyon 85 bin 969 adet bağımsız bölüme yapı kayıt belgesi verildi” şeklinde cevaplandırılmıştır. Adedin çokluğu, mevzu üzerindeki hassasiyetimizin haklılığını göstermektedir. Başta Marmara Bölgesi olmak üzere birçok yerde deprem tehlikesinin yaklaşmakta olduğu gerçeği varken…

Bakanlığın “asrın felâketi” olarak tanımlanan 11 ildeki deprem bölgesinde, gerekse İstanbul’da başlattığı “konut seferberliği”, önceki yanlışları telâfi edecek, “Yükselen Türkiye” vizyonuna eşdeğer şehir yapılanmasıyla tüm takdirleri hak edecek nitelikte. Kahramanmaraş merkezli depremlerden etkilenen illerde 506 bin 739 konut ve 143 bin 271 köy evi ile toplamda 650 bin 10 adet kalıcı deprem konutu yapılacak. Yapımına başlanan konutlardan ilk etapta bir yıl içerisinde 319 bin adedinin teslim edilmesi plânlanıyor.

İstanbul’da başlatılan “Yarısı Bizden” kampanyasına 1 milyon 19 bin 471 bağımsız birim için 269 bin 670 kişi müracaat etti. Şimdiden 118 bin konutta projelendirme çalışmaları başladı. Maliyetin yarısını Devlet’in karşıladığı kampanyada kalan yarısını vatandaş, düşük oranda kredi ile on yılda taksitle ödeyecek. Daha önce de “İlk Evim, İlk İşyerim” kampanyasıyla Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde, ilk etapta 100 bin aileyi konut sahibi yapacak çalışmalar başlatılmıştı.

Çalışmaların bir an önce tamamlanmasını ve insanımızın deprem endişesi duymadan yeni binalarda huzur içinde yaşamasını temenni ediyoruz. Bundan böyle imar affı isteyenin affedilmeyeceği bir cemiyette, geçmiş imar aflarının tarihin tozlu raflarında acı bir hatıra olarak kalmasını da…